yazı yazmak...........

DarkAngeL

*MaWinin kankası
Üye
yazı yazmak...........
Yağmur yağıyordu şehre, bu yazının ilk kelimesi kağıda düştüğünde… Gökyüzünün karanlığı yırtarak ortalığı aydınlatmasına, yeni bir günün doğmasına iki saat vardı. Pencereden bir süre baktım öylece. O saatte ıssız olan caddenin karşı kaldırımındaki sokak lambasına gözlerimi dikip, kah hırçınca kah hüzün sessizliğinde yağan yağmur damlalarını izlediğimi anımsıyorum.

Tam o anlarda kalbime çok ağır gelen duygular vardı yaşadığım ve bir ömür boyu da taşımaya devam edeceğimi bildiğim... Yağmur yüklü bir bulut da kalbimin üstüne çökmüş, o buluttaki anıların dönüştüğü yağmur damlacıkları da duygularımı yıkıyordu.

İçimde; sevginin, özlemin, ayrılığın bir araya gelip de çaresizlik modeliyle, başka hiçbir şeye geçit vermeyen dikenli tel misali duygularıma ördüğü çözülmez bir örgü. Dilimde; zamana ve halime uyan yanık bir türkü. Mevsimi en iyi anlatan, yol boyunca kaldırımları kaplamış sarıdan kahverengine dönen yaprakların süsü... Ve kalbimde anlatılmaz bir duygunun ağır yükü...

Bu duygunun ağır yükü tam anlamıyla yok olmuyordu ama bazen biraz da olsa hafifliyordu. Nasıl mı? Yazıyla… Yazarak…

İnsan; duygularının anlaşılmadığını, gözüne değen bakışların anlamsızlaştığını gördüğünde, samimiyetlerin yalan, kalplerin vefasız olduğunu anladığında, ince bir sızı ateş olup gizliden gizliye içini yaktığında, ruhunu taşımaktan yorulduğunda, canının zamansız çöktüğünü hissettiğinde ve de yüzüne bakmak istemediğinde yaşamın, bulunduğu eşikten atlayıp öyle bir yere gitmek istiyor ki... Hayır, birileri ‘Gitme’ desin ya da ardından ‘Kal’ diyen olsun diye değil, içindeki zehiri dışarı atıp, kalbini yıkamak, yeniden doğmak için... Acının insana kattığı değeri, acıdan geçmeyen şarkıların biraz eksik olduğunu bilsek de, acı tatlı ne varsa unutamasak da; insanı yaralayan o zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor.

Böyle anlarda, düşerek dizini kanatmış, sızlana sızlana annesine koşan çocuklar gibi; bir şiire, bir şarkıya, bir kitaba, gerçek katıksız karşılıksız sevildiğimizi bildiğimiz bir sevgiye dayanıp; moral bulmak, güzel şeyleri, çiçekli hisleri canımıza nakşetmek istiyoruz. Tabii ki en doğal hakkı bu insanoğlunun, yaşadığı hayatta.

Hayat! Acısıyla tatlısıyla, iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla, hüznüyle sevinciyle bu yaşadıklarımızın toplamına hayat deniyor. Ama hayat; fırçasını, bazen yumuşak ve tek bir dokunuşla, hani baktığımızda gözümüzü alan o yıldızların ışıklarını andıran mutlulukları resmederken yaşam tuvalimize, bazı anlarda ise sert bir darbe vuruşuyla sevinçten süzülmüş acıları da değdiriyor tuval olan kalbimize. Ki zaten değdirmezse; hüzün ve mutluluğun oluşturduğu o yaşam tablosu yarım kalıyor, tamamlanmıyor.

İşte yarım kaldığımı hissettiğim ya da içimdeki zehri akıtmak istediğim anlarda, benim yaşam tablomu tanımlayan, tamamlayan bir şey (belki de tek şey) var.

Yazı! Yazmak...

Zaman hızla akarken, hayat sürüp giderken nefes aldığım sürece; beni heyecanlandıran, mutlu eden, ‘Neden varım?’ sorusunun cevabı olan, yaşadığımı hissettiren, gülümseten bazen de ağlatan, aşk gibi tutkuyla bağlı olduğum, bundan sonra da aynı tutkuyla devam edeceğim, sevda gibi vazgeçemeyeceğim bir şey var. O da yazı yazmak.

Yazı; tanımlıyor, tamamlıyor beni; hayatı da tanımladığı, tamamladığı gibi...

Ama şiir ama deneme ama röportaj deşifreleri olsun; ya da aşkı, sevgiyi, hayatı anlatan cümleler… Sonuçta hepsi ortak payda olan yazıda buluşuyor.
 
Geri
Üst