laiklik

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
laiklik
Laikliğin Tanımı
Laiklik kavramı eski Yunanca da ki ‘’Laikos’’ kavramından gelir ve din adamı olmayan dinle ilgisi olmayan insanlara verilen addır. Bu laikos sözcüğü de gene eski Yunanca’da ‘’halk’’ anlamına gelen ‘’laos’’ sözcüğünden türemiştir. Daha sonra bu sözcük, ‘’laicus’’ olarak Latince’ye geçirilmiş ve Fransızca’dan da Türkçe’ye çevrilmiştir. Laiklik genelde yasama, yürütme ve yargı güçlerinin dînî olarak nitelendirilen ilkelere göre düzenlenmediği bir yapılanma biçimi olarak tarif edilebilir. Laik devletlerde din olgusu devletin esas teşkilatına müdahale etmez. Dinsel kurumların, laik devletlerde, devlet yönetimine etkisi yoktur. Laik devletlerde din, devletin olağan görev ve yetkileri içinde sosyal bir olgu olarak ele alınır. Tüm sosyal olgular gibi düzenlemeler görür. Bu düzenlemelerde temel ölçü, çağdaş değerlerdir.

Laikliğin halk arasında kabul edilen anlamı: dini kurum ile devletin birbirinden ayrılması iken, bu, Türkiye’de modernliğin simgesi olarak anlam görmeye başlamıştır. Hatta bu anlam daha ileriye giderek dini hayatın bürokratlarca kontrol edilmesi anlamını kazanmıştır.

Türkiye’de durum böyleyken Batıda dinin devlet üzerindeki baskısının yok edilmesi ancak ekonomik ve toplumsal gelişmelerle, kentli sınıfının gelişmesiyle ve buna bağlı olarak ulusal devletlerin ortaya çıkışıyla gerçekleşebilmiştir.


Laiklikten önce Din ve Devlet İlişkisi
Ortaçağdan önce insanlar kralın gücü tanrıdan geliyormuş gibi görür, yetkisiyse Tanı’nın istemi olarak kabul ederlerdi. Daha sonra ortaçağda Hıristiyanlık yayılınca, Tanrı kutsal ruh olarak Hıristiyan dünyasını ve Hıristiyanların yaşamını yönettiğine inanıldı. Ortaçağın ilk günlerinden itibaren Kilise Doğu Roma imparatorluğunun şemsiyesi altında resmi din niteliği kazanırken Doğu Roma’da egemenliğini kilise desteği ile sağlamlaştırmak istiyordu. Gün geçtikçe kilisenin otoritesi sağlamlaşıyordu bu otoriteye ilk isyan Yüzyıl Savaşları sırasında İngiltere’den geldi.
İngiltere’nin Fransa ile yaptığı Yüzyıl Savaşları sırasında Papanın açıkça Fransa’yı desteklemesi İngiltere’nin papaya karşı yüzyıllardır süren saygısını azalmaya başlamıştı. Saygı yerine hoşnutsuzluk ve isyan duyguları gelişiyordu. Zaten savaştan bunalmış olan halk, kilisenin göze batacak kadar çoğalmış olan mallarının devlete aktarılmasını istiyordu. Aynı dönemde gene İngiltere’de Wyclif’in önderlik ettiği yeni bir din, yeni bir Hıristiyanlık anlayışı doğdu. Bu anlayışa göre kilisenin tek önderi Hz. İsa olabilirdi. Onun İngiltere’deki temsilcisi Papa değil, İngiltere Kralı olmalıydı. Bu gibi düşüncelerin çoğalması ve halkın bilinçlenmesi ekonomik ve toplumsal açıdan gelişmesini sağladı. Bununla beraber parlamentolar oluşmaya başladı. Ayrıca dünyanın yeni siyasal görüntüsü içinde kamu oyu uyanmış ve özellikle burjuva sınıfı siyaset içinde yer alma talebiyle ortaya çıkmıştı. Bu koşullar altında krallar günümüzdeki gibi olmasa parlamentonun açılmasına izin vermek ve bu gelişmelere göz yummak zorunda kaldılar.
Önceleri kent meclisleri biçiminde görülen bu parlamentolar, kısa bir süre içinde ulusal parlamentolar niteliğini kazandı. Böylece krallar artık sadece ‘’Tanrı böyle yaratmış olduğu için ve ‘’kilisenin manevi otoritesi’’ altında değil, bir anlamda ulusal iradeye dayanarak hüküm sürmeye başladılar. Ancak hak egemenliği buna rağmen son derece dar bir anlam taşımaktaydı.
Dünya üzerinde oluşan bu meclislere her ülkede faklı adlar takılmıştır. Aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra bu meclisler ve kral arasında otorite kavgası çıkacaktır. Zaten oy verme yaygınlaştıkça bu meclisler halk egemenliğine dayanmak isteyecekler ve insanlar arasında eşitsizlik üzerine kurulu bulunan eski düzenin yerine, eşitlilik ilkesini benimseyen yeni bir düzenin savaşını vereceklerdir. Laikliğin başlangıç noktası bu olacaktır.


Türkiye’de Laiklik Nasıl Oluştu?
Bundan önceki yazımda laikliğin yönetenlerin yönetme gücünü dinden ya da tanrıdan değil halktan aldığı yönetim biçimi olduğunu söyledim. Ancak her laik yönetim laiklik olmadığı için ‘’Laiklik yönetenlerin yönetme gücünü tanrı dışında bir güçten aldığı yönetim biçimidir’’ demek daha doğru olur.
Atatürk daha Anadolu’ya geçtiği gün laiklik ilkesini öne sürmüş ve bütün kongreler bu ilke çerçevesinde toplanmıştır. TBMM ilk açıldığında bir anlamda halk iradesi egemen olmuş bir anlamda da laiklik yaşama geçmiştir. Mustafa Kemal daha gençken bile bir ülkenin yönetiminin ancak ulusun iradesine dayanarak oluşturulabileceğine inanmış ve buna karşı örgütlenmeye çabalamıştır.
Osmanlı hükümetinde, istifa eden Sadrazam Talat Paşa’nın yerine İzzet Paşa’nın geçmesi Atatürk’ü kuşkulandırıyordu. Çünkü Atatürk İzzet Paşa’nın meclisi kapatacağından korkuyordu. Bu yüzden Atatürk İzzet Paşa’nın Mecliste güvenoyu almasını istemedi. Mustafa Kemal eğer meclis kapatılırsa Osmanlı Hükümetinin barış görüşmeleri sırasında ulus denetimin dışında kalacağından korkuyordu. Eğer hükümetin arkasında halkın destek ve denetimi olmazsa barış masasında aciz kalınabilirdi.
Atatürk’ün kafasındaki yönetimin ancak ulus egemenliğine dayanan bir irade olduğunu söyledim. Bunun en güzel örneğini Erzurum ve Sivas kongrelerinde görüyoruz. Bu kongrelerde yayımlanan bildirilere baktığımız zaman Mustafa Kemal’in amacının kapatılan Mebuslar Meclisi seçimlerinin derhal yapılması ve hükümetin ulus temsilcileri altına sokulması olduğunu görüyoruz. Zaten Sivas kongresi sonrası Damat Ferit Paşa istifa etmek zorunda kalacak ve seçimlere gidilecektir.
Atatürk, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasının ancak batılılaşma yoluyla olabileceğine inanmış ve batı modeli laik bir cumhuriyet kurmuştu. Tanrı egemenliğine dayanan monarşik bir düzen yerine halk egemenliğine dayanan laik cumhuriyet düzenini getirdi.


Türkiye’de Laikliğin Önündeki Engeller
Cumhuriyetin ilk 20 yılında tek parti yönetimin doğası gereği ve Cumhuriyetin kurumsallaşmaya olan ihtiyacı nedeniyle izlenen laiklik yanlısı kamu politikaları ve alınan tedbirler, çoğu okur-yazar olmayan ve köylerde geleneksel bir yaşam tarzı süren kitlelerce anlaşılmadığı gibi, onların dini kültürlerine bir tehdit olarak algılandı. Okullaşmanın çok düşük olduğu ve kitle iletişim araçlarından sadece belli bir kitlenin yararlanabilmesinden dolayı Atatürk devrimleri geniş bir kitleye aktarılamadı ve mâl edilemedi. Bunun yanında gizlilikle faaliyet gösteren tarikat ve cemaatler, laikliği dinsizlik olarak tanıtırken halk arasında destek bulmakta güçlük çekmediler.
Çok partili döneme geçiş, tarikat ve cemaatlerin diğer muhalefet odakları gibi Demokrat Parti etrafında toplanmalarına yol açtı. Cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen Jakoben laisizm(1) yerini İs lamın yeniden yapılanmasına ve kurumsallaşmasına bıraktı. Bir süredir okunan Türkçe ezanın yeniden Arapça’ya çevrilmesi ve kapatılan tekke ve tarikatların faaliyetine izin verilmesi bu restorasyonun en açık örnekleridir. Demokratlar hürriyet adına din ve vicdan hürriyetini desteklemenin ötesine giderek, dini siyasete alet etmeye başlamışlardır. Dine verilen tavizler sistemli bir akın haline gelmişti. Demokratların oy toplama silahı olarak islamı kullanması ve siyasi söyleme islâmi unsurları eklemesi Atatürk’e yapılan saldırıların artmasına neden olmuştur. Bu saldırılara karşı gerekli önlemler alınarak dini siyasete alet etme cezalandırılmıştır.
İslamın siyasete alet edilmesin rejim açısından tehlikeli sonuçlar doğurabileceği endişesi sonucu 1961 Anayasası dinin ve dini duyguların siyasi amaçlar ile kullanımına karşı önlemler öngörmüştür. Tarikat ve cemaatlerin etkin faaliyetleri ile güçlenen islami hareket 1960ların sonunda bağımsız bir parti tarafından temsil edilmeyi terci etti. 1970 yılında Erbakan başkanlığında Milli Nizam Partisi kuruldu. Fakat 1971 yılında Türkiye’de teokratik bir yapıyı yeniden kurmayı amaçladığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince kapatıldı.
Bu sırada yanlış ve çarpık bir demokrasi yorumu yapılmakta ve halkın çoğunluğu islam düzeni isterse, demokrasi de bu düzene geçilmesini emreder. Anlayışı ileri sürülmektedir. Her şeyden önce belirlenmesi gereken nokta demokrasinin sadece bir çoğunluk rejimi olmadığıdır. Demokraside elbette çoğunluğun iradesi egemendir fakat bu iradenin de bir sınırı vardır. Bu sınır azınlık iradesinin yaşam alanıdır. Nasıl bireysel özgürlükler başkaların özgürlüklerine tecavüz etmemekle sınırlandırılıyorsa aynı şekilde çoğunluk iradesi azınlık iradesine tecavüz etmemekle sınırlandırılmıştır. Halkın çoğunluğu islam düzeninde yaşamak istiyor diye geri kalanlar bu düzene uymak zorunda değildir. Eğer bu yapılırsa demokrasi ortadan kalkar ve direnme hakkı doğar ve bu direnme hakkının kullanılmasını kimse demokrasiye saldırı diye adlandıramaz.
Toktamış Ateş “Dünyada ve Türkiye de Laiklik
 
Geri
Üst