Duanın Makbul Olduğu Vakitler ve Yerler!

ahueda

Aktif Üye
Üye
Duanın Makbul Olduğu Vakitler ve Yerler!
Bütün zaman ve mekân Rabbimizin tasarrufundadır. Yeryüzü bir mescid, mü’min kullar da birer âbiddir. Nerede seccadesini serer, Rabbına el açarsa, orada ibâdeti kabûl olur, Rabbimiz duâlarına icâbet eder.
Nitekim bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
– Benim arzım geniştir. Nerede isterseniz orada ibâdet ediniz!
Ancak şu da bir gerçektir ki, yeryüzünü bir mescid kılan Rabbimiz, bazı zaman ve mekânları bazısından mübarek kılmış, cereyan eden bazı hâdiselerle üstünlük kazandırmıştır.
Bu sebeble, duâ için böyle mühim zaman ve mühim mekânlar tercih edilirse duânın makbuliyeti daha da ziyadeleşir, Rabbimizin kabûlüne daha fazla mazhar olur.
Nitekim zaman içinde şu devreleri duânın makbûliyetine sebeb olan vakitler olarak sayabiliriz.
– Üç aylar. Özellikle Ramazan ayı. Ramazan ayı içinde Kadir gecesi... Diğer Kandil geceleri. Cuma günündeki icâbe saati, gecenin üçte ikisi geçip sonuncu kısmının girdiği şafak vakti, sabah namazı sonrası, pazartesi ve perşembe geceleri...
Bunlar, zamanın mübarek vakitleri, makbûliyeti fazla olan duâ devreleridirler.
Bir de mekânın makbûl yerleri vardır ki, onları da şöyle sayabiliriz:
– Kâbe ve çevresindeki Harem-i Şerîf ile Arafât, Müzdelife, Mina. Medine’deki Resûlüllah’ın mânevî huzurları, Kudüs’te Mescid-i Aksa...
Bunlar da makbûl duâ yerleridirler.
Bu zaman ve mekânlardaki duâlar elbette daha makbûl ve kudsiyeti daha yücedir.
Ancak şu da unutulmamalı ki, bütün bu zamanlar, mekânlar, yine de insanın duâ esnasındaki iç dünyası, kalb ve dil birliğiyle yakından alâkalıdır. Nerede olursa olsun, insanın gönlünden duâ isteği, çağlayan gibi kopup gelmeli, dilinden yalvarma ve münâcatlar nehir gibi dökülüp akmalıdır ki, duâ hedefini bulsun.
Yoksa basit bir arzu, cılız bir istekle yapılan duâ hangi zaman ve mekânda olursa olsun kabûle şayan olmaz. Böyle isteksiz ve âdet yerini bulsun şeklinde yapılan duâya gafil kalb duâsı denir ki, redde mâruzdur. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz bu duâyı bize şu veciz hadîsiyle haber vermiştir:
– Gafil kalbin duâsı makbûl olmaz.
Gafil kalb nasıl olur?
Adamın elleri semâya açılmış, dilinden bir takım sözcükler dökülmekte, isteklerde bulunmaktadır. Ancak bu esnada kalbi yine dünyevî şeylerle meşgul olmakta, dilinden dökülen cümlenin mânâsıyla kalbinden geçen âdî şeylerin yakınlığı bulunmamaktadır. Yâni dili başka şey söyleyip kalbi başka şeyler hayâl etmektedir. İşte böyle duâ kabûle şâyân olmaz.
Şu kadarı da var ki, duâ bir ibâdet olduğundan, bu hâlde yapılan duâ da yine ibâdet mahiyetini alır, sahibine bir şeyler kazandırır, boş bırakmaz, ama isteğinin kabûl olmasını te’min edemez.
Hanefî mezhebinde ibâdet ânında bir anlık bir huzur bile ibâdetin kabûlüne sebeb sayılır. Şimşek çakması kadar kısa bir dil ve kalb birliği de duânın ibâdet halini kazanmasını te’min eder.
Ancak bu, en asgarî şarttır. İnsan kendini duâ esnasında da dünyevî şeylerle meşgul ve meşbû kılmamalı, kafasını gönlünü temizleyip diliyle kalbini birleştirerek dilinden dökülen cümlelerin mânâsını kalbiyle de tasdik etmeli, diliyle yaptığı duâya kalbiyle de iştirak etmelidir. Okuduğu duânın mânâsını bilmiyorsa, aynı şeyleri düşünmese bile âhirete âit münasip mânâlar düşünmeli, uhrevî duygu ve düşünceler içinde duâ etmelidir. Ta ki duâsı gafil kalb duâsı olmaktan kurtulsun.
Duânın makbûliyet derecesi, duâ edenin içinde duyduğu ihtiyacın şiddetiyle ilgilidir. Ne kadar şiddetli arzu duyar, ne kadar gönülden ihtiyaç hissederse duâsı da o nisbette kabûle şâyân olur.
Bu hususu bir temsille zihinlere yaklaştıran hikmet âlimleri şu misâli verirler:
Resûlüllah’ı rü’yasında görmek isteyen bir adam, tanıdığı mâneviyat büyüğüne gelir ve şu sitemde bulunur:
– Efendi Hazretleri, daha önce de size Resûlüllah’ı rü’yada görmek istediğimi söylemiştim. Siz bana yatarken ne duâ biliyorsanız niyet ederek okuyup yatın, Resûlüllah’ı göreceksiniz, demiştiniz. Ben söylediğinizi aynen yaptım ama Resûlüllah’ı rü’yamda hiç göremedim.
Mâneviyat büyüğü bu defa da şöyle tavsiyede bulunur:
– Sen git, yatarken tuzlu balık ye, su içmeden yat, sabah gel, seninle görüşelim.
Adam gider, bolca tuzlu balık yeyip Resûlüllah’ı böyle göreceği zanniyle yatar. Sabahın erken saatinde yine gelir, Resûlüllah’ı göremediğini söyler. Mâneviyat büyüğü sorar:
– Ne gördün öyle ise?
– Efendim, sabahlara kadar kendimi soğuk suların başında, gümbür gümbür akan nehirlerin kenarında gördüm. Billûr gibi sular çağlıyor, pırıl pırıl çeşmeler akıyordu.
Mâneviyat adamı ikazını tam yerinde yapar:
– İşte, der, mes’ele halloldu. Sen sabahlara kadar berrak suların etrafında dolaştın. Çünkü akşam tuzlu balık yedin, ciğerin kavruldu, suya şiddetli ihtiyaç hissettin. İhtiyacını şiddetle hissettiğin şeyi de rü’yanda rahatça gördün. İşte Resûlüllah’ı görmeyi de aynı şiddetle ihtiyaç halinde hissedersen, O’nu da görebilirsin.Yeter ki, o’nu görme ihtiyacını da su ihtiyacı gibi şiddetli hissedesin. Tuzlu balıkla kavrulan ciğerlerin Resûlüllah aşkıyla da kavrulsun, o’nu görme arzusu seni kaplasın. O zaman Resûlüllah’ı görebilirsin.
İşte bütün duâlar da böyledir. Ne nisbette ihtiyaç hissedersen, o nisbette duân kabûl olur, isteğine kavuşursun.

 
Geri
Üst