öykülerde Mustafa Kemal Atatürk!

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
öykülerde Mustafa Kemal Atatürk!
Atatürk'ün bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor:

Çankaya Köşkü'nün bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Ata'nın geçeceği yolu kapatıyordu. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz tarafındaki kısma yaslanarak karşıya geçti. Derhal atıldım:

- Emrederseniz derhal keselim Paşam!

Bir an yüzüme baktı, sonra:

- Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!

--------------------------------------------------------------------------------

Birgün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:

-"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu.

Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

-"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu.

Adamcağız yüzüne bakakaldı.

-"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..."

-"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız."

--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk, 1936'da bir lise öğrencisine şunları yazdırmıştır: "Garb senden, Türk'ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün garb, nihayet teknikte bir tefevvuk gösteriyorsa ey Türk çocuğu, o kabahat da senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir neticesidir."

--------------------------------------------------------------------------------

Düşman 18 Mart 1915' te donanma saldırısında başarısızlığa uğraması üzerine karadan zorlama yapmak üzerine boğaz dışındaki adalara yığınak yapmaya koyuldu. Bu haber alındıktan sonra 22 Mart 1915' te Çanakkale bölgesinde beşinci ordu kuruldu. Bütün kuvvetler ordu emrindeydi. Ordu onbeşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak 19. tümeni 19 Nisan' da yedek alarak Biga' ya geldi. 25 Nisan 1915' te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu' na cıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi burada arkasından koşup gelen 27. Türk alayı ile karşılaştı. Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, Alata gidilmediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırına geldi. Orada cephaneleri bittiği için ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı: - Niçin kaçıyorsunuz? Dedi. - Efendim düşman... - Nerede düşman? - İşte... diye 261 rakımlı tepeyi gösterdi. Gerçekten de düşman birinci avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Askerleri dinlenmeleri için bırakmış ve düşman da bu tepeye gelmişti. Düşman ona kendi askerlerinden daha yakındı. Bulunduğu yere gelseler kuvvetleri pek kötü duruma düşeceklerdi. O zaman bir mantıkla mı yoksa içgüdüsel olarak mı bilinmez kaçan erlere: - Düşmandan kaçılmaz, dedi. - Cephanemiz kalmadı, dediler. - Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedi. Ve bağırarak: - Süngü tak! Dedi. Yere yatırdı. Aynı zamanda Conkbayırı' na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel bataryasının erlerini marş marşla bulunduğu yere gelmeleri için emir subayını yoladı. Erler yere yatınca, düşmanda yere yatmıştı. İşte savaşın kazanıldığı an bu andı...









YENİ TÜRK ALFABESİNİN KABULU Atatürk 1928 yılı Haziran' ında, yeni Türk Alfabesi' nin tespiti ile ilgili bir komisyon kurulmasını istedi. Çalışmaların sonucu olan alfabeyi Ata'ya Falih Rıfkı Atay getirdi. Atatürk bunları uzun uzun inceledi ve sordu:

- Yeni yazıyı uygulamak için ne düşündünüz?

Falih Rıfkı: - Bir onbeş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa süreli iki öneri var dedi.

Öneri sahiplerine göre ilk zamanlar iki yazı bir arada öğrenilecekti. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardı. Daireler ve yüksek okullar içinde bazı yöntemler düşünülmüştü. Atatürk Falih Rıfkı'ya baktı: -

Bu, ya üç ayda olur ya da hiç olmaz, dedi.

Hayli radikal bir devrimci iken Falih Rıfkı dahi şaşırmış ve bakakalmıştı. Atatürk devam etti ve:

- Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. İşte bu yüzden olmaz, dedi.

--------------------------------------------------------------------------------

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

10 Ağustos 1915. Conkbayırı' nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:

- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret vediğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücüm baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı' ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30 da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^Allah Allah^^ sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.

Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.

Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.








SAVARONA

Atatürk' ün İstanbul' daki mutluluklarından biri Florya' yı keşfetmesi oldu. Birkaç gidip gelmeden sonra buradaki plajı canlandırmaya karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi birşeydi. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştı ki yıllarca yaz aylarını adeta su içinde geçirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapar ve burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk Köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacaktı, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmayı istemedi. Yine ilk projeye göre demir yolu geriye alınacaktı:

Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.

Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.

Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.

Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:

-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim? Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.

--------------------------------------------------------------------------------


Atatürk ve... Onu Ağlatan Arya: Tosca

“Atatürk’ün çok duygulu olduğu bir akşamdı. Bir şeye içlenmiş olduğu belliydi. Tosca Operası’ndan Cavaradossi’nin ünlü aryasını çok severdi ve bana birçok kez çaldırmıştı. O gece de biliyordum ki sıra Tosca’ya da gelecek. ‘Hatta bir yanlış yapmayım’ diye aryanın notalarını bile yazmıştım ve cebimde hazır bulunduruyordum. Nihayet bana döndü, ‘Çal bakalım şu Tosca’yı’ dedi. Ben notayı çıkarttım. ‘Hayır, hayır öyle değil. Notayı bırak, notasız çal.’

Notayı bıraktım, gözlerimi kapadım, konsantre oldum, başladım çalmaya. Henüz bir iki nota çalmıştım ki, ‘Hayır olmadı, bana dön, bana çal. Benim gözlerime bak öyle çal’ dedi.



Masada oturuyordu. O’na döndüm ve çalmaya başladım. ‘Gene olmadı, bana daha yaklaş’ dedi. Yaklaştım, çok yaklaştım. Belliydi ki çok uzak bir anısının içine gömülmek istiyor ve içinden çok eski zamanlara ait birşeyler taşıyor, fışkırıyor, fışkırıyordu. İçinde kopan fırtınayı dindiremiyordu bir türlü... Sonunda, ‘Kemanın sapını omuzuma dayayacaksın ve öyle çalacaksın’ dedi.

“Bir an için gözünüzün önüne getirin; tarihimizde yaşamış, yaşayacak en büyük Türk, bir sanatçıya ‘Kemanının sapını omuzuma daya ve o şekilde en sevdiğim melodiyi çal’ diyor. Ben de, ibadet eder gibi, huşu içinde Cavaradossi’nin aryasını çalmaya başladım. Atatürk, gözleri kapalı, biraz madeni ahenkli, biraz kısık, çok tatlı, çok anlamlı sesiyle melodiyi söylerken, gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Aryayı belki onbeş kez tekrarladım.”

Prof. Dr. Remzi Atak’ın anlattığı bu anıdan da anlaşıldığı gibi Atatürk’ün en sevdiği yapıtların başında “Tosca” gelirdi.

Atatürk’ün kurduğu küçük orkestranın şefliğini yapmış olan müzisyen Enver Kapelman, Atatürk’ün bu yapıta düşkünlüğünü şöyle açıklıyor:



“Mustafa Kemal, Sofya’da askeri ataşe olarak bulunduğu sırada, devamlı operaya giderdi. O sırada Tosca’da oynayan sopranoya hayrandı. Aradan geçen yıllar bu sevgiyi O’na unutturamamıştı. Akşamları O’na defalarca Tosca’dan parçalar çalardım.”

Tosca’nın aryasıyla ilgili Veli Laik’in de başından geçen ilginç bir anı var:

“Viyana’da kurduğumuz bir hafif müzik orkestrasıyla bir süre Avusturya’da çalıştıktan sonra, aldığımız bir teklif üzerine İstanbul’a gelmiştik. Beş kişiydik.Rosenbaum (keman), Masarik (viyolonsel ve saksafon), Marcel Bi (piyano), Poldi (bateri) ve ben. Orkestramız 1933-37 yılları arasında Atatürk’ün emrindeydi. Sürekli olarak Park Otel’de çalışırdık, ama Atatürk her gittiği yere bizi götürürdü.

“1935 yılında, Sıraselviler’deki Ateş Kulübü’nde Atatürk’ün yakını olan bir paşanın kızı evleniyordu. Düğüne Atatürk de onur vermişti. Törenin açılış dansını gelinle kendisi yapmak istemiş ama kulübün orkestrasını beğenmemiş. Bizi çağırttı. Acele Ateş Kulübü’ne gittik. Atatürk’ün çok sevdiği S.O.E. (Ich suche dringend Liebe) fokstrotunu çalmaya başladık ve Atatürk, gelin hanımla açılış dansını yaptı.

“Bir ara Atatürk, bazı yakınlarıyla beraber ayrı bir odaya çekildi. Orada da müzik çalınsın istemiş. Oda küçük olduğu için Masarik ile ben gittik. Bir süre çaldıktan sonra Atatürk arkadaşlarına, ‘Size müzisyenlerin gücünü göstermek istiyorum’ dedi.

“Nota kağıdı getirtti, Masarik’e uzattı, ‘Söyleyeceğim şarkıyı yaz’ dedi ve Tosca’nın büyük aryasını söylemeye başladı. Masarik nota yazmasını pek bilmezdi. Bana baktı. Ben de ona Almanca ‘Bir şeyler yaz’ dedim. Atatürk aryayı söylüyor, Masarik yazıyordu. Arya bitti ama Masarik’in yazdığı notanın parça ile hiç ilgisi yoktu. Atatürk notayı aldı, arkadaşlarına gösterdi ve her zaman müzisyenlere hayranlık duyduğunu söyleyerek bizi onurlandırdı. Sonra notayı Masarik’e uzattı ve ‘Şimdi bunu çalın’ dedi. Biz aryayı, notaya bakar gibi yapıp ezbere çaldık. Uzunca bir süre sonra Atatürk büyük salona çıktı. Biraz oturduktan sonra Masarik’in yazdığı notayı istedi, hemen getirip kendisine verdiler. O da yaverini çağırıp ‘Bunu kulübün orkestrasına ver, çalsınlar’ dedi. Masarik ile ben Atatürk’ün masasında oturuyorduk. Ne yapacağımızı şaşırdık. Yavaşça ayağa kalktım, orkestranın kemancısına yaklaştım ve meseleyi söyledim. Orkestra elemanları nota kağıdına bakıp inceler gibi yaptılar ve ezbere bildikleri aryayı çalmaya başladılar. Ben sevinçten yerimde duramıyordum. Çok güç bir durumdan kurtulmuştuk. Yavaş adımlarla yerimi almak üzere masaya döndüm. Tam oturacağım sırada Atatürk bana döndü ve ‘Olduğun yerde biraz dur’ dedi.



Sonra yaverini çağırttı, kulağına bir şeyler söyledi. Yaver büfeye gitti ve elinde bir bardakla döndü. Bardağı bana uzattı. Bir viski bardağına, ağzına kadar rakı doldurmuşlardı. Atatürk ‘Bir yudumda iç’ dedi. Yapılan sahtekârlığı daha başında anlamıştı ve beni cezalandırıyordu. İçkiye hiç dayanıklı değilimdir. Rakıyı bir yudumda içtim. Yan odalardan birine koştum, kanepeye uzandım. Bayılmışım.”



Atatürk, yalnızca Tosca Operası’nı ya da Klasik Batı Müziği’ni değil, müziğin her türünü seviyordu. Hiçbir ayırım yapmadan müziğin bizzat kendini çok seviyordu ve insan yaşamında müziğin çok önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. 14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında öğrencilerin “Hayatta müzik gerekli midir?” sorusuna verdiği şu yanıt bugün de aynı etkinliğini korumaktadır:

“Hayatta müzik gerekli değildir, çünkü hayat müziktir. Müzikle ilişkisi olmayan canlılar insan değildir. Eğer söz konusu olan insan hayatı ise, müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten var olamaz. Müzik, hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve herşeyidir. Yalnız müziğin şekli düşünceye göre değişir.”

--------------------------------------------------------------------------------

Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim

Atatürk bir sabah florya’dan dolmabahçe sarayina dönüyor. Yesilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve basyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sirada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanindakilerle trene biniyor. Karar ani verildigi ve tatbik edildigi için bu trene binis hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her seyden habersiz olan kondüktör ata’nin bulundugu kompartimana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanindakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanindakiler cevap verirler.
- pasam biz mebusuz. Tren bileti almayiz. Parasiz seyehat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazi hiç begenmedim, der. Çok ayip ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçilik!

--------------------------------------------------------------------------------


Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma ...

Sivas kongresi sonrasi, heyeti temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlastirildiktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle ankara’ya geldiklerinde keçiören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmislerdi. Daha sonra Mustafa Kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlügü binasina yerlesti. Burasi hem evi, hem çalisma yeriydi.

O tarihlerde ankara vilayetinin sehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayranci’da bag evleri vardi. Bunlar arasinda Çankayada papazin bagi olarak adlandirilan iki katli ev Mustafa Kemal’e armagan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köskü oldu. Iki katli binaya 1924’de ilaveler yapildi fakat bina isitilamiyor idi. Zafer, inkilaplar, cumhuriyet, dünyanin üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna sahsiyeti, mütevazi de olsa yeni bir devlet baskanligi konutunu zorunlu kiliyordu.

Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dis cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yesilin her tonu ile ve planin esasi Mustafa Kemal’in olan yapi 1932’de tamamlandi ve ayni yilin haziran ayinda da tasinildi.
Pembe köskün dösenmesi için bütçede pek mütevazi para vardi. Gazi, gerekli olani sahsi imkanlari ile karsilama karari aldi ve kendisine tavsiye edilen o günlerde beyoglu istiklal caddesinde bir türk’ün açtigi dekorasyon magazasi sahibi Selahattin Refik beyi ankara’ya davet etti. Binayi gezdirdi, arzularini açikladi ve kendisinden teklif istedi.

Kisa süre sonra kendisine sunulan tasariyi inceledi, muhatabi konuyu gerçekten biliyordu ve anladi ki, kendisini taniyanlarca da uyarilmisti. Buna ragmen teklifleri hazirlayanlari kirmadan ülkenin mütevazi imkanlarini izah edebilmis olmanin rahatligi içinde feragatlar istedi. O sirada ata’nin yaninda olan Ankara belediye baskani asaf İlbay bey Ata’nin su açiklamasini kaydeder.
“biliyorsunuz burasi cumhurbaskanligi köskü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin dogrudan seçecegi zatlar gelecek. Bu esyalarin parasini benim sahsen verdigimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlis hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapilamadigi bütçe darligi içinde israf yapildigini düsünenler bulunmaz mi? Bir endisem de karar mevkinde olanlarin sahsi arzularini devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”
Sonra Selahattin Refik bey’e döner:
“sahsi imkanlarin olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrisi tercih etme tercihindeyim. Beni anliyorsunuz zannederim.” Der.

Cemal Kutay, Atatürk olmasaydi










---------------------------------------------------------------------------
Bayrağa saygı

Atatürk bu engin insanlik duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygi ve bagliligini izmir’e girdigi sirada da göstermisti... O’na İzmir’de Karsiyaka’da bir ev hazirlanmisti ki, bu evde isgal esnasinda Yunan krali Konstantin’de kalmisti... Evin sahibinin oglu ile hazirlikta çalisanlarin bazi yakin akrabasi Yunanistan’da esir bulunuyorlardi; isgal esnasinda, bütün Türkler gibi çok izdirap çekmislerdi; içlerinden yaraliydilar ve yunanlilardan öç almak atesiyle yanip tutusuyorlardi. Bu duygularin etkisi altinda evin dis merdiveninin üzerine, muzaffer baskomuta’ninin basip geçmesi için, ipek bir düsman bayragi sermislerdi...
Atatürk yere serili bayragin önünde durmustu; etrafinda bulunan kadin-erkek izmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabanci kral bu evden içeri, bizim bayragimiza basarak girmisti; siz lütfedin, bu karsilikla o lekeyi silin. Burasi bizim sehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvariyorlardi.
Hiçbir durumda benligini ve sagduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatli bakis ve sesi ile:
“o, geçmiste hata etmis; bir milletin iskitlalinin timsali olan bayrak çignenmez, ben onun hatasini tekrar edemem,” cevabini vermisti ve ancak bayragi yerden kaldirttiktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmisti...

Soyak, Hasan Rıza; Atatürk’ten hatiralar, s. 136
----------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'e bir köylünün cevabı

Tarihimiz sayisiz savaslarla doludur. Biz bu savaslardan baskaldirip ne memleketi imar edebilmisiz, ne de kendimiz refaha kavusmusuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda oldugu kadar düsmanlarimizdadir da. Çünkü basta moskoflar olmak üzere düsmanlarimiz hep söyle düsünürlerdi :

- Türklere rahat vermemeli ki, baska sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sik sik basimiza belalar çikarirlar, savaslar açarlar, Balkan milletlerini istiklal diye kiskirtirlardi.

Biz böyle durmadan savasirken de o zamanlar askere alinmayan gayri müslimler durmadan zenginlesirlerdi.

Onlarin neden zengin, bizim neden fakir kaldigimizi bir köylü, Atatürk'e verdigi kisa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmistir.

Atatürk, mMersin'e yaptigi seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binalari isaret ederek sormus :

  • bu kösk kimin ?
  • kirkor'un...
  • ya su koca bina ?
  • yargo'nun
  • ya su ?
  • salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormus :

- onlar bu binalari yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananlarin arkalarindan bir köylünün sesi duyulur :

- biz mi nerede idik ? Biz Yemen'de, Tuna boylarinda, Balkanlarda Arnavutluk daglarinda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savasiyorduk pasam...

Atatürk bu hatirasini naklederken :

- hayatimda cevap veremedigim yegane insan bu ak sakalli ihtiyar olmustur, der dururdu.

Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari, sh 18

--------------------------------------------------------------------------------
Olur sey degil

Muallimler ankara'da bir içtima yapmislar, içtimaa iki üç muallim hanim da istirak ederek salonda ayri bir yere oturmuslardi.

Muallim hanimlarin içtimaa gitmelerini hos görmeyen meclis'in sariklilari gaziye sikayete gidiyorlar.

Gazi kizarak :
- "kimmis muallimler cemiyeti reisi ? Çagirin onu !"

Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girinci gürleyen bir sesle çikisiyor :
-"siz muallimler içtimamda ne yapmissiniz ? Ne ayip sey bu ?"

Mazhar Müfit sasakalir. Gaziden bu hareket mi beklenirdi ? Sariklilar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sariklilar nes'e içinde gazinin sesi hep ayni tonda devam ediyor.

- "olur sey degil olur sey degil !"

Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyecegini sasirmis bir halde cevap vermeye çalisiyor :
-"efendim vallahi... "

- "birak birak ben hepsini biliyorum; içtimaa muallime hanimlarida çagirdiniz. Fakat onlari niye ayri siralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadiniz yok, türk haniminin faziletine mi ? Bir daha öyle ayrilik gayrilik görmeyeyim, anladiniz mi ?

Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari sh 59
---------------------------------------------------------


Kurtdereli...

Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.

Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor.

--------------------------------------------------------------------------------

On yıl sonra...

Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altimizda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardi. Söför de Türk degildi. Yola çiktik, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuzalti yasinda zaferler kazanan kumandan Mustafa Kemal Paşa’nin ne demek oldgunu arkadaslari bilirler. Kizdi ve asabilesti. Söförü azarladi ve kendisi makinayi harekete geçirmege ugrasti. Tabi muvaffak olamadi.
Ben, doktor Refik Saydam ve Kazim Dirik bir kösede duruyorduk. Dogrusu, içimizden neden ise karistigina hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. Içimizden geçeni anlamis gibi bize bakti ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptigimiz yollarda, Türk söförleri bizi istedigimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. Içimizden geçenlerin ne oldugunu bilmem anlatmak lazim mi? Aradan tam on yil geçti. Ben birinci umumi müfettis idim. Diyarbakir’a gelmisti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanina çagirdi ve Türk söförle islemeye baslayan makineyi isaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!

Dr. Ibrahim Tali Öngören
--------------------------------------------------------------------------


Vatan işlerinde korkmak olmaz...

Sivas'ta vatan bütünlügü ve bütün millet adina bir kongre toplamaya karsi olanlar çoktu.
Isgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birligi etmislerdi. Binbasi rütbesinde bir fransiz jandarma subayi, yanina bir tercüman alarak sivas valisine geldi.
"eger burada kongre toplanirsa fransizlar sivas'i isgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa Kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan'da toplanmasini söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili Kasim da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, ingilizlerin Samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni isgaller yapmak santaji ile kendi çalismalarina engel olmak istediklerini hatirlatarak bu blöflere kulak asmamalari cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksami Sivas'a varilmistir. Sehirde ne kadar fayton ve yayli araba varsa hepsini karsilayicilar tutmuslardi. Yalniz hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalik arasinda fransiz subayin tehdidi üzerine telaslanan genç rasim'i Gören Mustafa Kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtulus Savasi’nda Sakarya Zaferi nasil bir kader dönümü olmussa, anadolu'da yeni devletin kurulusunda sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardir.

F. Rifki Atay, Çankaya

--------------------------------------------------------------------------------

Samsun Gezisi...

Serbest firka'nin kurulusu ve kaldirilisi :
Gazi, 1930 yilinin kasim’inda Kayseri yönünde trenle yurt gezisine çikmisti. Yol arkadaslarina ilk sordugu soru;
"serbest firka'yi kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasim 1930'da gazi Samsun'a varmisti. Samsun'da olaganüstü önlemler alinmistir. Halk asker kordonlarinin arkasina sinmistir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (Bosnakzade Ahmet Bey).
"Belediye baskani nerede? Nasil olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye baskani serbest firka’li oldugu için vali tarafindan davet edilmemistir. Hemen belediye baskani’ni bulup masaya getirirler. Söz serbest firka'dan açilir. Gazi serbest firka'nin kendinden beklenen isleri göremeyecegi, memlekette gericiligin ve inkilap disi akimlarin bundan yararlanacagi düsüncesi ile serbest firka'nin kapatildigini anlatir ve sonunda belediye baskani’na dönerek der ki;
"simdi baskan bey, siz de artik kaldirilmis olan bir partinin belediye baskani olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, degil mi? Istifa ediniz" ama belediye baskani’nin yaniti baskadir.
"Pasam, ben serbest firka'yi temsil etmiyorum. Bu seçim halkin bana karsi bir güveni seklinde ortaya çikmistir. Eger bu görevden istifa edersem, halkin gösterdigi yakinliga ve güvenine karsi gelmis olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düsündügünüz dogru. Dilediginiz gibi olsun." yanitini verir.

--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ten Sovyet Elçisine "Asla Bolşevik Olmayacağız"

Ankara’nin subat ayina tesadüf eden oldukça soguk ve karli bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmistir. O zamanin bütün mümtaz simalari orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemisti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandiran mes’ut bir haber baloya yayildi:
- Gazi pasa baloya geliyorlar !.
Rus sefarethanesinde imisler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki rus sefiri de baloya gelmisti.
Bir aralik sefir, salonunun ortasina dogru ilerlemekte olan gaziye yaklasarak fransizca:
Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müsterek bir gaye ugrunda varligini kurtarmaga çalisan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskari ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek serefini kazanabilir miyim?...
Atatürk evvela gülerek elini uzatti, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kiymetli atamiz bu çesit eglence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdi. Onun için bütün yabanci gazete muhabirlerinin huzurunda su cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandirdi:
- ekselans, gösterdiginiz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Tesekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalidir. Yalniz suna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza ragmen asla bolsevik olmayacagiz !

Atatürk’ün nükteleri, hilmi yücebas
-----------------------------------------------------------------------------
Satı Kadın...

Ankara'da yakici bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaslari ve yaverleri oldugu halde Kizilcahamam'a giderken Kazan köyü yakinlarinda durmus ve otomobilinden inmisti. Köyün kadini, genci, yaslisi, ihtiyari köylerin içinden geçen, sosede duran bu yabanci konuklari görünce hep kosustular. Kimi su seyirtti, kimi ayran , bunlardan biri, gügümünden aktardigi soguk ayrani ata'ya uzatti:
- bir soguk ayran içermisiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurdugu yüzünde bronzlasmis Türk kadinin en bariz ifadelerini tasiyan, bir türk anasi idi. Bögrüne sikistirdigi kundagi biraz daha bastirdiktan sonra, sag elindeki ayran bardagini uzatti, bekledi. Ata'si, ayrani kana kana içmis ve biran durakladiktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormustu
Köylü kadini,yüzü tunçlasmis, elleri nasirli bir Türk anasi Ankara'nin kendine has sivesi ile kocasinin Sakarya harbinde bogazindan yaralanmis bir cengaver oldugunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
  • ne zaman dogdun?
  • 1919'da Atatürk Samsun'a çiktigi zaman dogdum.
Ata, bir an düsündü. Yil 1934 idi. Kadinin bu ifadesine göre 15 yasinda olmasi lazim gelirdi. Halbuki karsisindaki kadin 25 yaslarinda görünüyordu tekrar sordu :
  • nasil olur
  • evet , nasil olurdu .bu sati kadin hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin isgal altinda geçirdigi aci yillari ima ederek:
  • evet pasam,ondan evvel yasamiyordum ki !
Bu espiri ata'yi bir hayli düsündürdü. Ayrilirken yaverine kadinin ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz sati kadini büyük millet meclisine giren ilk kadin milletvekili olarak görmekteyiz.

Yazilmayan yönleriyle Atatürk, S. Arif Terzioglu sayfa 22-23

--------------------------------------------------------------------------------
Yoksul Kelimesini Beğenmedim

Yoksul Kadınları Himaye Cemiyeti idare heyeti Ankara Ordu Evi'nde ''Analar Sofrası'' adıyla bir gece tertiplemişti. Buna davet edilmiş olan Atatürk ''Analar Sofrası'nın'' şeref yerine oturdu. Büfeyi açtıktan sonra cemiyet reisine sordu:

- Cemiyetinizin adı nedir?

- Yoksul Kadınları Himaye Cemiyeti,

- Yoksul kelimesini beğenmedim. Türk kadınına yakışmayacak bir sıfat.

- !...

- Cemiyetinizin adını ben koyuyorum. ''Kadın Esirgeme Kurumu'' deyiniz. Bu teklif bütün hazır bulunan analar ve kadınlar tarafından derin bir zevkle ve alkışlarla kabul olunmuştur.

--------------------------------------------------------------------------------
''Kumandanın Atı Kaçmaz, Kovalar!''


Mahmut Bey kardeşim anlatıyor:

Atatürk at yarışlarını pek severdi.

O haftaki koşulara yanlarında İnönü de olmak üzere maiyeti ile birlikte gitmişti. Ata'nın koşulara şeref vermesi halk tarafından içten gelen sevgi ile karşılanırdı. Atatürk neşeli olduğu zamanlar güvendiği hayvanlardan biri için bilet aldırır, kazanırsa isabetinden dolayı gurur ve sevinç duyardı. O hafta da seçeceği hayvanı merakla bekliyorduk. Biraz sonra Ata'nın yanına zamanın kumandanlarından bir albay geldi. Sert bir selâmdan sonra:

- Atam; bugün bendenizin yetiştirdiği atlardan biri koşacak, neticeden ümitvarım, arzu buyurursanız bu hayvan için bir bilet alın, kulunuza büyük bir şeref bahşedersiniz! dedi.

Atatürk, albayı yukarıdan aşağıya süzdü. İnönü'ye:

- Paşam, dedi. Bu at için siz de birkaç bilet alın. Buna İnönü:

- Efendim, bu hafta siz oynayıp kazanın, ben de haftaya oynar, kazanırım şeklinde bir cevap verdi.

Ata, yaverine döndü:

- Bana bu at için 100 liralık bilet alın.

Albay teşekkür etti selâm verdi ve kenara çekildi.

Biz de heyecan ile o koşuyu beklemeye başladık. Birkaç dakika içinde 13 numaralı hayvana 100 liralık bilet alındığının, sıra ile başların bize dönmesinden bütün sahaya yayıldığını anladık. Fakat netice ne oldu bilir misiniz ? Bizim at 13 numara sırasını bozmak istemiyormuş gibi en geride, 13'üncü geliyor. Çok geçmeden Ata, albayı buldu. Yüzü gerilmiş bir vaziyette:

- Albay bu ne? Ne halt ettin?

O, kıpkırmızı kulaklarından kan fışkıracak sanki önüne bakıyor. Gözlerinden hiçbir şey kaçırmayan Atatürk beni farketti ve:

- Baytar yine ne var?

Diye sordu. Fırsatı yakalamıştım. Hemen:

- Paşam siz albaya kızarak onu sakın hırpalamayınız. Bilâkis onu mükâfatlandırın, tebrik edin! Çünkü ''kumandan atı kaçmaz, kovalar''. İşte onun hayvanı da diğerlerini önüne katarak yarışı bitirdi!

Cevabını verdim.

Biraz evvelki yakan gözler, sertleşen yüz adaleleri yerini eski hatıraların tatlı gülüşüne bıraktı. Albayı bu suretle dehşetli bir azar yemekten kurtarmış oldum.


Selim Cavit Yazman
---------------------------------------------------------------
Müsaade Buyurursanız Bendeniz de Masadan Kalkayım Efendim


Sarayda Atatürk'ün başkanlığında dil meselesi hakkında bir toplantı vardı.

Dil uzmanlarımız, profesörlerimiz, gazete baş yazarları büyük masanın etrafında oturmuşlardı. Besim Atalay ve arkadaşlarının tezi görüşülüyordu: Tedrici tekâmülü bir yana bırakıp imâl edilmiş kelimeleri bir hamlede, dilin bünyesine sokmak. Hamleden, bir hamlede ilerlemekten büyük bir zevk ve şevk duyan Ata, bu tezi benimsedi ve herkese sordu:

- Bu olabilir mi?

- Hay hay, dediler.

Ata, Yunus Nadi Beye döndü:

- Siz ne dersiniz?

- Bendeniz olmaz derim, efendim.

- Öyle ise siz bu masanın başından kalkınız, Nadi Bey.

Nadi Bey masadan kalktı. Atatürk Falih Rıfkı Beye sordu:

- Sen ne dersin?

- Bendeniz de olmaz derim, efendim.

- Öyle ise sen de masadan kalk.

Falih Rıfkı Bey kalktıktan sonra Atatürk, Necmettin Sadak'a döndü:

- Sizin fikriniz nedir, Necmettin Bey? Necmettin Sadak doğruldu:

- Müsaade buyurursanız bendeniz de masadan kalkayım efendim.


Selami İzzet Sedes
-----------------------------------------------------------------------


''Atatürk'ün Bir Eri Takdir Etmesi''


İran Şahı Pehlevî Balıkesir'de... Onunla beraber merasim kıt'alarınıı dolaşıyorlar. Her sınıftan bir bölük görüyorlar. Sıra benim makineli bölüğe geldi.

Daha evvel askere öğretmiştim ''acemi'' kelimesini kullanmayacaklardı, bunun yerine ''yeni asker'' diyeceklerdi. Çünkü ''acemi'' tabiri İranlılara hakaret olurmuş.

Önde Şah, hemen yanında Ata, biraz arkada da ben, bölüğün yanından geçmeye başladık ve nihayetteki yeni satın alınan bir kır katırının önünde durduk.

Er, tekmile başladı:

- Adım Mehmet oğlu İbrahim, memleketim Ayvacık, hayvanın numarası 341, ısırmaz, tepmez, adı...

Derhâl aklına geldi. Hayvan yeni olduğu için erler ona (Acemi) ismi vermişlerdi.

Ere, elimi göğsüme koyarak dikkat etmesini işaret ettim. Bana baktı biraz durdu ve cevap verdi:

- Adı... Yüzbaşıdır, komutanım...

Şah farkına varmadı, yürüdü. Büyük adam durdu. Kulağıma:

- Bu hayvanın hakikî ismi nedir? dedi.

- Acemi'dir, Paşam dedim.

İbrahim'e baktı, onu süzdü. Yanağını okşadı ve emir verdi:

Bu çocuğa bir ay izin verin. Yaverden yol harçlığını alırsınız, dedi ve ayrıldı.


Natık Poyrazoğlu
--------------------------------------------------------------


Balıkesir zağnos paşa camii hutbesi...

Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur'an'daki mânası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunarı arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak'tır.
Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber'in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah'ın huzurunda bulunuyoruz.

Beni buna eriştiren Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır.
Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.
Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin
düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir.
Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur.

Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber'in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri genilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber'in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.
Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi'nde söylediğim bir nutukta demiştim ki "Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur." Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları hergün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.

Mustafa Kemal ATATÜRK.

--------------------------------------------------------------------------------


-------------------------------------------------------------------------------
canakkale savasından bir anı...

Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında Azman Dede idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış,soyadı kanunu çıkınaca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sordukları mı cevapladı . Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :

-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi.
Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere
alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört
asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla
üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu.

Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu;
"Yavrum siz kimsiniz?",içlerinden biri; "Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır.
Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim.

Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladı lar. Yer gök top sesleriyle inliyordu.Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye
siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı.
Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı.
Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı

Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı

Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana

Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar.Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından
fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı .

O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."

Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.

Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." dedi.


 
Geri
Üst