Azrail'den Hindistan'a kaçan adamın hikâyesi

seyda seyda

Yeni Üye
Üye
Azrail'den Hindistan'a kaçan adamın hikâyesi
azrail hikayeleri azrailin hikayesi azrail hikayesi
Horasanlı bir genç vaktiyle Irak'a giderek ilim peşinde bir hayli koştuktan ve bir hayli şeyler öğrendikten sonra memleketine dönmek üzere hazırlanmış, fakat tam bu sırada ariflerden biriyle karşılaşmış. Bu arif onu şöyle imtihan etmiş:
- Oğlum, demiş, Horasan'da şeytan var mı?
- Var! demiş.
Arif tekrar sormuş:
- Orada şeytanla nasıl savaşırlar?
- Ona karşı gelmekle...
- Şeytan tekrar gelirse?..
- Yine ona karşı gelirler...
- O halde bütün ömrünüz şeytanla savaşmakla, didişmekle geçiyor desene...
Genç adam gözünü açarak sormuş:
- O halde ne yapmalı?
Arif adam anlatmış:
- Yolda bir çoban köpeğine rast gelirsen köpeği kovalamak, onunla uğraşmak fayda vermez. Köpekten kurtulmanın en kestirme çaresi sahibini çağırmaktır. Çünkü sahibi ona hem söz dinlettir, hem de sizi korur...
Devrinin en meşhur vaizi olan İbn Es-Semmak, bir gün Harun Reşid'in yanına girmiş ve ona öğüd vererek demiş ki:
- Eşi, ortağı olmayan Allah'tan kork ve yalnız O'ndan kork. Bil ki bir gün O'nun karşısına çıkacak, huzurunda duracak ve o zaman iki yerden birine gönderileceksin ki, bu ya cennettir, ya cehennem!..
Halifenin gözleri yaşarmış, bu hali gören Vezir Fadl söze karışmış ve vaize demiş ki:
- Harun Reşid'in Allah'ın kulları arasında adaleti gözetmesi kıyamet günü cennete gideceğine şüphe mi bırakır?
Fakat İbn Es-Semmak devam etmiş:
- Ey Harun! demiş. O gün bu adam senin yanında bulunmayacak. Onun için Allah'tan kork da işlerine o gözle bak!
Vezir söyleyecek başka bir söz bulamamış, Harun Reşid ise büsbütün müteessir olmuş!
Yıllar önce bir dinlediğim bir hikâyenin aslı meğer Mevlânâ Celaleddin Rumi tarafından anlatılmış. Hikâyeyi kaynağından okuyunca daha da ilginç geldiğini söyleyebilirim. Hikâye şöyle:
Bir gün saf adamın biri, kuşluk vaktinde Hazreti Süleyman'ın kapısını çalmış. Tasa ve kaygıdan yüzü sararmış ve dudakları morarmış. Hazreti Süleyman ona bakarak sormuş:
- Sana ne oldu, betin benzin atmış, harap ve perişan olmuşsun?
Adamcağız cevap vermiş:
- Sormayın efendim. Bugün Azrail'e rast geldim. Bana öyle bir bakış baktı ki, ödüm koptu.
Hz. Süleyman:
- Peki, buna karşın benden ne istiyorsun hemen iste, demiş.
Adam yalvarırcasına:
- Ey canları koruyan Sultan! Rüzgâra emret de beni tâ Hindistan'a götürsün de bıraksın... Belki bu derece uzaklaşmak sayesinde canımı kurtarırım.
Zavallı adam ölümden korktuğu için, ondan kaçmakla ölümden kurtulacağını sanıyormuş...
Fakirlikten korkanlarda tıpkı onun gibi hareket ederler. Fakat ne yaparlarsa yapsın korktukları mutlaka başlarına gelir. Hatta beterine de uğrarlar.
Hz. Süleyman, Hindistan'a gitmek isteyen bu adamın arzusunu yerine getirmiş, rüzgâra emretmiş, o da adamı taşıdığı gibi bir lahzada Hindistan'ın en ücra köşesindeki bir adaya bırakmış. Adam, Azrail'den yakayı kurtardığını sanıyormuş. Fakat ne mümkün...
Ertesi günü Hz. Süleyman'ın yine divanı kurulmuş ve onun halkı kabul edeceği zaman gelmiş. Azrail'de divanda imiş. Hz. Süleyman ona bakarak:
- Ey Allah'ın meleği, niçin o Müslüman'ın ödünü koparan hışımlı bakışla baktın, bunun sebebini bana anlat?
Azrail şöyle cevap vermiş:
- Benim ona bakışımda zerre kadar hışım yoktu. O vehme kapılarak yanlış anladı. Ben ona yol ağzında rastlamış, onu görünce hayret etmiştim. Çünkü Cenab-ı Hakk bana Hindistan'da bir adaya gidip onun canını almamı emir buyurmuştu. Onu burada görünce düşündüm, şaşırdım... Bu adamın bir değil, yüz kanadı olsaydı, aynı gün buradan kalkıp yine Hindistan'a gidemezdi.
Azrail hayret etmekte haklı idi. Fakat Hz. Süleyman'ın bir emriyle, rüzgâr o eceli gelen adamı taşıyıp, Hindistan'ın en ücra adasına götürmüş. Azrail de ona orada yetişmiş ve canını almış...
Mevlânâ Celaleddin'in bu kıssayı anlattıktan sonra -kıssadan hisse misali- şu yorumu yapar:
İşte sen bütün dünya işlerini buna kıyas et. Gözünü aç ve gör ki, uğraşıp didişmekle mukadderattan kurtulmak mümkün değildir. Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne mümkün? Mukadderattan kaçmak, kendi nefsinden kaçmak gibidir. Bu da imkânsızdır. Yoksa Hak'tan mı kaçıp kurtulmak istiyoruz? Ne beyhude zahmet!..
Bir mev'ize daha anlatarak yazımızı bitirelim:
Bilindiği üzere en kuvvetli, en tesirli silah ilimdir. Her günahtan bir kötülük, insanın ya sıhhatine, ya şerefine, ya kazancına dokunan bir ziyan bulunduğuna göre ilim adamının bunu herkesten iyi bilmesi, iyi anlaması, daha iyi takdir etmesi gerekir.
İlim yalnızca kuru bilgiden ibaret değildir. Yalnız kuru bilgiden ibaret bir süs olsaydı mesele yoktu. Oysa ilim insana faydası dokunan bir güçtür. Hem de insana güç katan bir güç... Bu nedenle en güçlü ve etkili silah ilimdir...
Böyle etkili bir silahı savaşmadan teslim ederek kötülüğe, günaha teslim olmak ise en büyük zillettir.

aslında bu kıssadan hisseyi dini hikayeler bölümüne yazacaktım ama yanlış oldu neyse....kusuruma bakmayın:utan::utan:
 
Son düzenleme:
Azrail'i korkunç göstermek doğru mu?
Azrail Aleyhisselâmı suçlayan, ona hücum eden, korkunç gösteren, ona saldıran o kadar fazla sözler var ki, saymakla bitmez, yazmakla tükenmez.


Özellikle gazetelerde, TV haber bültenlerinde bir ölüm haberini verirken hemen suçlu bulunur ve Hz. Azrail’e hücuma geçilir.

İşte bu sözlerden ilk anda akla gelenlerden bazıları:

“Azrail’e kaptırmadı, Azrail fırsatı kaçırmadı, Azrail’in elinden ana kucağına döndü, Polis Azrail’e yol mu verdi, Aile arasına Azrail daldı, Azrail’e 9 kez çalım atan Tolgan’nın yeni unvanı, Azrail’i kandıran çocuk...”

Bunlar yetmezmiş gibi, bir de zalim, câni ve tehlikeli birisini tarif ederken yahut sevmediği bir adamı anlatırken yine Hz. Azrail’e benzetilir ve “Azrail suratlı adam, bakışın Azrail gibi” gibi cümleler söylenir.

“Azrail” kim? Nasıl bir varlık? Nasıl iş görür, verilen görevi yaparken nasıl hareket eder? Emir altında mı hareket eder, yoksa kendi başına buyruk mu çalışır?

“Azrail”in melek olduğunu bilmeyen var mı? Azrail Aleyhisselâm bir melek, hem de en büyük meleklerden birisi. Hamele-i Arş olarak bilinen Arş-ı Âlayı taşıyan dört meleğin arasında yer alıyor.

Melek kelimesi, insanın içini açar, gönlünü okşar, ruhumuza bir sevinç ve ferahlık verir. Hani biz, sevimli, tatlı, şirin, güzel ve masum bir kız çocuğunu severken meleğe benzetir de, kısaca “melek” deriz ya!

Bir de herkesin yardımına koşan, hiçbir karşılık beklemeden insanlara iyilik yapan birisine “melek gibi insan” dediğimiz gibi... Gün olur, kimseye zararı dokunmayan, sessiz sakin, kendi halinde, herkesle iyi geçinen, tatlı dilli, güler yüzlü bir tanığımızı anlatırken de meleğe benzetiriz.

Azrail de bir melek. Bütün melekler gibi nurdan bir varlık, nurdan yaratılmış görevli bir kul. Melekler Allah’ın elçisidir, kendi başlarına iş yapmazlar, başlarına buyruk hareket etmezler, emir altında çalışırlar, Allah onlara hangi görevi vermişse onu yaparlar.

Kur’an, melekleri anlatırken, onların hiçbir şekilde Allah’a isyan etmediklerini, verilen emri anında yerine getirdiklerini bildirir.(1)

Hz. Azrail’i anlatırken de, “Sizin için görevlendirilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra da Rabbinize döndürülürsünüz” (2) şeklinde tarif ederek Azrail’in görevini tanımlar. Bu ayet ışığında baktığımız zaman, Hz. Azrail sadece kendine verilen görevi yapar. Allah adına çalışır, O’nun namına iş görür.

Ne kadar benzer, örnek ne kadar yerine oturur, belki tartışma götürür, ancak misal vermek gerekirse, güvenlik güçleri devlet adına hareket eder, devletin ve kanunların kendine verdiği yetkiye göre davranır. Polis bazı yerlere girmemize izin vermez, engellerse polisi suçlayabilir miyiz?

Toplumsal bir olayda bir anda suçlu suçsuz demeden herkesi toplar götürür. Daha sonra suçsuzları serbest bırakır, suçluları nezarete alır. Kendi adına iş yapmadığı, sadece aldığı emri yerine getirdiği için kimse karşı çıkmaz, herkes sonucu bekler.

Güvenlik güçlerine karşı gelemiyor, polisi suçlayamıyor, onu kötü göstermeye, gözden düşürmeye çalışamıyorsak; aynı şekilde, bütün melekler gibi Allah’tan aldığı görevi yerine getiren Hz. Azrail’i de kötü göstermeye, çirkin tanıtmaya, görevinden dolayı suçlamaya hiç mi, hiç hakkımız yoktur.

Azrail Aleyhisselam ölüm için sadece bir sebeptir. Öldürmek de diriltmek de doğrudan Cenab-ı Allah' ın fiilleridir. Bu gerçek, hadisde şöyle ifade edilmektedir:

Azrail (A.S.) Cenab-ı Hakk’a, “Ruhların kabzedilmesi vazifemden dolayı senin kulların benden şikayet edecekler, benden küsecekler.” demiş, Cenab-ı Hak’ da hikmetinin lisanı ile demiş ki: “Seninle kullarımın arasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım, tâ ki şikayetler onlara gidip, senden küsmesinler.” (3)

Aynen bunun gibi Azrail Aleyhisselam kendiside bir perdedir. Ta ki, ölümün hakiki yüzünü göremeyen insanların haksız şikayetleri Cenab-ı Allah’a gitmesin. Çünkü ölümün hakiki güzel, rahmet yüzünü herkes göremez. Ölümü bir yokluk, hiçlik gibi düşünebilir. Bu nedenle Cenab-ı Allah ölümle, Azrail (AS) arasına hastalıkları ve müsibetleri koyduğu gibi, insanların haksiz itirazları ve şikayetleri Cenab-ı Allah’a gitmesin diye de Azrail Aleyhisselamı ölüme bir perde etmiştir. Ancak ifade ettiğimiz gibi Azrail Aleyhisselam’da diğer müsibet ve hastalıklar da sadece bir sebep olarak kalmaktadır.(4)

Azrail Aleyhisselam bizim en değerli varlığımız olan ruhumuzun muhafazasından sorumludur. Bizim için kıymetli olan eşyalarımızın muhafaza edilmesi nasıl önemli ise Azrail Aleyhisselam’ ın vazifesi de ondan çok daha fazla önemlidir.

Necip Fazıl da der ki:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
“Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
 
Bu güzel konu için teşekkür ediyoruz sağolun :) Yeride fena değil ayrıca.
 
ölüm geldikten sonra ne bir nefes fazla ne bir nefes eksik kimin nerde ölücegi belli degil fecip fazıl gerçekten güzel yazmışNecip Fazıl da der ki:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
“Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
 
Geri
Üst