Elinna'nın Ölümü ve...

M

Misafir

Forum Okuru
Elinna'nın Ölümü ve...
Hava mı çok soğuktu yoksa duygularımız mı buz kesmişti? Niçin uzayıp giden yollara bir çift söz söyleyemiyorduk? Belki de çaresiz bir yolculuğun kementleriyle bağlanmış, olup bitecekleri olup bitenlere teslim etmiş, zamanın durmasını bekler olmuştuk. Fakat heyhat! "zaman", en az yollar kadar hızlı akıyor; bizi, bir türlü varmak İstemediğimiz, her an görmekten kaçtığımız ama aslında hayat filmimizin her karesinde kaskatı karşımızda duran ve bir gün, evet bir gün mutlaka, eninde sonunda pençelerine takılacağımız kupkuru bir hakikate, ölümün soğuk, bir o kadar da diriltici kollarına götürüyordu.

Donduşeni, sıradan bir mart ayazını bu defa çok sıradışı görüntülerle karşılarken, bizler şehir kilisesindeki birçokları gibi boş gözlerle, ağlayan çiçekleri süzüyor, bir taraftan karşımızdaki sahnenin bir rüya olduğuna kendimizi inandırmaya çalışıyorduk. Duvarları, teslisin çeşit çeşit temessülleri ile dolu kilisenin loş salonunun ortalarına doğru, kalabalığı yararak ilerleyip Elina'ya ulaştık. Belki de bu bir kavuşma değil veda idi.

Kırmızı bir tabutun içinde, her iki yanına dikilmiş mumların titreyen ışıkları içinde yatıyordu. İki omuzunun yanında, birer demet kuru çiçek; daha bir kaç ay önce öğrencilerinin karşısında giydiği yeşil elbisesi; hemen göğsünde birleştirilmiş elleri, sapsan ve donuk, ellerinde mumlar, öylece gülümseyerek bize bakıyor gibiydi...

Mum ışıkları, tütsüler, sanki çok Ötelerden söylenir gibi kulaklarımıza çalınan ilahiler, insanların ne yapacaklarını bilmez bir hâlde çırpınışları...

Ağlamalar, hıçkırıklar...

Kıpkırmızı kan çanağı gözler...

Tabutun yanına yeni bir mum, yeni bir teselli dikmeye çalışan titreyen eller...

Hayır hayır!... Yapılan ya da yapılamayan hiç bir şey kendi kendimizi ve birbirimizi kandırmaktan öteye geçmiyordu. O, çoktan şairin Sessiz Gemi' sine binmişti:

Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden." "

Belki de, orada ağlayanların tersine o, cennette gülerek geziyordu... Sırtından yüklerini atmış, rahat bir nefes almıştı... Şu anda, o da bizi şaşkın bakışlarla süzüyor, hâlimize bir mânâ vermeye çalışıyordu...

Bizse hâlâ, onun gülümseyen yüzünden bir işaret beklercesine tabutun etrafında elpençe duran hâlâyıklar gibi dört dönüyorduk...

Bir parça su mu isteyecek...

Ya da, hava biraz soğudu da, battaniye mi?..

Bak Elina!.. Yavrun burada, okşamak ister misin göz yaşlarını, süzülen yanaklarından?..

Çıt yok!.. Tekbir ses bile!.. Hareketsiz, tepkisiz...

Ama, ama!.. Benim duyduklarımı siz de duyuyor musunuz?

Sanki, o kadar insanın içinde gözlerini bana dikmiş, beynime nakşediyordu:


"Ölecek miyim, ram da söyleyecek çağımda

Söylenmedik cümlelerin hasreti dudağımda"


Tabutu taşıyan arabanın etrafındakilerden sadece Elina üşümüyordu, dondurucu soğukta... O, hâlâ, inanılmaz bir :):):):)netle bizi teskine çalışıyor, ama kimse onu dinlemiyordu. Bense, o tuhaf motor sesinden bile daha net gelen sesine kaptırmıştım kendimi:


"Kapı kapı bu yolun son kapısı ölümse;

Her kapıda ağlayıp, o kapıda gülümse."


Tıpkı senin gibi değil mi Elina? Üç-beş ay Öncesi sen, hiç değişmedin. Hâlâ, o eski canlılığınla, Öğrencilerine duyduğun aşkınla, sınıfına koşar gibi...

Ama bu defa... Bu defa, sınıfında yalnız sen olacaksın, biliyor musun? Öğrencilerini bulamazsan orada, sakın üzülme olur mu? Bak artık, göz yaşlan kurumuş yavruna... En az onun kadar metin ol!

İşte son dilekler, son vedalar... O, son bir kere insanlara gösterdiğin yüzüne, son bir defa daha inip kalkan dudaklar.. Son sıcak temaslar...

Ve kıpkırmızı tabutun üzerine atılmaya başlanan topraklar... Şu fani dünyaya pencerelerini kapatıyorsun artık. Ebediyete yolculuk, sana daha mı tatlı geliyor, arkana bile bakmadan gidiyorsun...

Şimdi o, daha birkaç saat önce onlarca insanla birlikte olduğu şehir mezarlığında...

Yapayalnız... Tek başına...

Soğuk ve ayaz... Dar bir çukur... Üstü örtülü...

Bak Elina!..

En yakın dostların...

Annen, baban, çocuğun...

Akrabaların...

Nerede seni günahlarından arındıran papaz efendi?

Nerede, sana hiç faydası olmayan ve olmayacak çiçekler, çelenkler, bisküviler, şekerlemeler?

Nerede senden, 'Eylül'de görüşürüz' deyip ayrılanlar?

Şimdi onların altlarındaki döşekler seninkinden daha mı sıcak?...

Daha mı sessiz?..

Daha mı ferah ve geniş?..

Şimdi sen kiminlesin... Onlar kiminle...

Ya yarın... Sonraki gün... Kaç gün sonra seni hâlâ hatırlıyor ve seninle yaşıyor olacaklar...

Yoksa... Yoksa bütün olup bitenleri, her gün olup biten binlercesi gibi unutkanlığın ve gafletin kalın perdesi arkasına atıp, ferih ve fahur...

Sanki hiçbir şey olmamış gibi...

Sanki şu yolda yürüyenler, aslında senin yanına, daha göz açıp kapamadan gelmeyeceklermiş gibi...

Ve sen, sadece bana mı söylenip duracaksın böyle?.. Neden sesini biraz daha yükseltmiyorsun?.. Herkes duysun bana söylediklerini, herkes:


"Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden,

Soruversem; haberin var mı öleceğinden?"

Neden kalkıp insanlara bütün gerçekleri anlatmıyorsun? Neden böyle sessizce çekip gidiyorsun? Sevgiyi, merhameti, insanlığı öğretmiyorsun...

Sen Öğretmensin...

Öğretmelisin, anlatmalısın...

Giderken bile...

Ebedî...

Ve ben şimdi... Senden sonra elime tutuşturulan yuvarlak bir ekmek, bir havlu, bir kutu kibrit ve incecik, tıpkı senin gibi kırılmış bir mum... ve diğer unutulmazlarla, hayatın örümcek ağından ipinde sonsuzluğu aramadayım...
 
Geri
Üst