Yorgun Erguvanlar

destina_

Yeni Üye
Üye
Yorgun Erguvanlar
mukaddes erguvan
picture4sz1.jpg


Altın yaldız çerçeveli bir fotoğrafım
Ahşap bir evin duvarında
Bağlarbaşı'nda
Yer yer kırılmış tahta panjurları kapalı
Kimsesiz
Batan güne karşı
Eski hülyalarda unutulmuş,bir başına...
Bakımsız bahçesinde
Otlar arasında
Boyunları bükük
Yorgun erguvanlar... uykuda...

Uzaktan seyrederken
Harap bahçesini ben
İşte...
Çıkageliyor yıllar ötesinden
İnerek ağır ağır bahçe merdivenlerinden
Derin bir kuyudan çekilen su berraklığında
Sisli hayallerimin içinden
Mukaddes teyzem...

Elinde taşıdığı semaverde çocukluğum
Dumanı tüten bir mutluluk
Henüz erguvanlar gümrah açarken
Henüz yıllar sarışınlığını ağartmamışken...

Mavi gözlerinde Edirne işi nakışlı çeyiz sandıkları
Sakin akan Meriç'in billur sularına...Bir akşam
Düşen kırık bir Rumeli türküsü olmuş
Gelin tellerinden
Köprü üzerinden geçen kırmızı kadifeli bir faytondan...

" Altın tasta gül kuruttum,aman Ali'm
Yari sinemde uyuttum..."

Sonra

Bahçenin kuytu bir köşesinde
Bir erguvan ağacının altında
Anneannem
Kırlaşmış saçlarında gümüş anılar
Gezdirip ellerini
Düzelterek masa örtüsünü
Çiçek açmış bir bahar gülücüğü dudaklarında
"Buraya koy...Abla! " derken
Nazlı bir esinti yalayıp geçiyor bahçeyi
Mis gibi...tertemiz bir Üsküdar kokusu dolaşıyor havada
Sallanırken nazlı nazlı şakayıklar, ortancalar,hanımelleri
Sıcak bir demli çay kıvamında...


Dantel işlemeli örtünün lavanta kokusu kaplıyor
Bahçenin her yerini
Tarçınlı kurabiye lezzeti ağzımda
Güllerin,şakayıkların arasından çıkıyorum
Bırakıp Sarman'ın mırıltılarını otlarda
Anneannemin kucağına sokuluyorum
Başımı,kumral ,uzun örgülerimi okşuyor...
Bardağından bir yudum çay alıp:

"Edirne'de,Sultan Reşat'ın cülusunda
Beş yaşındaydım ben
Göğsüme sarı lira takmışlardı
Miralay Beyba'mla gezerken faytonla
Dadımız böyle kurabiyeler yapmıştı bize
Çıkartmak istedi sarı liramı...
vermemiş...ağlamıştım..Hatırlıyor musun abla?"

Anlatıyor gülümseyerek
Ben hayran bir çocuk saflığıyla dinlerken
Yılların ötesinden geçmişi
Dev gibi bir adam düşlüyorum
Altın yaldızlı bir tahtta oturan
Sırmalar,apoletler,nişanlar içinde göğsü
Gururlu,heybetli,şatafatlı
Sultan Mehmet Reşat
Devlet-i Aliyye'nin güçlü padişahı...

Oysa
Sultan Mehmet Reşat minicik bir ihtiyar
Sakalı,bıyıkları beyaz
Çaresiz,güler yüzlü zarif bir dedeymiş...
Etrafında sürüyle sırmalı,nişanlı bir yığın da çaresiz insan...
Sene 1909...savaş yılları
Çöküyor Osmanlı
Çatırdıyor her yanı...
Çok sonraları öğreniyorum ama
Çok sonraları
Genç bir kızın hayretle açılan gözlerinde
Acıyla karışık kızgın bir soru...

" Nasıl olur?"


Anneanneme bakıyorum
sisli gölgelerin arasından merakla
O hüzünle gülümsüyor
Erguvan ağaçları gülümsüyor bahçede iki sıralı
Mukaddes teyzem gülümsüyor
Şakayıklar,ortancalar,hanımelleri gülümsüyor
Hazin bir gülümsemeye dönüyor o anda
Bütün bir Üsküdar...

Ben çocuk,bahçe çocuk,ev çocuk
Şen şakrak bayramların neş'esinde
Serin bir öğle sonrası erguvanlar altında
Bağlarbaşı'nda...

Henüz uyanmamışken iğrenç gözlü akbabalar
Henüz kaybolmamışken
Korkunç bir hoyratlığın ellerinde İstanbul
Beyaz,kuğu vapurları düdükleriyle selamlarken
Ebruli açmış erguvanlarını Boğaz'ın
Sularında yabanıl rüzgarlar esmezken
Hain,hırsına yenik
Henüz Kızkulesi kendine yakışan yalnızlığında
Gururla bakarken İstanbul'a
Henüz cümle tepelerini,bayırlarını
İklimine ve kültürüne yabancı
Arsız ayrık otları bürümemişken...

Erguvanlar henüz yorulmamışken...

Sakin ve ağırbaşlı geçerken mavi göğünden beyaz bulutları
Asırlardır nakış nakış işlediği gergefleri parça parça edilmemiş,
Sakinlerine sunduğu güzellikler henüz yok edilmemişken
Yediyüz yıldır süren kürdili hicazkar şarkısı
Henüz dillerdeyken
Geceleri
Namusuyla kazanılan her kuruşun vicdan rahatlığında
Suzinak uykularda yürekler mutlu iken...

Uzaklardan...çok uzaklardan gelip
Tüketen...Yıkan...Bitiren...Üreyen durmadan üreyen karıncalar
Dolduruvermiş te her yerini
Kimse anlayamamış...kimse görememiş...
Eski,oymalı, üzerinde nice emek verilmiş bir ceviz sandığın
çaresizliğiyle un ufak edilmiş...
Anlayamadan rüyanın bittiğini
Tanınmayan bir dünyanın satılık düzeninde
Tükenivermiş İstanbul
Silinmiş erguvan ve çimen kokuları
Başka iklim,başka kültür,başka yaşayışla
Tarçınlı kurabiye,udi şarkılarla içli muhabbetler
Talan ve vurgun kokularına yenilmiş
İstanbul
Ürkmüş,geri çekilmiş,sinmiş...

Gelenler
İncisini almak için midyeye uzanan bir bıçak gibi
Kabuklarını kırmış,fırlatıp atmış..

Şimdilerde
Masum çocukluğumun bahçeli Üsküdar evleri
Yıkık...
İnce ince oymaları ve sundurmalarıyla...balkonları
Tahta kafesli ,fesleğen kokan pencereleri
Aylı-yıldızlı,maşallah yazılı kapı üstleri
Yıkık...
Ortancaları,şakayıkları,hanımelleri
Erguvanları,sümbülleri,karanfilleri
Bir eski sevda...
Daha
Kavganın başladığını anlayamadan
İstanbul
Yenilmiş...Uykuda...

Ve...İnsanları
İstanbul'un o güzel insanları
Alıp başlarını gittiler...
Bırakarak bizi bu hoyratlığın ortasında...Kimsesiz
Gittiler.
O insanlar
Şimdi gökte küme küme yıldız
El uzattıkça tutulacak kadar yakın
Yaklaştıkça uzaklaşan
Ulaşıldıkça ulaşamadığımız
Yorgun erguvanlardır ki onlar
Bir daha...asla kendileri gibi kokmayacak olan
O İstanbul'u yaşlı gözlerle arkalarında bırakan..

O İstanbul ki..artık

Kirletilmiş bakirliğini
Çiğnenmiş gururunu
Hare hare yıpranmışlığını
Her geçen gün daha fazla hissederek
Belli belirsiz atan bir yürek
Kuruyan asırlık bir çınar
Sessiz...Kimsesiz...
Her uykusuz gecenin sabahında
Hüzünlere açılan mavi gözleriyle
Yorgun erguvanlara
Utangaç...
Selam yollayan.

...Hale Oyal...
 

Benzer Diğer Konularımız !

Geri
Üst