her sonbaharda ölmek!!!

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
her sonbaharda ölmek!!!
Sonbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Kızılay meydanına bir heyula gibi çöken beton yığıntısı binalar, mevsimin kasvetini artırmaktan başka bir işlev görmüyordu. Kızılay’dan Sakarya’ya uzanan caddenin çevresindeki ağaçlar, son demlerini yaşayan benzi solmuş, parmakla sayılı yapraklarının, olası bir esintiyle savrulup düşeceğinin endişesini taşıyordu. İnsanlar olağan koşuşturmaları içerisinde bunun ayrımında değiller yada öyle görünüyorlardı.
Koşuşturma içindeki insanların arasında kırk, kırk beş yaşlarında, kırçıl saçlı, pos bıyıklı uzun boylu birisi çevresini özlem dolu bakışlarla izleyerek alçak iskemleli çay ocağına doğru yürüyordu. Sonbaharın ağaçlarda yarattığı karamsarlığın tek ayırtında olan oydu sanki. Çevresini derinlemesine inceler görüntüsüyle uzun zamandır Ankara’dan uzak olduğu bir bakışta anlaşılabiliyordu. İç ürperten tipik bir orta Anadolu sonbaharı yaşanıyor olmasına karşın, caddede ondan başka elinde pardösü taşıyan kimse yoktu.
Çay ocağına geldi, ocak bölümündeki iki kişi dışında içeride kimseler yoktu. Dışarı atılmış küçük iskemleli masalardan birine yıllar önce yaptığı gibi yığılırcasına çöktü. Yorulduğunu duyumsadı. Eskiden de yoruluncaya kadar gezip, son kertede soluklanmak için bu çay ocağına gelirlerdi. Pardösüyü, yanına çektiği hasır iskemlenin üzerine ikiye katlayıp düzelterek yerleştirdi. Çay ocağına doğru baktığında ocaktaki kişilerden biriyle göz göze geldi, işaret parmağıyla bir yapıp belli belirsiz gülümsedi. Çay ocağındaki, mesajı aldığını belirtir bir jestle karşılık verdi.
Oturduğu masa tiyatro meydanına bakıyordu. Ankara’dan ayrılmadan önce tiyatro meydanına dikilmiş olan heykele yüzü dönük oturmuştu. Heykelin dikildiği günleri düşündü bir an. Yine bir sonbahardı. İnşa sırasında epeyce toz çıkarılmıştı. Beton parçalarının üzerinden sekerek yine bu çay ocağına gelmişlerdi. Yanındaki kız arkadaşının sekerken ayağını burktuğu an gözünde canlandı.
Başını gökyüzüne çevirip serin sonbahar havasını ciğerlerine çekti. Tuttu. Bıraktı. Tuttu, bıraktı, birkaç kez tekrarladı. Esrikleşti, başı döndü. Gözlerini kapatıp bir süre öylece durdu. Çaycının, küçük masaya bardağı koymasıyla çıkan sesle kendine geldi.
Cebinden oldukça eski bir zarf çıkardı. Kat yerleri eprimişti. Zarf Ankara’dan postalanmıştı, pulu duruyordu ve üzerinde kuruşlarla belirtilen bir posta değeri vardı. Zarfı açtı, içinden vasiyetnameye benzer -öldükten sonra açılması gerektiğinden yıllarca açılmamış olduğu izlenimi veren- güz yaprağı görünümünde sararmış bir kağıt çıktı. Usulca açtı.
“ Merhaba aşkım,
Bugün 18 Kasım Pazartesi. Sabahın ilk ışıklarını ben avuçladım. Hiç teneffüs edilmemiş oksijeni ve serin sonbahar güneşinin ilk gülümseyişlerini senin için biriktirdim. Mektubumu koklamanı istiyorum çünkü sana gökyüzünü yolluyorum. İnanamayacağın kadar romantikleştim bu aralar. En son konuşmalarımızı, iliklerime kadar işleyen sesini kulaklarımda taşıyorum hala. Sesini daha çok duyabilmeyi ve beni iliklerime kadar titreten o sesinle kulaklarımda bir ömür boyu çınlamanı istiyorum.
Şu anda Sakarya’da yeni açılan bir kafedeyim. Minicik sarı lambalarla içerisi hoş bir loşlukta, bu loşluk kafenin ahşap masalarını sandalyelerini nostaljik bir havayla aydınlatmakta ve bana seni anımsatmakta.
Beynimin kıvrımlarına demirlemiş olan seni; derin mavi gözlerinle, uzun, düz sarı bıyıkların, tenimi acıtan tıraşsız yüzün ve tüm görkeminle özletmekte. Ellerimiz ayaklarımızla bir birimize dokunmalarımız, öpüşmelerimiz, kemiklerimizi bir birine geçirircesine, tek beden olurcasına sıkı sıkıya sarılışlarımızı anımsatmakta. Çırılçıplak duvarların, taşlarına uzanıp ateşimizle ısıttığımız zeminin tanıklık ettiği ilk ürkek sevişmelerimizin, doruklara birlikte tırmanmalarımızın, her deşarjdan sonra bir birimizi yeniden şarj etmelerimizin özlemini büyütüyorum içimde.
Bir birimizi yine, yeniden biriktirebileceğimiz günlerin yakın olmasının beklentisi him taşı düşürüyor yüreğime. Endişeler de taşıyorum gelecek günlere ilişkin. Tüm damarlarıma, hücrelerimdeki atomlara kadar deprem sarsıntısıyla sarstığın, kasıklarımı yakıp kavurduğun o güven veren sesinle bana ulaşmanı ve endişelerimin yersiz olduğunu belirtmeni bekliyorum.
Beklediğim yanıtın ulaşmaması beni iyice sigaraya yöneltti. Biliyorum gözlerini devirip didaktik bir tarzda “Yine mi?” diyeceksin. Hiçbir zaman sevemediğin o bitkinin yarattığı esriklikteki ciğerlerim, her seferinde sigaranın dumanını değil seni çekiyor. Çırılçıplak yalnızlığımı yok etmek için doyasıya seni çekiyorum içime.
Ne olur kızma bana, cebimdeki üç kuruş parayı da şaraba vereceğim şimdi. Biliyorum bu tarz yerlere yalnız gelmemem gerektiğini. Hoşlanmazsın. Ama sen yoksun ve seni yaşamam gerek. Senin varlığını duyumsamadığım gün ölümüm olur. Bırak şimdi iki kadeh seni yudumlayayım, iki nefes seni çekeyim ciğerlerime. Biriktireyim seni tüm bedenimde.
Bu günlerde ağaçlar, döktükleri yapraklarla sensizliğimi dolu dolu yaşatıyorlar bana. Sonbaharda sensizlik daha bir acıtıyor beni. Sensizlik daha ağır geliyor. Serin sonbahar akşamları sarılarak yürüyen gençleri gördüğümde kıskanıyorum. Sensizliğimin sorumlusu onlarmışçasına. Aşkım, bu yürek daha ne kadar dayanacak bilemiyorum. Şairin dediği gibi, “El ayak buz yürek cehennem”.
Dillerini bile bilmediğin, üstelik yönetim biçimlerine tavır aldığın bir ülkede bensiz ne yapıyorsun. Oralarda sonbahar daha yıkıcıdır. Kar başlamış olmalı, tüm görkemine karşın nazeninsindir, kendine dikkat et. Kaşkol işledim ama gönderme şansım olmadı. Bu yıl gönderemezsem seneye kullanırsın.
Oturduğun kentin ormanlarının çok güzel, çok gösterişli olduğunu okudum. Zaman zaman orman yürüyüşleri yap. Orman havası iyi gelir insana. Memleketi, dostlarla gittiğimiz piknikleri, altında hayal kurduğumuz ağaçları, yakalayıp inceledikten sonra doğal ortamına bıraktığımız börtü böceği, ( istersen ! ) bir de beni düşünürsün.
Bir tanem, yazıma son verirken seni kokluyor, kucaklıyorum. Beni habersiz bırakma aşkım. Sağlıklı kal.
Senin Öznur’un”

Sarışın uzun boylu adamın gözlerinin beyazı kanlandı. Okyanus mavisi gözlerinde bir fırtınanın ilk kıvılcımları şakıdı. Kaşları bir birine yaklaştı. Boğazı kurudu, güçlükle yutkundu. Çayına dokunmamıştı bile. Cüzdanını açtı. İçinden bir miktar para çıkardı. Parayla birlikte bilgisayarda yazılmış bir kağıt parçası yere düştü. Görmedi yada umursamadı. Birkaç çay parası olabilecek miktarda parayı masaya, çay tabağının altına sıkıştırdı. Kalktı. Otobüs duraklarına doğru ağır ağır yürüdü gitti.
Bardağı almaya gelen çaycı dolu bardağa bakıp başını iki yana salladı. Bardağı alacağı anda masanın ayağına yaslanmış duran kağıdı gördü. Eğilip aldı. Adamın arkasından koşmak yerine, içeriğini öğrenme merakıyla kağıdı okudu. Hastaneden alınmış doktor kaşesi imzası bulunan resmi bir rapordu.
 
Geri
Üst