Türkçenin Geleceği

Bilge Gökçen

Yeni Üye
Üye
Türkçenin Geleceği
Türkçenin Geleceği
Türkçenin Geleceği
Hayati Develi
Bu konuşmada Türkçenin geleceğinden bahsedeceğiz. Ama biz ne bir kâhin ne de bir müneccim olduğumuza göre gelecekten haber verecek değiliz. Yapmak istediğimiz dünün ışığında bugünü değerlendirerek yarın neler olabileceğine dair bir tasarımda bulunmaktan ibarettir.
İnsan, tarihsel bir varlıktır; yani var oluşu tarih ile, zaman boyutu ile mümkün olabilen bir varlıktır. Bu şu demektir : İnsan birey olarak hayata başladığında kendisinden önceki atalarının başarılarını tevarüs eder. Bu tevarüs süreci öğrenme ile mümkün olur. Sonra her nesil kendi başarılarını tevarüs ettiği başarılara eklemleyerek bir sonraki nesile öğretir, yani aktarır. Bütün bu tevarüs edilip miras bırakılan başarılar toplamına kısaca “kültür” diyebiliriz. Kültür aktarımını mümkün kılan yegâne vasıta ise “dil”dir. Dil olmazsa başarıların öğrenilip öğretilmesi, aktarılması; insana tarihsellik boyutunu kazandıran sürecin işlemesi mümkün olmaz. Toplum hâlinde yaşamak insana has bir yaşama biçimi sayılamasa da tarihselliğin doğurduğu “kültür toplumu” olma niteliği insana hastır. Ve söylediğimiz gibi bunu mümkün kılan “dil” adını verdiğimiz varlık-alanıdır. Şu hâlde şöyle diyebiliriz : Eğer dil varlık-alanı olmasaydı, tarihsel varlık-alanına sahip bir canlı türü olarak insan var olamayacaktı, yani insan bir kültür-toplumu oluşturamayacaktı. Nitekim, hepimizin bildiği kimi hayvan türleri -karınca, kurt, arı vs. gibi birçok canlı türü- toplum halinde yaşamakta, ancak bunlar bir toplumsal belleğe, tevarüs edilip aktarılan bir kültüre sahip bulunmamakta, tarihsel boyuttan yoksun oluşları yüzünden yüzyıllardır yaklaşık olarak aynı biçimde yaşamaktadırlar. Bunun sebebi tarihselliği ve kültür aktarımını mümkün kılacak bir dile sahip olmayışlarıdır.

İnsanın toplum hâlinde yaşamasının bir başka hikmeti de bilişip tanışmadır. Yahut şöyle de diyebiliriz : Bilişip tanışıyor olmak insan toplumunun ayırıcı niteliklerindendir. Ancak bu biliş ve tanış olma durumu yalnızca eşsüremli olmaktan ziyade artsüremli boyutu da olan bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Biz, zamandaşımız olan insanları dil aracılığıyla bilip tanıdığımız gibi bizden önceki nesillerin yapıp ettiklerini, yani başarılarını da dil ile tanırız. Bilişip tanışıyor olmak aslında anlaşıp paylaşıyor olmak demektir. Böylece toplumlar kendilerine özgü ortak paylaşımlardan oluşan bir kültürel kimlik oluştururlar. İnsanın üretmediği, ancak tevarüs ettiği, kendi başarılarını eklemlediği bu başarılar bütünü, yani kültür o toplumun kimliğini oluşturur. Eğer başkalarına benzemeyen bir toplumdan bahsediyorsak aslında başkalarından farklı olan bir kültürden bahsediyoruz, demektir. Söylediğimiz gibi bunu mümkün kılan dildir.

Buraya kadar söylediklerimiz kısaca şundan ibarettir : Nasıl insanın varlığı dil ile mümkün olabiliyorsa, bundan daha bağlayıcı bir şekilde kültür-toplumunun varlığı da dil ile mümkündür. Daha bağlayıcı bir şekilde diyoruz; zira dili olmayan bir insanın hayatiyetini sürdürmesi belki tasarlanabilir bir şeydir, ancak dili olmayan bir toplum tasarımı mümkün değildir. Dil yoksa toplum da yoktur. Demek ki, aslında bir dil’in geleceğinden bahsederken o dil ile toplum içi iletişim kuran ve kültür aktarımını sağlayan toplumun geleceğinden bahsediyoruzdur. Elbette birer birer yok edilmedikleri sürece herhangi bir toplumun bireyleri üreme yoluyla varlıklarını sürdüreceklerdir. Ancak tarihsellik bağını mümkün kılan dilin ortadan kalkması kültürel zincirin kopmasına, toplum hafızasının ve dolayısıyla kimliğinin yok olmasına sebep olacağı için, o dil ile iletişim kurmayan toplumlar başka bir kimlik edinip başka bir kültüre eklemlenirler. Şöyle diyebiliriz : Hâlâ aramızda Sümerlerin, Hititlerin, Lidyalıların soyundan gelenler yaşamaktadır. Ancak bunların hem eşzamanlı hem de artzamanlı olarak toplumsal bağlarını sağlayan dilleri ortadan kalktığı için artık bu toplumlar yaşamıyorlar. Eski Türk halklarından olan İdil boyu Bulgarları başka bir Türk toplumunun, yani Kıpçakların içinde kendi dillerini kaybettikleri için bugün Bulgar halkından bahsetmek mümkün değildir. Aslında yine bir Türk halkı olan Tuna boyu Bulgarlarının durumu bize etnosun adının taşınmasının kültürel kimliğinin taşınması anlamına gelmediğini gösteren ilgi çekici bir örnektir. Türk dilli olan Tuna Bulgarları, dillerini unutup Slavlaşmışlar; hâlâ Bulgar etnonimini taşımakla birlikte tarihsel Bulgar kimliğini kaybetmişler; yeni, Slavyen bir halk olarak ortaya çıkmışlardır.

Bütün bu söylediklerimizin özeti olmak üzere şunu ifade edebiliriz : Dili, bir toplumun kültürel kimliğini mümkün kılan bir varlık-alanı olarak görüyoruz. Ancak bu varlık alanı toplumsal olanı dışından değil içinden sarıp sarmaladığı, onun biçimini aldığı için, dile baktığımız zaman toplumun ne olduğunu da görebiliriz. Bu durumda kültürel bir kimlik sahibi olarak Türkler gelecekte şu iki yoldan birine girmiş olacaklardır : Türk dilli ve tarihsel Türk kültürel kimliğini taşıyan bir toplum olmak veya Türk dilli olmayan bir toplum olmak. Ben tarihsel kültürel kimliğin taşıyıcısı olan dilini unutup da yine de bu tarihsel kimliği doğal akışı içinde sürdüren bir topluluk bilemiyorum.

Artık buradan itibaren şu soruya cevap aramalıyız: Bir dilin hayatiyetini mümkün kılan şartlar nelerdir?
Yukarıda dedik ki, dil bir toplumu sarıp sarmalar, onun biçimini alır. Bu aslında şu demektir : Dil bir toplumun aynasıdır. İnsan başarılarının tümü dilde bir karşılık bulur; çünkü herhangi bir “şey”in varlık alanına çıkabilmesi ancak dilsel varlık-alanında karşılığının olması ile mümküdür. “Gösteren”i olmayan bilinemez. Eğer bir şey varsa göstereni vardır, yani dilsel göstergeler sisteminde yerini almıştır. Şu hâlde biz toplumun diline, dil kategorilerine bakarak kimliği ve kültürünün niteliği konusunda açık bilgiler edinebiliriz. Demek ki, dil nasıl bir toplumun varlığını mümkün kılıyorsa, toplum da başarılarıyla dilini geliştirmektedir. Şu halde eğer bir dilin zenginliğinden, gücünden söz ediyorsak, aslında o dille iletişim kuran toplumun zenginliğinden ve gücünden yahut fakirliğinden, zayıflığından söz ediyoruz demektir.
11. yüzyılda yaşayan İslâm âlimi İbn Hazm, dillerin güçlü ve zengin oluşuyla o dili konuşan toplumların siyasî ve iktisadî durumu arasında bir doğru orantı bulunduğunu söyler. İnsanlık tarihi ve günümüzdeki durum bu görüşü kuvvetle desteklemektedir : Siyasî ve iktisadî güç, bilhassa bir arada olduğunda o toplumun dili güçlenmekte, kavramsal genişliği artmakta, diğer diller üzerindeki tesir alanı genişlemektedir. Kendi tarihimize bakarsak, Türklerin nihayete ermekte olan ikinci bin yılda güçlü bir şekilde tarih sahnesine çıktığını, siyasî güçlerinin artmasına paralel olarak dillerinin de güçlendiğini, kavramsal zenginliğini artırdığı gibi, tesir coğrafyasını da genişlettiğini görürüz. İkinci binin başlarında Anadolu’da Türkçe konuşulmazken yaklaşık dört yüz sene içerisinde Türkçe bütün Anadoluya, Balkanlara hakim olmuş; Arabistan, Kuzey Afrika, Yunan yarımadası Türkçe konuşulan veya Türkçenin ortak dil olduğu alanlar hâline gelmiştir. Bu imkânı Türkçeye sağlayan, onu konuşan toplumun enerjisi, üstün başarıları olmuştur. Toplumun başarılarının azalması dilin gücünü zayıflatan unsurlar arasında yer almaktadır. Elbette gelecekte Türkçenin ne olacağı Türklerin ne olacağından, gelecekteki Türkçenin gücü yine gelecekteki Türklerin gücünden bağımsız olarak ele alınamaz.
Birkaç yüzyıldır Türkçe, Türklerin siyasi varlık alanlarının daralmasına paralel olarak daralıp küçülmekte, etki alanını azaltmakta. Örnek olarak 18. veya 19. yüzyılı ele alırsak kendi zamanında Türkçe olarak nitelenen herhangi bir metin -bugünlerde terkedilmekte olan bir söylemle- Adriyatikten Çin seddine kadar uzanan bir dolaşım alanı bulabiliyordu kendine. Belgrad’dan yola çıkan biri anılan coğrafyayı sadece Türkçe konuşarak gezebiliyordu. Bugün ise dünya coğrafyası değişmiş, bu coğrafyada Türklerin oynadığı rol küçülmüş; “Türkçe” yalnızca Türkiye’de konuşulan dili ifade eder olmuştur. Orta Asya ve deşt-i Kıpçakta yaşayaşn halklar Stalinci uygulamalarla Türk olmaktan çıkarılmış Tatar, Kazak, Kırgız, Azerbaycanlı olmuşlar; her birine ayrı bir ulusal kimlik, yerel bir dil, özgün birer alfabe verilerek bütünden uzaklaştırılmışlardır. Bizim entellektüellerimiz de anılan coğrafyada Türk dilli halkların yaşadığını son on yılın gelişmeleri sayesinde farketmiştir. Bugün herhangi bir Türkçe metnin yukarıda anılan coğrafyada tedavülü mümkün görünmüyor.

Bir toplumun ayakta durabilmesi ancak başarılarıyla mümkündür. Üretmeyen toplumlar yok olmaya mahkûmdurlar. Varlığını sürdürmek isteyen her toplum ileriye doğru adımlar atmalıdır. Bu bağlamda yerinde sayan toplumların bile varlıklarını sürdürme şansları çok fazla değildir. Peki, bir toplum hangi başarıları gösterirse varlığını, hayatiyetini sürdürme imkânı bulur? Kanaatimce herhangi bir toplumun öncelikle zihinsel alanda üretken olması gerekir. Çünkü kavramları ve nesneleri doğuran zihinsel alandaki üretimdir. Bu alanda üretici olmayan, ancak başkalarının ürettiğini alıp satan toplumların da her zaman bir var oluş tehlikesi altında yaşamalarını sürdürmeleri kaçınılmazdır. Zihinsel alandan kastımız esas olarak felsefe, bilim ve sanat üretimleridir. Bunların bir piramide benzeyen bütün insan faaliyetlerinin en tepesinde yer aldığını düşünüyorum. Eğer bunlar arasında da bir sıralama yapmamız gerekirse en üste felsefî düşünceyi, ondan sonra bilim ve sanat faaliyetlerini koymalıyız. Çünkü bilimi de sanatı da üreten felsefî düşünce olsa gerektir. Bu zihinsel alan her türlü yeniliğin, kavrayışın, buluşun ortaya çıktığı alandır. Bir toplum düşünce imal etmiyorsa kendi orijinalitesini yitirir; kendi kavramlarını üretemez. Bir süre sonra bakar ki, başka toplumların kavramlarıyla konuşuyor, başka toplumların terminolojisiyle algılıyor dünyayı. Hemen arkasından gelen ve sırtını felsefî düşünceye, yani teorik alana dayayan bilim, bilgiyi ve teknolojiyi üretir. Piramidin en tepesi toplumun aklı ve yüreği mesabesindedir. Burası temiz ve canlı olduğu sürece toplum üretken ve sağlıklı olur. Dilin gücünü belirleyen de felsefî düşüncenin ve bilimsel üretkenliğin gücüdür. Bu alanlarda üretken olmayan, tembel olan bir toplum elbette ihtiyaçlarını başka toplumların üretimlerini tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek siyasî ve iktisadî alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzülmeye, giderek yok olmaya götürür. Felsefe ve bilim üretmeyen bir toplum önce kelimeler almaya başlar; sonra kendi dilini yetersiz görüp dilini değiştirmeye kalkışır. Başdöndürücü bilimsel gelişmelerin yaşandığı günümüz dünyasında tek tek kelimeleri, kavramları karşılamaya, çevirmeye kalkışmak çoğu zaman onları üretmekten daha yorucu bir iş halini almakta ve bunun yerine bu başarıların ortaya konulduğu dillerin kullanımı gündeme gelmektedir.
Türkçenin geleceğini bu açıdan değerlendirirsek iç açıcı bir manzarayla karşılaşamayız : Türkiye’de hâlâ bir felsefe geleneği kurulmuş değildir, güçlü bir felsefî faaliyetten söz etmek mümkün görünmüyor. Felsefeci gibi görünenlerin çoğu aslında bu işe hevesli aydınlar. Bunun sebeplerini elbette siyasal yapının özgür düşünceyi kısıtlayıcılığında arayabiliceğimiz gibi, entellektüel tembellikte ve dahası felsefî geleneğin olmayışında aramak da mümkündür. Netice olarak, orijinal teorilerle, yeni kavramlarla Türk entellektüellerinin, bilim adamlarının ufkunu açacak bir felsefî başarıdan bugün için yoksunuz. Buna bağlantılı olarak bilim üretimimizin de dünyayla kıyaslandığında yok mesabesinde olduğu görülüyor.
Güçlü bir dil olduğu kabul edilen İngilizce ile bu noktada bir karşılaştırma yapmakta fayda var : Bilgisayar teknolojileri ile ilgili çalışmalar aşağı yukarı Kırklı yıllarda başlamış, günümüze gelindiğinde bu çalışmalar İngilizceye orta büyüklükte bir sözlük hacminde yeni kelime veya anlam kazandırmıştır. Yine uzaya araç gönderme ile ilgili çalışmaların İngilizceye getirisi on beş bin kelime civarındadır. Biz ise bu zamanı kısır siyasî çekişmeler ve çatışmalarla doldurduk. Bugün bu devasa sözvarlığına karşı tercümeden başka bir yol bulamıyoruz. Oysa iş tercümeyle, kelimelere karşılık bulmakla olacak gibi görünmüyor. Şu hâlde diyebiliriz ki, Türkçenin geleceğini belirlemede önümüzdeki yüzyılda felsefî düşünceye, dahası her türlü düşünceye ne kadar özgürlük tanınacağı, bilimsel özgürlük ve üretkenliğin ne derece mümkün olacağı, önemli bir etken olacaktır.
İnsanların ana dillerini edinmeleri çocukluktan başlayıp devam eden bir süreçtir. Dil edinimi belki yaklaşık olarak ergenlik çağının sonlarında, üniversite yıllarında büyük ölçüde tamamlanmış sayılabilir, ama sona ermez. İnsan ölünceye kadar dilini öğrenmeye, geliştirmeye devam eder. Asıl dil eğitiminin ise iki safhası vardır : Birincisi ve aslî olanı okul öncesi, ikincisi ise okul dönemi. Hepimiz ana dilimizin temelini ailede, sokakta öğreniriz. Okulda bize öğretilen okuma yazmanın dışında standart dildir. Okul bize felsefî ve bilimsel düşünceye hazırlayan bir dil başarısı kazandırır. Bilim ve kültür kavramlarının birçoğunu okul döneminde ediniriz. Okul döneminde iyi bir dil eğitimi almamış bireyin o dilin standardını elde etmesi, kültür kavramlarını bilmesi mümkün olmaz. Türkçenin geleceğini anlamaya çalışırken işte okul dönemindeki bu dil eğitimi meselesine de bir projeksiyon tutmamız gerekir. Burada iki durumla karşılaşıyoruz : 1) Türkçenin öğretilmesi 2) Öğretim dilinde Türkçeden uzaklaşma.
Bu maddeleri kısaca ele almak istiyorum. Türkçenin öğretilmesi konusunda eğitim ve öğretim aygıtımızın pek de başarılı olduğu söylenemez. Liseyi bitiren bir öğrencinin zengin bir Türkçe dağarcığına ve Türkçe kullanım kapasitesine sahip olduğunu söylemek son derece zordur. Bırakalım konuşmayı, sadece kaligrafi konusu olarak yazı yazmada bile bir standart tutturulabilmiş değildir. Orta halli bir öğrenci kendini güzel Türkçe ifadelerle anlatmaktan, birazcık edebî ve felsefî tat verilmiş söylemleri anlamaktan mahrumdur. Daha birkaç yıl öncesine kadar ilkokul öğrencileri yoğun bir sınav baskısı altında beş yıllarını test çözmekle geçiriyorlar, ne doğru dürüst bir kompozisyon yazıyor, ne de tahtaya çıkıp herhangi bir konuda konuşma konusunda eğitiliyorlardı. Bugün de durum çok değişmiş değildir. Kırk elli kişilik sınıflarda bir Türkçe öğretmeni hangi düzeyde dil eğitimi verebilir ki?
Bundan daha da vahim olan bir durum, yabancı dille eğitim virüsünün bugün ilkokullara, hatta anaokullarına kadar yayılmış olmasıdır. Devlet paradoksal bir biçimde kendi varlığını tehdit edebilecek bir gelişmeye kendisi destek vermekte, yabancı dille eğitim yapan okullar açmakta; hatta hep tenkit edilen Cumhuriyet öncesi medreselerinde bilim dilinin Türkçe olmayışı durumu yeniden yaratılmaktadır. Bugün yabancı dille eğitimde şöyle bir duruma ulaşılmış bulunuluyor : Yabancı dille eğitim o eğitimi veren kurumlara itibar kazandırmakta ve Türkiye’nin en itibarlı üniversiteleri de yabancı dille eğitim vermektedir. Bu üniversiteler arasında ODTÜ’yü, Boğaziçi’yi, Bilkent’i, Koç, Sabancı gibi özel üniversiteleri saymalıyız. Bunlar devlet aygıtının başında oturacak birinci sınıf aydınları, teknokratları yetiştirmektedirler. Gazetelerin “İnsan Kaynakları” sayfalarında neredeyse Türkçe ilan yok gibi. Bir toplumun kendi dilini bırakıp da başka bir toplumun / üstün gördüğü bir toplumun diliyle eğitim yapmasındaki yıkıcı ve kahredici aşağılık kompleksini bir yana bırakalım. Böyle bir eğitim sistemi asıl Türkçe bilim dilinin, terminolojisinin yok olmasına sebep olmaktadır ki, bilim diline yukarıda verdiğimiz kıymet göz önüne alındığında son derece zararlı sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Yabancı dille eğitim gören veya veren bilim adamları kendi buluşlarını bile bu yabancı dil aracılığıyla isimlendirmekte, Türkçe adların onları bilimsel alanın dışında bırakacağını düşünmektedirler.
Bir işadamı niçin yabancı dilde ilan verir? Elbette yabancı dili iyi bilen eleman istihdam etmek için. Sonra da bu elemandan o yabancı dili kullanmasını ister. Bugün birçok büyük şirkette iletişim dili Türkçe değildir. Gününün sekiz on saatini yabancı dil ortamında geçiren adamın ana dili güdükleşmekte, hele ailelerde eşlerin ikisi de iyi derecede yabancı dil biliyorsa iş Türkçeyi bırakıverme noktasına varmaktadır. Benim vaktiyle “Livaneli sendromu” olarak isimlendirdiğim bu durumda birey artık yabancı dilin kelimelerini günlük hayatın bir parçası olarak algılamakta, Türkçesi gerektiğinde “Aham, buna ne derlerdi Türkçede?” gibi ifadelere başvurmaktadır. Tepeden başlayan bu Türkçeden kaçışın sonuçları elbette Türkçe ve Türk kimliği açısından hayırlı olmayacaktır. Sözümüzün başında vermeye çalıştığımız teorik yaklaşımda ifade ettiğimiz gibi, dil kültürel kimliğin ne olduğunu belli eder; eğer dilinizi terkederseniz kültürel kimliğinizi de terketmiş olursunuz.
Bu olumsuz tablonun ardından kendimce iyi bulduğum haberlere geçiyorum :
Bugün Türkçe son yıllarda Türklerin iktisadî ve siyâsî sıçramalarına paralel olarak kendine yeni imkân alanları keşfetmiştir. Herşeyden önce Avrupada yaşayayan TC vatandaşı insanları Türkiye Türkçesinin etki alanını ve gücünü artıran unsurlar olarak değerlendirmek gerekir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan durum da Türkçe için yeni imkân alanları aşmıştır. Burada Türkçe derken Türkiye Türkçesini kastediyorum. Buralarda açılan resmi ve özel okullarda yüzlerce insan Türkiye Türkçesini öğreniyor. Türkçe bir metnin anlaşılabilirlik alanı hızla genişliyor. Eğer Türkiye Türkçesi iyi işlenir, uygun araçlar oluşturulabilirse Türk dünyasındaki ortak iletişim aracı olması muhtemeldir. Uydu üzerinden yayın yapan onlarca televizyon ve radyo kanalı Türkçenin hayat süresini uzatan, onu destekleyen, etki alanını genişleten birimler değerindedir.
 
Geri
Üst