Marmara'nın Düşü ADALAR

PaSikA

Yeni Üye
Üye
Marmara'nın Düşü ADALAR
büyükada kadınlar plajı adalarda kadınlar plajı marmara adası adalar
Uzun kış günlerinde baş başa kalan Adalar, yazın gelişiyle şenleniyor. Denizle kucaklaşmak, yeşilin içinde yürümek, bisiklete binmek, piknik yapmak isteyenler ada vapurlarını dolduruyor.



12_98BURGAZAD.jpg






Alt kattaki komşunun kaldırımdaki bir karışlık toprağa diktiği, kimse zarar vermesin diye de telle çevirdiği incecik bir sarmaşıktı. Sabırla büyüdü. Sonra, yavaş yavaş mutfak balkonuma tırmandı. Bu bahar hiç haber vermeden pencereye kadar gelmiş. Neredeyse şeffaf, yemyeşil, minik yapraklarını görünce, aldı beni bir sevinç. Artık, vapura atlayıp adaya gitme zamanı gelmişti. Adada evim, yazlığım olduğundan değil, denizin kokusunu duymak, martıları görmek, yürümek, rezene, ebegümeci, radika toplamak, bisiklete binmek için... Bütün kış ihmal edilen ada kedileri de sevinirdi bu işe. Bir parça taze ekmek bile gönüllerini almaya yeterdi.

Marmara Denizi’nin güneyinde, anakaradan uzakta maviliklerden yükselen bu bir grup yeşil tepecik, günümüzde İstanbullular için önemli bir kaçış noktası. Adalar artık şehrin hayhuyundan uzakta, ama yine de sınırları içinde, mutena bir yazlık ya da halka açık bir piknik yeri olarak düşünülüyor. Bu yüzden yaz ve bahar ayları geçip okullar da açılınca geride bir avuç insan kalıyor. Ancak, eski yerlileri hiç terk etmez, bütün bir kış, bütün bir yaz yaşarmış Adalar’da. Böylece, kendine özgü adetleri, gelenek ve eğlence biçimleriyle zamanında canlı bir ada kültürü oluşmuş.





MAVİ SÜRGÜN

Adaların rutubetsiz ikliminin, kızılçam ormanlarının havasının insan sağlığına iyi geldiği öteden beri bilinir. Günümüzde buna en iyi örnek Heybeliada, Çam Limanı’ndaki sanatoryum. Verem teşhisi konulan anneannem, burada gördüğü tedavinin onu yeniden sağlığına kavuşturduğunu söylerdi. Daha eskiye gittikçe, 16. yüzyılda İstanbul’da veba ve kolera gibi salgınlar çıktıkça insanların kaçıp Adalar’a sığındığı biliniyor. O devirlerde ulaşım sandalla (pazarkayığı) ancak dört saatte sağlanırmış. Adaları tarihte çoğu zaman anakaradan gelen pek çok tehlike, hastalık ve kötülüğe karşı koruyan bu izole konumu, bir dönem hiç de hayırlı olmayan amaçlar için kullanılmalarına da neden olmuş. Gözden düşen saray mensuplarının, prens, imparator ve imparatoriçelerin gönderildikleri bir sürgün yeriymiş Adalar. Bu yüzden halen ‘Prens Adaları’ olarak da biliniyorlar. Hristos Tepesi’nde bulunan Roma devri mezarla çok eski bir yerleşim yeri olduğu anlaşılan Burgazada ise bir zamanlar ününü, Aya Yani Kilisesi’nin -ancak bir mezar genişliğindeki- zindanında Patrik Methodios’un çektiği çileye borçluymuş. Kadın olduğu için imparator olarak kabul edilmeyen ve gözden düşen İmparatoriçe Eirene ise Büyükada’daki Kadınlar Manastırı’na sürgün edilmiş. Bizans devrinde inzivaya çekilmek isteyen keşişler de bu ‘denizaşırı’ konumları nedeniyle Adalar’ı seçermiş. Tepeleri manastır ve kiliselerle taçlandırılmış adalara ‘Papaz Adaları’ denmesinin nedeni böyle açıklanmakta. Günümüzde pek uğrayanı bulunmayan Heybeliada’daki Aya Spiridon (Terk-i Dünya / Tarik-i Dünya) Manastırı ise dünyadan elini eteğini çekmiş insanların sığınağı olarak tarihteki yerini alıyor.





BİR VAPUR UZAKLIKTA

Marmara takım adalarının bu erişilmezliği buharlı vapurların icat edilip de 1846’da İstanbul, Adalar ve Kadıköy arasında işlemeye başlamasına kadar sürüyor. Bugün anakaradan vapurla yaklaşık yarım saat uzaklıktaki Adalar, artık bize İstanbul’un diğer ilçeleri kadar yakın.

Hem de trafik yok, hava kirliliği yok, çarpık kentleşme yok ve serçelerden başka gürültü yapan yok. Buna karşılık Akdeniz iklimi, verimli toprağı, fıstık çamları, erik ve badem ağaçları, akasyaları, ilkbaharda envai çeşit renkte çiçeklenen maki bitki örtüsü, dökme demirin dantela gibi işlenmesiyle yapılan bahçe kapılarından, parmaklıklarından dışarıya mimoza dalları, mor salkımlar, zakkumlar taşan zarif köşkleri var. Çoğunlukla 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak buraya yerleşenler tarafından yaptırılan köşklerin eklektik tarzı biraz gösterişe kaçsa da bu, bizim tasadan uzak yaşanmış hayatlara, içilen ferah kahvelere imrenmemizi, kısacası gündüz düşlerine dalmamızı engellemiyor.








TEMİZ HAVA İŞTAH AÇAR!

Çiçeklerin, çam ağaçlarının kokusu ve denizin iyotuyla yüklü bir havanın iştahı açtığı da bir gerçek. Bu yüzden adada yemek yemenin hep ayrı bir zevki olmuştur. Çocukluğumuzda bahar gelince Büyükada’da Dilburnu’ndaki çamların altına mutlaka piknik yapmaya gidilirdi, yazın da tekneyle sakin koylardan birinde ya da ünlü Yörük Ali Plajı’na ailecek denize girmeye… Evde hazırlanan çıkınlar açılır, içinden çıkan kuru köfteler, dolma ve böreklerle küçük bir ziyafet sofrası hazırlanırdı. Bugün de özellikle Büyükada’ya gidince iskelenin hemen yakınındaki balık lokantalarına, midye tavacılara uğramak ya da adanın en yüksek tepesi olan Aya Yorgi’ye çıkmadan şarküterilerin birinde sandviç hazırlatmak adaya gitme ritüelinin bir parçası oldu. Faytona binmeyip böyle zevkli bir yürüyüşe kalkıştığımızda ikinci durak Dilburnu’nun ötesindeki Lunapark Kır Gazinosu oluyor. İğne yaprakları gün ışığını süzen çamların altındaki masalarda verdiğimiz molanın süresi bir çay içimlik. Bu sakin ortamdan ayrılmak hep zor olsa da asıl amacımız, Aya Yorgi Kilisesi ve manastırına varan o sarp yokuşu tırmanmak. Eski bir inanışa göre, 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde Aya Yorgi Kilisesi’ne yürüyerek çıkanların dilekleri gerçek oluyor. O günlerde tepedeki kilise ve manastır ziyaretçi akınına uğruyor. Yokuşu çıkmak biraz zahmetli de olsa, tepeye varınca ayaklarınızın altına serilen manzara öyle güzel ki, asıl ödülün belki de buraya varmak olduğunu hissediyorsunuz. Aya Yorgi Kır Bahçesi’ndeki lokantada kendinize enfes bir ziyafet çekebilirsiniz.


12_98heybeli%20ada4.jpg



SAİT FAİK’İN EVİ

Zevkle yürünen parkurlardan biri de Burgazada’da. Sait Faik’in şimdi müze olan mütevazı evini gezdikten sonra hem doğal plajında denize girmek hem de deniz ürünlerinden oluşan bir öğle yemeği yemek için Kalpazankaya Kır Gazinosu’na doğru uzanabilirsiniz. Çam ağaçları, sarı sarı açan katır tırnakları, kocayemişler ve yolcu taşıyan faytonlar yol boyunca size eşlik edecek. Gazinoya vardığınızda sofranızı şenlendirecek bir seçenek de çiroz: En lezzetlisi ve makbulü uskumrudan yapılan, sirkede dinlendirilip, zeytinyağı, limon ve ince ince kıyılmış dereotuyla servis edilen çiroz, eski İstanbul’un vazgeçilmez bir mezesi…

Şairin, “Fırlatıyorum işte ayakkabılarımı bordanın üstünden, gitmek isterdim çünkü sizlere değin” diyerek gönderme yaptığı adalar, bizim evcil Adalarımız olmasa da adaya gitmek İstanbullular için çok özel bir yolculuk olmuştur hep. Marmara’yı ıssız bir deniz olmaktan kurtaran Adalar’a uzaktan bakmanın bile ayrı bir keyfi var, değerini bilemeyip uzun kış günlerinde yalnız bıraksak da...
 
Geri
Üst