biz babadan böyle gördük

nisan

Yeni Üye
Üye
biz babadan böyle gördük
Bİz Babadan BÖyle GÖrdÜk

Yazan Yusuf YEŞİLKAYA

Seksen yaşındaki babam, gençlik yıllarını, rahmetli annemle birlikte yaşadığı acı tatlı anılarını ve memleket havadislerini anlatırken gözleri uzaklara dalıveriyor, bazen gözyaşlarına hâkim olamıyor. Söze başlarken, giriş bölümü asla değişmiyor:
— Bizim zamanımızda…



Babam seksen yaşında ve bahsettiği konular en az kırk elli senelik havadis olduğu için sözlerine “-Bizim zamanımızda...” diye başlamasını çok doğal karşılıyorum. Lakin aralarında büyüklük anlamında beş yaş bile fark olmayan insanlar konuşurken, büyük olanı küçük olanına bir şey anlatmaya başladığında giriş bölümü “-Bizim zamanımızda…” ifadesi ile başlıyor. Yaşlı insanların otuz kırk sene öncesinden bahsederken “-Bizim zamanımızda…” kelimelerini kullanarak söze başlamaları hadi neyse de orta yaştakilerin hatta bazen gençlerin söze başlarken “-Bizim zamanımızda…” ifadelerini kullanarak konuşmaları size de tuhaf gelmiyor mu? Çok genç yaşta birisi sözlerine “-Bizim zamanımızda…” kelimeleri ile başladığında “-Hadi canım sen de! Yaşın ne başın ne ki bizimle böyle konuşuyorsun?” diyebilirsiniz. Şaşırmakta haklı olabilirsiniz ama tepkinizde pek haklı sayılmazsınız. Çünkü zamana hükmeden unsurlar çok değişiyor da onun için. Hani büyüklerimiz hep derler ya “Zaman çok değişti evlat!” diye, aslında zaman aynı zaman ancak zamana hükmeden unsurlar çok hızlı değişiyor. En başta teknolojik gelişmeler, o kadar hızlı gelişiyor ki adeta gelişimin hızından başımız dönüyor. İnsanların hayat tarzı değişiyor. Yeni yeni yaşam biçimleri çıkıyor ortaya.



Göçebe kültüründen yerleşik hayata geçilirken uyum süreci çok uzun sürmüş olabilir. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilirken de entegrasyon problemleri yaşanmış olabilir. Ancak son yıllarda bilişim teknolojisi öyle bir hızla gelişti ki, bütün dünyaya parmaklarımızın ucu ile ulaşabilir duruma geldik. Önceleri üniversitelerin ve güvenlik kurumlarının kullandıkları internet, artık hayatımızın vazgeçilmezi oldu. Çalışmalarımız sırasında bir saat internet bağlantısında kesinti söz konusu olduğunda birçoğumuza yaşam durmuş gibi gelmiyor mu? Bilgisayar ekranından izlemeye çalıştığımız dünya için internet, gören gözümüz, işiten kulağımız olma durumuna gelmiştir. Aklınıza gelebilecek her şeyi internetten arayıp bulma çabası, bir anlamda interneti vazgeçilmez yapmıştır. Peki, sadece internet mi değişen, başka bir değişiklik yok mu? Okuduğumuz okul, yaşadığımız şehir, babalarımızın ektiği tarlalar, evimizdeki eşyalar, bindiğimiz arabalar birer birer değişmiyor mu? Giydiğimiz elbiseler, kullandığımız kelimeler, yüzümüzdeki gülümsemeler, yediğimiz yemekler, gezdiğimiz arkadaşlar, hoşlandığımız renkler ve zevkler hepsi bir bir değişmiyor mu? Elbette değişiyor. Ve bu değişimin bir kısmını kendi isteğimiz ve irademizle yaparken büyük bir kısmını da irademizin dışında gerçekleştiriyoruz. Hatta bazı değişikliklerin yaşandıktan çok uzun zaman sonra farkına varıyoruz.



Biz istesek de istemesek de değişimin karşısında duramıyoruz. Mademki değişmeye ve gelişmeye mecburuz o zaman hedefimiz değişime ayak uydurmak değil değişimi yönetmek olmalıdır. Değişime razı olduğumuzu hatta değişimi yönetmeye talip olduğumuzu varsayalım. Peki değişime nereden, kimden ve nasıl başlamalıyız? Westminster Manastırı’nın bodrumunda, bir Anglikan Piskoposu’nun mezarı üzerinde şu sözler yazılıdır:



"Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden farkettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri ***ürebilirdim. Kim bilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim.”



Seminer verdiğim guruplarda katılımcılara ısrarla şu düşünceyi vurguluyorum; ”Dünyada değiştirebileceğiniz tek bir kişi vardır. O da sizsiniz. Siz kendinizi değiştirmeyi başarabildiğiniz zaman çevrenizdeki insanların, hatta dünyanın kendiliğinden değiştiğini göreceksiniz.” Çevremizdeki insanların hal ve hareketleri ile dünyanın düzeni durup dururken kendiliğinden değişir mi? Biz çevremize ve dünyaya bakış açımızı değiştirmeyi başarabildiğimiz zaman, etrafımızdaki değişimi çok rahat fark edebiliriz. Yani gelişim ve değişim yönünde bütün aşamalar önce bizim zihnimizde aşılmalı. Kendi zihnimizde aşamadığımız unsurları, ailemizden ve arkadaşlarımızdan beklemek ne kadar gerçekçi olur bilemiyorum.



Kendimizi geliştirmeye, mutlaka bilmemiz gereken ama bilmediğimiz ne varsa onları öğrenmeye niyet etmekle başlayabiliriz. Çünkü her işin başı önce niyettir. Yani başarmak için önce başarıya inanmak gibi. Ordusu ile uluslarını zafere taşıyan komutanların zafere inanmaları gibi. Bizler de kendimizi değişimle birlikte geliştirmeyi arzu ediyorsak, özellikle gelişime daha çok ihtiyacımız olan alanları belirleyerek öğrenmeye azmetmeliyiz. İnsanoğlu bilmediği şeylerin adının telaffuz edilmesine bile tahammül edemiyor. Çünkü insan bilmediği şeyin karşısında oluyor. Bilmediği bir şeye düşmanlık etmek ise cehaletin ta kendisidir. Gelişime açık olmak; bilmediğimiz ama bilmemiz gerekenleri belirlemekle ve öğrenmek için bir takvim yapmakla başlıyor. Yani ne öğreneceğiz? Nerden öğreneceğiz? Nasıl öğreneceğiz? Öğrenmek için ne yapmamız gerekiyor? Bu soruların cevabını önce kendimize vermemiz gerekiyor. Somut birkaç örnek verirsek, mesajımız daha iyi anlaşılabilir diye düşünüyorum.



Bir öğretmen düşünün, bilgisayar kullanmayı bilmiyor. Bir e- posta adresi bile yok. Okulundaki projeksiyon cihazını kullanmayı bırakın, projeksiyon aletinin varlığından habersiz. Bu örneği verirken hiçbir meslektaşımı ayıplamak ya da aşağılamak gibi bir niyetim olmadığını özellikle belirtmek istiyorum. Bilişim teknolojisini kullanamayan bir öğretmen ne yapar sizce?

Bilgisayarın lafı açıldığında konuyu değiştirir.

Bilgisayarda yapılması gerekenleri elde yapar.

Okuldaki öğretmen arkadaşına veya evdeki çocuğuna yaptırır.

Bilmediği bilinmesin diye ücretini öder internet cafede yaptırır.

Bilgisayarın eğitim materyali olarak çok da gerekli olmadığını savunur.

……..



“Bir öğretmenin, mesleğini başarılı bir şekilde icra edebilmesi için mutlaka bilgisayar kullanmayı bilmesi gerekiyor mu?” diye soracak olursanız ben de “Evet, mutlaka bilmesi gerekiyor.” derim. Çünkü öğretmenin okutacağı dersin, müfredat programından tutun planlarına, etkinlik örneklerine, tartışılan konulara varana dek hepsine internet yoluyla ulaşılabilmektedir. E-devlet projesinde ülkemizin kat ettiği mesafe ortadadır. Öğretmenin yapacağı tayin başvurusu, öğrencilerinin ve kendi çocuğunun sınav başvurusu dâhil, özlük bilgilerine ulaşmanın en güvenli ve kolay yolu internet ortamında gerçekleştirilmektedir. Hal böyleyken bir öğretmenin, bilişim teknolojisine yabancı olması belki ayıp değildir ama çok büyük bir eksikliktir. Bence bu öğretmenin yapması gereken, bilgisayar kullanmayı öğrenmeye istek duymalı ve ilgili kurslara başvurarak bu işi öğrenmelidir.



Farklı bir örnek vermek gerekirse, uzun yol şoförlerini özellikle otobüs sürücülerini düşünün. Bu insanların gecesi yok, gündüzü yok. Yazı yok, kışı yok. Durmadan direksiyon başında yol kat ederler ve yolcu taşırlar. Şoförler durmuyor ama otobüs üreten fabrikalar da boş durmuyor. Sürekli yeni araçlar, yeni modeller üretiyorlar. Yeni üretilen bir otobüsün üretimi ve kullanımı, elektronik bilgisi üzerine kurulmuş durumda. Üstelik bu araçların hem kendisi hem de parçaları çok pahalı olduğu için sürücünün hata yapıp araca zarar verme lüksü yok. Ayrıca yapacakları yanlış uygulamalar hem kendileri için hem de taşıdıkları yolcular için tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Peki, ne yapacak sürücüler. “Biz eski model araçları kullanmayı çok iyi biliriz. Bize eski araba verin. Yenilerini kullanmayız. “ mı diyecekler? Hayır, yeni üretilen araçlarla ilgili üretici firmalar tarafından düzenlenen tanıtım seminerlerine ve kurslarına katılacaklar ve yeni arabalara terfi edecekler. Neticede bilinçli firmalar, sürücüleri için gerekli eğitim alt yapı imkânını hazırlıyor ve sürücülerini bu eğitimden geçiriyorlar. Küçümsemek için söylemiyorum ama sürücülerimizin büyük çoğunluğunun eğitim düzeyi de düşük. Yani çoğu ilkokul mezunu. Bazıları lise mezunu olsa bile üniversite mezunu olanların sayısı çok az. Bu bir gerçek. Ama başka bir gerçek daha var. Yolların bu fedakâr insanları, eğitim düzeylerine bakmadan, ekmeklerini kazanma uğruna, yeni üretilen araçların kullanımını öğrenmek için her türlü özveriyi gösteriyorlar ve aslanlar gibi de kullanıyorlar. Kendilerinin ve taşıdıkları yolcuların yaşamlarını tehlikeye atmamak için ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. Bu insanlara teşekkür etmekten başka ne diyebiliriz ki?



Sözün özü, değişime önce kendimizden başlamalıyız. Ön yargılarımızla beynimize vurduğumuz zincirleri kırmalıyız. Beynimizdeki zincirleri koparıp attığımızda ise önümüzde engel olmadığını göreceğiz. Kendi dünyamızda gerekli değişimleri gerçekleştirmeyi başarabildiğimiz zaman, ailemizde ve çevremizde arzu ettiğimiz değişiklikleri gerçekleştirme yolunda ciddi bir adım atmış olacağız diye düşünüyorum. Yoksa “Biz babadan böyle gördük.” deyip, dış dünyaya kapılarımızı kapatarak, çok fazla yol almamız mümkün değil.

__________________
 
Geri
Üst