Atatürk'ün Doğu ve Güney Doğu Politikası

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Atatürk'ün Doğu ve Güney Doğu Politikası
ATATÜRK'ÜN DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU POLİTİKASI VE BUNUN ORTAASYA VE ORTADOĞU POLİTİKASINDAKİ YERİ

Yrd.Doç.Dr. Kenan Ziya TAŞ*



Türk milletinin binlerce yıl öncesine dayanan bir tarihi ve bu tarihle mütenasip iyi işlenmiş bir dili ve köklü bir kültürü vardır. Bu vasfıyla milletimiz yeryüzünde varlığı çok eski tarihlere giden nadir bir kaç milletten biridir. Atatürk ise tarih boyunca Türk milletinin yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerin en son temsilcilerindendir. Mensubu olduğu milletin mukadderâtında izi kaybolmayacak bir rol oynamıştır. Atatürk de toplumlara hamle ve yön veren "büyük adam"lardandır. İngiliz tarihçisi ve düşünürü Maculley'in dediği gibi, büyük adam yüksek bir tepeye çıkan ve güneşin doğuşunu herkesten evvel görebilen insandır. Atatürk de kültürün önemini çok önceden kavramış, kültür ve dile büyük önem vermiştir; "Cumhuriyetin temeli kültürdür." sözü, onun kültüre verdiği bu öneme işaret eder.

Türk tarihi, büyük Türk kültürünün, çağlar içindeki siyasi ve medeni tezahüründen, yürüyüşünden, akışından, Türk kültürünün aksiyon haline gelmesinden başka bir şey değildir. Türk tarihine ilmin çıkabildiği en eski devirlerden itibaren tamamıyla sahip çıkmalı, onun her devrinin hakkını teslim etmeli, böylece tarihimize bir kültür ve birlik hazinesi olarak en müstesna yerin verilmesine ve bugünkü ve yarınki hayatın bu temel üzerine kurulmasına, millî tarih şuurunun kökleşmesine büyük ehemmiyet atfolunmalıdır. Türk tarihi, Türk kültürünün dolayısıyla Türk milletinin yüksek

Bu tesbitler istikametinde Atatürk Türk tarihinin gerçeklerini gün ışığına kavuşturmak için zaman ve enerjisinin büyük bir kısmını Türk tarihinin araştırılmasına adadı. Gerçekler bütün çıplaklığı ile meydana çıkarılmalı idi. Bu sayede yanlış kanaatler tashih olunacak, muhteşem bir geçmişi olan Türk milletinin yeni kuşakları medeniyet dünyası önüne açık alınla çıkacaklar ve nefse güvenle daha parlak bir geleceğe hazırlanacaklardı. Aynı zamanda büyük askeri zafer, kültür alanında böylece tamamlanacaktı. Bunların temin ve tesisi gayesiyle 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) ve 1932'de de Türk Dili tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) ve bu ikisine ilâveten 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Böylece tarih boyunca Türk milletinin ortaya koydukları maddî ve manevî bütün varlıkları araştırılacaktı. Çünkü bir milletin büyüklüğü medeniyet alanında vücuda getirmiş olduğu eserlerle ölçülebilirdi. Böyle bir amaçla Atatürk, türk tarihi üzerindeki çalışmalar için şu direktifleri verdi:

"Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şumûllü medeniyetlere sahip olmuştur. Bunu aramak tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."

"Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak mechuliyeti, bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim."

"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtıcı bir hal alır."

Atatürk'ü ve inkılâplarını değerlendirirken onu sahip olduğu ve tarihî süreç içinde oluşan bu anlayışı ile değerlendirmeliyiz. Bu bakımdan Atatürk, medeniyet bakımından hamle yapmak isterken inkılâplarında Türk Tarihi ve Türk kültürünü hep ön plâna çıkarmıştır. Bu sebeple Atatürk inkılâbı medeniyet değiştirme yönünden daha ziyade mutlak, kültür değişmesi yönünden ise daha ziyade nisbîdir. Birincisindeki mutlaklık medeniyetin milletler arası veya milletler üstü maddi ve manevî değerler manzumesi olmasından, ikincisindeki nisbîlik ise, kültürün milletlerarası tesirlere kapalı olmamakla beraber, aslî mahiyeti itibariyle millî değerler sentezi olmasındandır. Böyle olunca medeniyette "devrim" (!) olabileceğine karşılık kültürde devrimden (!) bahsetmenin bir çelişmeye düşmek olduğunu söylemek bir hata veya paradoks telâkki edilemez. Kültürde mutlak bir değişme yani devrim değil, global açıdan nisbî bir değişme veya tekâmül olabilir. Kültür ancak bu mahiyeti ile millî seciyenin ifadesi ve millî kişiliğin devamı olur.

Atatürk inkılâbı ile eski reformlar arasında tereddüte imkân vermeyen bir bağlantı bulunduğu ilmi bir hakikattir. Zira Atatürk inkılâbı müslüman Türk toplumunun. batı tesiri ile bir uyanış devri sayılan Lâle devrinden, yani 18.asır başlarından itibaren yavaş yavaş batıya açılması ile hıristiyan batı karşısındaki aşağılık kompleksi ile ve bilhassa jeopolitik tesirler altında, evvelâ teknik ve askerî, daha sonra idarî ve hukukî ve nihayet kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda bütün 19.asır boyunca devam eden bir medeniyet ve kültürden, başka bir medeniyet ve kültüre geçiş "transmutation" veya kültür ve medeniyet değiştirme hareketi karekterini taşıyan ağır fakat kesintisiz bir istihale "tranformation" süresinin varış noktasıdır. Başka bir deyimle, bir tekâmül zincirinin çok önemli bir halkasıdır. Bu tekâmül Atatürk inkılâbının kat'i surette tesbit ettiği ve gösterdiği genel yönde, kısmen kendiliğinden ve kısmen reforumcu müdahelelerle devam edecektir. Bu Atatürk inkılâbının temelinde yatan dünya görüşünün donmuş bir doğma veya doktirin değil esnek pragmatik bir felsefe ve realist bir duygu ve düşünce davrınışı "attitude"ü olduğu gerçeğinden ve aynı zamanda Türk toplumunun tarihi angajmanından çıkan tabiî bir neticedir.

Türk tarihinden çıkardığı netice ve güvenle istiklâl mücadelesine atılan ve eşsiz bir zaferle neticelendiren Atatürk, tarih bilgisinde en heyecanlı hitabenin ilham kaynağını, yeni devletin temellerini atmak yolunda giriştiği teşebbüslerde en etkili silahını buluyordu. Tesis edilen bu yeni devletin her modern devlet gibi üstlendiği vazifeleri ve sorumluluklarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Her hal ve şartta devletin devamlılığını sağlamak,

2- İç ve dış güvenliği sağlamak (içten ve dıştan devletin hakimiyetine zarar vermeye yönelik her türlü fiili hareketleri ve saldırıları önlemek,

3- Milletin refahını (ekonomik ihtiyaçlar) ve saadetini (sağlık, eğitim, eşitlik, hürriyet, adalet) temin etmek,

4- Millet hayatını devam ettirmek, bunun için milleti meydana getiren dil, töre, din, tarih, edebiyat gibi kültür unsurlarını evvelâ asliyetini bozmadan muhafaza etmek, ikincisi geliştirmek, üçüncüsü ise millî şahsiyeti, milli şuuru ve milli birliği kuvvetlendirecek şekilde yaymak ve öğretmek

5- Çağdaş ilim ve teknoloji kurarak, toplum hayatında esas kılmak.

Devlet sahip olduğu imkân ve şartlar çerçevesinde ülkenin her tarafında bu esasları tatbik etmeye çalışırken özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde çok çeşitli sebepelerle, aşağıda maddeler halinde zikrettiğimiz, hadiselerle karşı karşıya kalmıştır:

1- Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkını çeşitli vasıtalarla (propaganda, şiddet) millî şuur dışına çekmek,

2- Türk devlet hakimiyetine karşı koyma, bu hakimiyeti reddetme ve bu hakimiyet altından ayrılma ve istiklâle kavuşma arzusunu tahrik ve teşvik etmek,

3- Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini Türk devletinden koparmak veya misâk-ı millî sınırlarını parçalamak.

Zikredilen bu hususların tarihî bir perspektif ile gelişimi ve buna bağlı olarak dış siyasetimizin önemli bir bölümü olan Orta Asya'daki (Türkistan) Türk devletleri ve Ortadoğu ile olan münasebetler üzerindeki yeri değerlendirilecektir. Doğu Anadolu, Kafkasya ve Ortaasya ile; Güneydoğu Anadolu ise Ortadoğu ile birleşen coğrafyalarımızdır. Buralarla tarihî, siyasî ve beşerî münasbetlerimiz neredeyse ayrılamayacak bir bütünlük gösterir.

Yukarıda ana hatlarıyla bahsetmeye çalıştığımız hususlardan dolayı Atatürk Doğu ve Güneydoğu ile dış türkler üzerindeki politikalarını sağlam bir kültür politikası üzerine oturtmanın gerekliliğini vurgulamış ve bu istikamette hareket etmiştir. Şu sözü bunu açıkça göstermektedir: "Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz." Millî Mücadele esnâsında ve sonrasında ortaya çıkan iç ve dış gelişmeler ve ortaya çıkan neticeler bu düşünceleri doğrulayacaktır.

Malum olduğu üzere Nutuk'ta belirtildiği gibi Mustafa Kemal'in dış politika tutumunda kronolojik iki devir vardır. İstiklâl savaşının zaferle sona erdirilmesine kadar süren birinci devre dış politika. Bu devir, Mustafa Kemal'in gerek padişah tarafından gerekse yabancı devletler tarafından bir asi sayıldığı devirdi. İkinci devir, Türk zaferiyle açılır ve Lozan müzakereleriyle yürümeye başlar. Bu devirde yeni Türkiye Cumhuriyeti devletler arasında eşit bir devlet olarak görünmeye çalışır ve bu statüyü başarılı bir şekilde elde eder.

Atatürk'ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya, Ortadoğu ve Orta Asya politikası açısından verdiği önemi açıklarken ağırlıklı olarak yukarıda bahsettiğimiz ikinci devredeki gelişmeleri ele alacağız. Bilindiği gibi Misâk-ı Millî ile kurulacak millî devletin hudutlarının nasıl olması gerektiği açıklanmaıştır. Mustafa Kemal, mecliste yaptığı bir konuşmada "Misâk-ı Millî şu hat, bu hat diye hiç bir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin isâbet-i hâzırıdır. Yoksa haritası mevcud bir hudut yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde ve yapılması teklif olunan işlerde hiç bir vakitte buna taarruz edilmemiştir. Bilâkis riayet edilmiştir." demektedir.

Misâk-ı Millî'nin konumuzla ilgili bölümü incelendiğinde görülmektedir ki Misâk-ı Millî güneyde Araplık ve Türklük camialarının kültür temeline dayalı olarak çizilecek sınırlarla birbirlerinden ayrılmasını ifade eder. Misâk-ı Millî, Atatürk'ün çok erken devirlere kadar giden bir tarih şuur ve kültürü ile Kürtlerin bir Türk uyruğu olarak her her alanda ortak olan değerlerle Türk camiasına, Türk milletine mensubiyetlerine inancı ifade eder. Ancak Anadolu coğrafyasının bir devamı olan ve millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası kabul edilen Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil bölgesinde teessüs edilen siyasi yapının meydana çıkardığı şartlar teoride ve pratikte Türk milletinin birliği ile oynama imkânı vermiştir. Atatürk'ün bütün hayatına değişmez gaye yaptığı, son nefesine kadar sarsılmaz bir azimle ve plânlı şekilde sürdürdüğü rasyonel çaba, Misâk-ı Millî çerçevesinde, Türk kültürünü, türklük değerlerini paylaşan halkı, modern millî devlet yapısına, bütünlüğüne eriştirmek olmuştur.

Atatürk'ün Lozan sonrası Misâk-ı Millî'nin temel ruhunu terketmeden akılcı bir tarzda hedefe doğru gittiğini görmekteyiz. 30 Ağustos zaferinin hemen akabinde Fransız le Figaro gazetesine verdiği demeç gaye ve hedefi tüm berraklığı ile göstermektedir. Amerikalı yazar Richard Danin'in sorduğu soruya karşılık;

"-Makedonya ve Suriye'yi terkettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmayı azmettik ve kurtaracağız.

-İhraz ettiğiniz muzafferiyetten sonra projelerinizin neden ibaret olduğunu sorabilir miyim?

-Bütün topraklar halâs olmadıkça tevvakkuf etmeyeceğim.

-Paşa hazretleri, Türk toprakları demekle ne murad ediyorsunuz?

-Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın nısfı."

Açıkça görüldüğü gibi Atatürk, Irak'ın yarısını hedefliyordu. Kastedilen topraklaren az 250 bin metre karelik bir alandı. Buna Suriye içinde yer alan Türklerle meskun topraklar da dahildi.

Amerikalı general Mc.Arthur "Hatıralar"ında büyük devlet adamlarından biri olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk'le 1933'te Ankara 'da yaptığı bir mülâkatta şunları kaydeder: "Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir diye sorduğumda. -Allah nasib eder, ömrüm vefâ ederse Musul, Kerkük ve Adalar'ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım."

Atatürk:"Türkler bu topraklarda tam batı medeniyetli 25 milyonluk bir cemiyet olunca kendi kendilerini savunacaklar. 50 milyona çıkınca, eğer çevrelerinde bazı meseleleri varsa o vakit onlara bir göz atacaklar."

Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu'nun yaptığı araştırmalarda Mustafa Kemal Paşa'nın resmî beyanları dışında güney ve doğu sınırlarımızdaki Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM'nin açılışından sonra, Hatay'dan kaçarak Adana'da millî mücadeleyi yürütecek bir teşkilâ kuran Tayfur (Sökmen) Bey'in Mustafa Kemal'e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay ile ilgili:

"-Sancak Millî Misâk'a dahil midir?" sorusunu sormaktadır. Mustaf Kemal Paşa ise bu soruya gönderdiği telgrafla önemli ve kesin bir anlam taşıyan şu cevabı vermiştir:

"-Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk'a dahildir."

Aynı tarihlerde kendisine Berlin'den mektuplar yazan Talat Paşa'ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken: "Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır." demektedir. Çünkü ona göre Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da devletin içinde yer almalıdır. Ayrıca bu görüşle büyük lider, kurtuluş savaşına canla başla katılan doğulu vatandaşlarımızı Türk milletinden asla ayrı görmediğini de dile getirmektedir. Nitekim 1923 Lozan Konferansı sırasında Anadolu Türklüğünü parçalamayı hedef alan görüşler karşısında İsmet İnönü: "Kürt halkının İran kökenli olduğunu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britanicca yalanlamaktadır. Zaten Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiç bir yönden Türklerden farklı değillerdir." sözleriyle Türk heyeti adına Türk-Kürt ayırımının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir.

Musul meselesinde ise gelişmeler şöyle cereyan etmiştir. 19 Mayıs 1924'te Musul meselesini halletmek üzere İstanbul'da bir konferans toplandı. Konferansın süresince her iki taraf da görüşlerinde ısrar ettikleri için bir sonuca varılamadı. İstanbul Konferansı'ndan bir sonuç çımaması ve Türkiye'nin tutumunun yumuşamaması sonucu İngiltere, Türk-Irak sınırları bölgesinde sınır olaylarını kışkırtıp karışılıklar çıkartmaya başladı. İkili görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine ve Lozan Antlaşmasına göre mesele milletler cemiyetine havale edildi. Milletler cemiyeti, Musul meselesi hakkında inceleme yapıp rapor vermek üzere bir komisyon teşkil etti. Komisyon raporunu Eylül 1925'te Milletler Cemiyeti'ne sundu. Raporda Musul'un Irak'a katılması gerektiği teklif edilmekteydi. Bu karar Türkiye'de büyük bir tepki yarattı. Hatta Türk basını bir Türk-İngiliz savaşından dahi söz etti. Fakat Türk hükümeti daha ileri gidemedi. Zira yıllarca süren savaştan yeni çıkan Türkiye'yi çözülmesi gereken sayısız ekonomik ve sosyal meseleler beklemekte idi. Bu sebeple 5 Haziran 1926'da İngiltere ile Ankara'da bir anlaşma imzalanarak, Milletler Cemiyeti kararları kabul edildi. Lâkin çeşitli sebeplerden olsa gerek Musul, Kerkük ve Süleymaniye'de oturan Irak Türkmenlerine Hatay'da olduğu gibi kültürel özerklik sağlanamamıştır.

Kamuoyunda oluşan Musul'un silah zoru ile alınması fikirleri karşısında Atatürk: "Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsâli için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit, karşımızda yalnız İngiliz değil Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız. Bunda menfaat var mıdır, yok mudur? Bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız demek, bu mümkündür. Musulu gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musulu aldığımızı müteakib muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız.

Hatay meselesi, Milletler Cemiyeti'ne intikal ettiğinde 27 Ocak 1937'de toplanan cemiyet, Hatay'ın bağımsızlığını kabul etti. Bu sırada Atatürk çok hasta idi. Kendisine, milletine, ordusuna ve Hataylılara güveni son derece yüksekti. Dünya durumunu çok iyi değerlendirmekte idi. Bir İskenderun Sancağı için Fransızların bir savaşı göze alamayacaklarına kani idi. Fransızlarla giriştiğimiz teşebbüslerin fayda vermemesi üzerine Atatürk, Mersin ve Adana'ya gitti. Atatürk'ün Hatay'ı silah zoruyla alabileceğini anlayan Fransızlar, bir askeri anlaşma istediler ve bu anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim yapılması kabul edildi. Bu maksadı sağlamak için, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz Hatay'a girdi. Seçim sonrası 12 Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve 30 Haziran 1939'da Türkiye'ye iltihak kararı aldı.

Lozan'a gidinceye kadar Misak-ı Millî. büyük ölçüde tahakkuk ettirilmişti. Ancak Batı Trakya, Hatay, Musul, Kerkük halledilememiş ve üzerinde yapılacak görüşmeler daha sonraya tehir edilmişti. Atatürk'ün kültür politikasının dış politikaya nasıl yön verdiğini ve etkilediğini Hatay meselesinde çok çarpıcı bir biçimde görüyoruz. Bilindiği üzere 1921 yılında Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Fransa'da bulunduğu sırada, Faransız başbakanı Briand ile bir anlaşma imzalar. Bunun altıncı maddesi "İskenderun ve Antakya bölgesinde Türk unsuru fazla olduğundan Fransa, burada hususi bir rejim takib edecek, Türk kültürünün inkişâfına mani olmayacağı gibi resmî dil de Türkçe olacaktır." Bu madde Ankara İtilâfnâmesi'nde aynen kabul edilmiştir. En önemli madde budur ve Hatay'ın kurtarılması, bu maddeye dayanılarak sağlanmıştır.

Doğu ve Güneydoğu politikasında, kültür politikasının tek başına yeterli olamayacağı kesindir. Bu sebeple Atatürk, TBMM'nin beşinci dönem birinci yasama yılı açılış nutkunda: "İç yönetim kuruluşlarımızı yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletme gereği duymaktayız. Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür. İllerimizin sürekli denetimi ve ortak işlerin bir elden yönetilmesini sağlayan genel müfettişliklerden bir çok yararlar bekliyoruz. Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmasıdır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirlmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz." demektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini de unutmuş değildir. Mecliste yaptığı bir konuşmada: "Malum-ı âliniz olduğu vechile Rusya'ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dahilindedir. Fakat Rusya'da ve Rusya ile temasta namütenahi islâm kütleleri vardır. Bu islâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir." Atatürk'ün vezaif-i mahsusa ile Moskova'ya gönderdiği bu ilim heyetinden İsmail Suphi Bey'in bir müddet sonra Türkistan'a gönderildiğini görüyoruz. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara'ya varan İsmail Suphi Bey'in vazifesi, Atatürk'ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.

Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının yegane sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemiştir. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu. 1927 Yılında lâtin harfleri, Sovyetler Birliğindeki Türkler arasında önemli gelişmeler sağlarken, TBMM başkanı lâtin harflerini kabul etmenin zaruri olduğunu bildiriyordu. 1928'de Türkiye'de de lâtin harfleri kabul edilmiş lâkin Sovyetler, Türkistan Türklerinin alfabelerini değiştirmiş ve istenilen sonuç alınamamıştır.

Bu ülkeler tarihi, coğrafyası ve kültürü ile doğru öğrenilmeli ve tanınmalıdır. Türkiye değişen dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu ülkelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu istikamette gerçekçi bir anlayışa sahip olmak, bir tercih değil zarurettir.

Tabii bağları dolayısıyla o ülkeleri ve insanlarını en iyi bilmesi gereken ve dostlarınca da düşmanlarınca da bildiği kabul edilen Türkiye'nin bu avantajını iyi kullanarak bu ülkeler ve bölgeyle ilgili politikalar üretip bunu dostlarına da anlatan ve onlara sözünü dinleten bir ülke konumuna gelmesi elzemdir.

Türkiye bizatihi kendi mevcudiyet ve emniyeti bakımından stratejik vaziyetini sağlama almak mecburiyetindedir. Bu sebeple halihazırdaki imkânları değerlendirmeli kendi menfaatinin yanında diğerleri ile de ilgilenme fırsatları meydana getirmelidir. Bunun için tampon bölge veya tompon devlet yapısından istifade etmelidir. Türkiye'nin etrafında çok önemli iki tampon bölge var. Birincisi Musul, Kerkük, Süleymaniye hattında, Millî Mücadele yıllarında, ikincisi de Kafkas hattında. Her ikisinde de o gün bugündür savaşlar var. İkinci husus bugün sayıları 3 milyona yaklaşan Kuzey Irak'taki Türkmenler ile Anadolu Türklüğünün o zaman kurulan bu tampon bölge ile irtibatlarını kesmektir. Yine aynı şekilde Kafkas hattında da bir hançer gibi Mustafa Kemal'in veya Kâzım Karabekir'in bilgileri dışında değil ama bir mecburiyet yüzünden Ermenistan bölgeye yerleştirilmişitr. Bir hançer gibi Kafkas sınırına sokulan Ermenistan olayı da bunun bir örneğidir. 1914'de Türk istatistiğinin yapıldığı yıl, Rusya'da da aynı dönemde bir nüfus istatistiği yapılmıştır. Revan dahil bugünkü Ermenistan'ın başkenti Revan dahil Gence diğer Kafkasya'daki vilâyetlere baktığımız zaman Müslüman Türk nüfusu çoğunlukta ve yoğunluktadır. Eğer bu ihtilafların ana hedeflerinden biri petrol ise diğeri de Türk dünyasının irtibatını kesmektir.

Bölgede istikrarın sağlanması ve millî menfaâtlerimizin gereği gibi inkişâf ettirilebilmesi de bahsettiğimiz kültür temellerinin araştırılıp sağlamlaştırılması ile mümkün olacaktır. Bunu temin edebilmenin ilk şartı da bölgede Türk kültürünün temeli olan Türk tarihi ve Türk dili çalışmalarının ve eğitiminin düzenli, disiplinli ve kaliteli olmasıdır. Şayet bu sağlanmaz ise biraz önce basettiğimiz imkân sonuna kadar kullanılarak meş'um neticeler elde edilmesinin önüne geçilemez. Bu kültürel temellerin araştırılıp geliştirilmesinde üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Bu sebeple Atatürk, Cumhuriyet'in on beşinci yılında sık sık doğu bölgesinin ilim ve kültür merkezi vazifesini yapacak bir üniversite kurulmasını hasretle ifade ediyordu. O sıralarda Asya'da ve Ortadoğu'daki devletlerle sıkı bağlar kuruluyordu. 8 Temmuz 1937'de Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Tahran'da Sâd-Abâd sarayında bir saldırmazlık anlaşması imzalanıyordu. Daha sonra da İran şahı Türkiye'yi ziyaret ediyordu. Böylece Türkiye'nin önderliğinde doğu sınırlarımızdaki devletlerde bir uyanma ve bir birlik hareketi ortaya çıkıyordu.

Atatürk bir yandan Türk inkılâbının komşu Asya ve İslâm ülkelerine de nüfuz etme ümitlerini beslerken bir yandan da Türk dil ve tarih tezlerinin buralarda da iyice araştırılması ve anlatılması imkânlarını da inceliyordu. Doğuda kurulacak bir üniversite hem doğunun yüksek kültür merkezlerini oluşturacak hem komşu devletlerin bilim ve düşünce hareketleriyle bir bağlantı kuracak hem de güney ve doğuya bu merkezlerden kültür, bilim ve Türk inkılâbı yayılacaktı. Bu düşünceden hareketle Atatürk, Kültür Bakanı Arıkan'a Van Gölü sahilllerinde her şubeden ilkokulları ve nihayet üniversiteleri ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçmesini söylemiştir.

Burada açıklanması gereken noktalardan birisi de "Yurtta sulh cihanda sulh." kavramıdır. Bu ilke, Türk inkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan ve devlet yönetimimizde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan "Yurta sulh cihanda sulh" ilkesi sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır. Bu ilke bir taraftan yurt içinde huzur ve güven içinde yaşamayı diğer taraftan diğer taraftan da milletler arası barış ve güvenliği hedef tutar. Atatürk'ün belirttiği gibi "Harici siyaset bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ile sıkı surette alâkadardır. Çünkü teşekkül-i dahiliyeye istinat etmeyen harici siyasetler daima mahkum kalırlar. Bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi de o nisbette kavi ve rasin olur."

Atatürk'ün "Yurta sulh cihanda sulh" düsturunu hiç bir zaman körü körüne veya bedeli ne olursa olsun bir sulh temini maksadıyla anlamadığını biliyoruz. Bunun ispatı ise biraz önce yukarıda bahsettiğimiz Hatay ve Musul meseleleri karşısındaki tavrıdır. Burada Atatürk'ün önemle üzerinde durduğu bir nokta vardır ki o da dış siyasette başarılı olmanın sırrı içeride kuvvetli olmakta yatmaktadır. Ona göre "Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki müsellah cephesidir. Bu cephe tebeddül edebilir. Mağlup olabilir. Fakat bu hal hiç bir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin sükutudur. Bu hakikate vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlardır çalışmaktadırlar. Bugüne kadar da muvaffak olmuşlardır.� Bahsedilen dahili cephe ancak Türk kültürünün, tarihinin ve dilinin araştırılıp, işlerlik kazanmasıyla kuvvetlendirilebilir. Çünkü milliyetçilik, İstiklâl savaşında temel bir ilke idi. Toprak kayıpları ve azınlıkların kendi millî isteklerinden vazgeçmeyi reddemeleri, Osmanlıcılığı Türk milliyetçiliğine dönüştürmüştü.

Türkiye siyasî coğrafyasında çeşitli isimler altında dil, din tarih, kültür varlık ve değerleri ile birbirine bağlı asırlardır kader birliği yapmış pek çok aşiret boy ve topluluklar bulunmaktadır. Bunların hepsi "Türk" şemsiyesi altında birleşmiştir. Ancak ülkemizde çeşitli etnik adlandırılmalarla topluluklara ayrı bir kimlikle tanınması gibi ırkçı ve bölücü bir saldırıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Gerçekte Anadolu insanı, tarihî nedenler, kültür karışımı, iç göçler, evlilikler, eğitim, din ve ekonomik ilişkiler gibi etkilerle et-tırnak gibi ayrılmaz bir bütün niteliğindedir. Maalesef Türkiye kendi istikbalini ilgilendiren bu önemli konularda, ideolojik-psikolojik bir yenilgiye uğramıştır. Sorumlu mevkilerde bulunanların bile bu ideolojik yenilgi içinde Türkiye'nin bir mozaik olduğu tezini benimsedikleri görülmüştür. Bu eğilim Türkiye'yi değişik halkların yaşadığı bir ülke olarak göstermektedir. Gelişigüzel kullanılan ve muhtevası tam izah edilmeyen bu neviden tabirlerle meseleleri adlandırmak, konuları daha içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmekte ve halledilmesi de o derece güçleşmektedir.

Siyasal karar alıcılar yüzeysel bilgilerle meseleye çözüm getiremedikleri gibi yanlış ve eksik bilgi temelinden hareket ile zaman zaman yaptıkları açıklamalarla meseleyi telâfisi daha da zor hale koymaktadırlar. getirmektedirler.

Amerika, Kuzey Irak'ta bulunmasını kendisinin petrol çıkarları için yaptığını ve Saddam sorununu çözene kadar bu bölgeden gitmeyeceğini açıkça söylerken ve uluslararası alanda hiç bir itiraz duyulmazken, kendini teröristlere karşı korumak için Kuzey Irak'a giren Türkiye'ye karşı itirazlar yağmakta ve Türkiye'nin bu bölgede bulunması önlenmektedir. Güçlü olan ülkelerin fikirlerinin haklı görüldüğü bu sisteme güç politikası denmektedir. Bu güç politikası içinde Türkiye hakkını arayabilmek ve bunu sürdürebilmek için güçlü bir devlet olmak zorundadır.

Özellikle gelişmiş ülkelerin enerji ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyacının hızla artacağı 21.yüzyılın ilk çeyreğinde, artık tüm Ortadoğu coğrafyasında herşey önem taşıyacaktır. Bu coğrafyanın, coğrafî ve tarihî yönden tabii hakimi olan Türkiye ve Türk dünyasını bölge dışı ülkelerin yok saymaları mümkün değildir. Yeter ki biz kendimizin ve tarihî misyonumuzun farkında olalım.

Netice olarak, Türk kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır. Her Türkü de Türkiye'yi de alâkadar eder. Türkiye nerede olursa olsun, Türk kültürü ile yakından ilgilenmeye, onu takip etmeye, ona yardım etmeye mecburdur. Çünkü Türk kültürü bir bütündür ve Türkiye'nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesi her şeyden önce kendi varlığı için lüzumludur. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk kültürü olursa, Türkiye o nisbette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur. Yoksa kimse Türk ülkelerini Türkiye'nin fethedip kendisine ilhak etmesini beklememektedir.
 
Geri
Üst