Bilimin açıklayamadığı 13 gözlem

M

Misafir

Forum Okuru
Bilimin açıklayamadığı 13 gözlem
Uzaydan gelen mesajlar. İlaç özelliği olan su. Bir metal parçasından elde edilen sınırsız enerji. Güneş sisteminin kenarındaki devasa cisim. Bütün bu gerçek dışı görünen olaylar bilimsel birer gözlem ama açıklaması yok...


1) PLASEBO ETKİSİ


Plasebo etkisinin gücünü anlamak için şu deneyi evde bile gerçekleştirilebilirsiniz. Günde birkaç kez, birkaç gün boyunca birinin canını yakın. Deneyin son gününe kadar ağrıyı morfin ile kontrol altına alın. Bu son gün morfin yerine tuzlu su kullanın. Sonuçta tuzlu suyun ağrıyı azalttığını göreceksiniz.

Buna plasebo etkisi denir. Nasıl olduğu bilinmemekle birlikte bu etki çok güçlü olabiliyor. Söz konusu deneyi İtalya'da Turin Üniversitesi'nden Fabrizio Benedetti yürüttü. Benedetti, son yaptığı deneyde, son gün tuzlu suya morfinin etkisini bloke eden "nalokson" kattı. İlginç olan tuzlu suyun ağrı kesici özelliğinin yok olmasıydı.

Bütün bunların anlamı nedir? Doktorlar plasebo etkisinin onlarca yıldır farkında. Ve nalokson katkılı sonuç, plasebo etkisinin bir şekilde biyokimyasal bir özelliği olduğunu gösteriyor.

Bu deneyden elde ettiği sonuçlardan destek alan Benedetti, Parkinson hastalarında plasebo etkisini araştırdı. Tuzlu suyun plasebo etkisinin hastalarda titreme ve kas sertliğini azalttığını gören (Nature Neuroscience, vol 7, p 587) Benedetti ve ekibi, hastalara tuzlu su verirken beyinlerindeki nöronların faaliyetlerini ölçtü. Deneyde "sub-thalamik çekirdek"teki nöronların tuzlu su verildikçe daha az tetiklendiği anlaşıldı. Bu şekilde hastalığın semptomları düzelirken nöron faaliyetleri de azalıyordu.

Benedetti bu deneyden elde edilen sonuçları şöyle değerlendiriyor: "Burada neler olup bitiğini öğrenmek zorundayız. Ancak bir şey kesin: Beklentiler ve terapötik sonuçlar arasındaki ilişki, beyin-beden etkileşimini anlamak için mükemmel bir model oluşturuyor. Şimdi bilim adamları plasebo etkisinin nerede ve ne zaman devreye girdiğini anlamaya çalışıyor. Hastalıklar farklı da olsa altta yatan mekanizma aynı olabilir. Ancak bu şu anda bilmiyoruz"




2) UFUK PROBLEMİ


Evren anlaşılmaz bir şekilde tekdüzedir. Görülür evrenin bir ucundan diğerine, uzayı bütünü olarak incelerseniz, kozmosu dolduran mikrodalga geri plan radyasyonunun sıcaklığının her yerde aynı olduğunu görürsünüz. Bu ilk bakışta şaşırtıcı gelmeyebilir; ancak bir uçtan diğer uca mesafenin 28 milyar ışık yılı olduğu ve evrenin 14 milyar yaşında olduğu düşünülürse, bu sonucun ne denli anormal olduğu ortaya çıkar.

Hiçbir şey ışık hızından daha hızlı değildir. Dolayısıyla ısı radyasyonunun, big bang sırasında ortaya çıkan soğuk ve sıcak noktalar arasındaki farklılığı eşitlemek için iki ufuk arasında yol alması mümkün görünmüyor. Bu "ufuk problemi" kozmologların başını ağrıtan en önemli problemlerden biri. Bu yüzden "enflasyon- genişleme" gibi akıl sınırlarının dışına taşan açıklamalarla problemi çözmeye çabalıyorlar.

Ufuk problemini çözmek için big-bang'den hemen sonra evrenin aşırı bir hızla genişlediğini varsayabilirsiniz. Cambridge Üniversitesi'nden astronom Martin Rees , "Enflasyonun bir açıklama olarak kabul edilebilmesi için, gerçekten meydana gelmiş olması gerekir" diyor.

Dolayısıyla enflasyon bir gizemi çözerken bir başkasının oluşumuna zemin hazırlıyor. Işık hızındaki farklılıklar da ufuk sorununu çözebilir. Ancak "Niçin" diye sorulduğunda bu açıklama çok yetersiz kalıyor. Sonuçta geri plan radyasyonunun tekdüze sıcaklığı bir anormallik olarak açıklama bekliyor.


3) AŞIRI-ENERJİK KOZMİK IŞINLAR


10 yıldan daha uzun bir zamandır Japonya'daki fizikçiler varolması mümkün olmayan kozmik ışınları gözlüyorlar. Kozmik ışınlar, evrende ışık hızına yakın bir hızda yol alan parçacıklardır *çoğunlukla proton, fakat bazen de ağır atom çekirdeği şeklinde- . Dünya'da tespit edilen bazı kozmik ışınlar, süpernova gibi şiddetli olaylar sırasında üretilir -hâlâ en yüksek- enerji parçacıklarının kökeni bilinmiyor- ve bunlar doğada görülen en enerjik parçacıklardır. Ancak gerçek gizem bu değildir.

Kozmik ışın parçacıkları uzayda yol alırken, evreni dolduran düşük enerjili fotonlarla çarpışarak enerjilerini yitirirler. Einstein'ın özel görelilik kuramına göre bizim galaksimizin dışındaki bir kaynaktan çıkıp Dünya'ya gelen kozmik ışınlar, o kadar fazla sayıda enerji azaltıcı çarpışmaya maruz kalır ki, bunların maksimum olası enerjisi 5 x 10 19 elektronvolta çıkar. Buna Greisen-Zatsepin-Kuzmin sınırı adı verilir.

Ne var ki son 10 yılda, Tokyo Üniversitesi'nden Akeno Giant Air Shower Array adı verilen 111 parçacık dedektörü, GZK sınırının üzerinde birkaç kozmik ışın tespit etti. Kuramsal olarak bunların, enerji yitirmemiş olmaları için, bizim galaksimizin içinden gelmesi gerekir. Ancak astronomlar galaksimizin içinde bu kozmik ışınların gelmiş olabileceği bir kaynak bulamadılar. Peki bunlar nereden geliyordu?

Bir olasılığa göre Akeno sonuçları yanlış olabilir. Bir diğer olasılık ise Einstein'in yanılıyor olmasıdır. Einstein'ın özel görelilik kuramına göre uzayın her yönde aynı olması gerekir. Ancak parçacıkların bazı yönlere doğru daha kolay yol alması durumunda ne olacak? O zaman kozmik ışınlar enerjilerinin daha fazlasını koruyabilir ve GZK limitlerinin dışına çıkabilir.

Arjantin, Mendoza'daki Pierre Auger deneyindeki fizikçiler de bu sorun üzerinde çalışıyor. 3000 kilometre kare üzerine yayılan 1600 dedektörden yararlanan bilim adamları, gelmekte olan kozmik ışınların enerjilerini tespit ederek Akeno sonuçlarının daha iyi anlaşılmasını sağlayabilecekler.

İngiltere, Leeds Üniversitesi'nden astronom Alan Watson *aynı zamanda Pierre Auger projesinin sözcüsü- doğru iz üzerinde olduklarına inanıyor: "10 20 elektrovolt'ta bazı olayların olduğu konusunda hiç kuşkum yok. Beni ikna edecek çok sayıda örnek mevcut. Burada soru şu: Bunlar nedir? Gelmekte olan kaç tane parçacık var? Bu bilgilere ulaşmadan olayı açıklamamız imkansız"



4) BELFAST HOMEOPATİ SONUÇLARI


Belfast'taki Queen's University'den farmakolog Madeleine Ennis, homeopatiyi şiddetle eleştirenlerin başında geliyor. Kimyasal ilaçların sulandırılması esasına dayanan homeopatik yöntemde, tek bir ilaç molekülü içermeyecek noktaya gelinceye kadar sulandırılma devam etse dahi suyun iyileştirme özelliğini koruduğu iddia edilir. Ennis bu inanışa karşı çıkarak homeopatinin hiçbir işe yaramadığını kanıtlamaya çabalıyor.

Ennis, son yazdığı makalede, enflamasyon durumunda ortaya çıkan insan akyuvarları üzerinde aşırı sulandırılmış histaminin etkilerini araştırdığı deneyden elde ettiği sonuçları açıkladı. Bu bozofiller, hücre saldırı altındayken histamin adı verilen maddeyi salgılar. Bunlar bir kez salgılandığı zaman, histamin bozofillerin daha fazla salgılamasını engeller. Farklı laboratuarlarda tekrarlanan bu çalışma homeopatik eriyiklerin - o kadar sulandırılmış oluyorlar ki tek bir histamin molekülü içermiyorlar- histamin gibi etki yarattığını ortaya çıkartmış. Bu sonucun üzerine Ennis bu etkinin yok sayılamayacak kadar gerçek olduğunu kabul etmek zorunda kalmış.

Bu nasıl oluyor? Homeopatlar kömür, örümcek zehiri gibi maddeleri etanol içinde eriterek, bu "ana eriyik"i su ile tekrar tekrar sulandırıyorlar. Sulandırma düzeyinden bağımsız olarak homeopatlar, orijinal ilacın su molekülleri üzerinde iz bıraktığını iddia ediyorlar.

Ennis'in niçin konuya kuşkuyla yaklaştığını anlayabiliyoruz. Kaldı ki homeopatik tedavinin, geniş kapsamlı, plasebo-kontrollu klinik bir deneyde bugüne dek yararlı olduğu kanıtlanmadı. Ancak Belfast çalışması (Inflammation Research, vol 53, p 181) bazı şeylerin "etkin olduğunu" gösteriyor. Enis bu konuda şöyle konuşuyor: "Bulgularımızı açıklamakta zorlanıyoruz. Dolayısıyla başkalarını ileri deneyler yapması için teşvik ediyoruz. Eğer bu ileri deneylerde sonuçlar olumlu çıkarsa kimya ve fiziği yeniden yazmamız gerekebilir."



5) KARA MADDE


Yerçekimi konusundaki bilgilerimizi galaksilerin nasıl döndüğü konusuna uyarladığınız anda ortaya yeni bir problem çıkar, çünkü galaksilerin hızla birbirlerinden ayrılması gerekir. Galaktik madde merkezi bir nokta etrafında yörüngeye oturur, çünkü bunların karşılıklı kütleçekimsel cazibesi, merkezcil kuvvetler yaratır.Ancak galaksilerde, gözlenen dönmeyi yaratacak miktarda kütle yoktur.

Washington D.C.'deki Carnegie Enstitüsü Yeryüzü Manyetizması Bölümü'nden astronom Vera Rubin, 1970'li yılların sonlarına doğru bu anormalliği tespit etti. Fizikçilerden gelebilecek en anlamlı tepki, görebildiğimizden daha fazla kütlenin varolabileceği doğrultusundaki önermeydi. Burada sorun bu "kara madde"nin ne olabileceği konusunda kimsenin bir fikri olmamasıydı.

Şu anda hâlâ bu soruya kimse yanıt veremiyor. Bilim adamları kara maddenin ne tür parçacıklardan oluşabileceği konusunda çok sayıda önerilerde bulundularsa da, bu konuda bir ortak bir görüş söz konusu değil. Bu da bilim adına utanılacak bir konudur. Astronomik gözlemlere göre kara madde evrendeki kütlenin yüzde 90'ını oluşturmakla birlikte, insanoğlu bu yüzde 90'ın ne olduğunu bilmemektedir.

Büyük bir olasılıkla kara maddenin ne olduğunun bilinmemesinin en önemli nedeni böyle bir şeyin varolmamasıdır. Rubin de gerçeğin bu olduğuna inanıyor: "Eğer seçme şansım olsaydı, geniş mesafelerdeki kütleçekimsel etkileşiminin doğru olarak tanımlanması için Newton'ın yasalarının değiştirilmesini talep ederdim."


6) VİKİNGLERİN METANI


Tarih 20 Temmuz 1976. Gilbert Levin gört gözle Viking misyonundan gelecek verileri bekliyordu. Mars'tan milyonlarca kilometre uzakta, Viking uzay araçları (lander) yerden aldıkları toprak örneğini karbon-14 etiketli madde ile karıştırdılar. Lander'ın üzerindeki enstrümanlar, topraktan yayılan emisyonun içinde metan gazı olduğunu tespit ettikleri anda Mars'ta yaşam olduğu anlaşılacaktı.

Viking sonucun pozitif olduğunu belirtti. Demek ki bazı organizmalar karbon-14'ü sindirip yaktığı için metan gazı çıkıyordu.

Ancak bu sonuçlar beklenilen etkiyi yaratmadı.

Çünkü, organik molekülleri bulmak için tasarlanan başka bir enstrüman hiçbir şey bulamamıştı. Bunun üzerine bilim adamları Viking'in yanlış veri gönderdiği konusunda görüş birliğine vardılar. Peki Viking niçin pozitif sonuç göndermiş olabilirdi?

Tartışmalar giderek şiddetlendi. Bu arada NASA'nın Mars'a son gönderdiği rover'ların yolladığı bilgilere göre Mars geçmişinde sulak bir gezegendi ve bu nedenle yaşam olasılığı vardı. Levin, Mars'tan gelen tüm verilerin yaşam olduğuna ilişkin görüşünü desteklediğini ileri sürüyordu.

Ve Levin bu iddiasından hiçbir zaman vazgeçmedi ve bu konuda da yalnız değil. Los Angeles'teki Güney Kaliforniya Üniversitesi'nden hücre biyoloğu Joe Miller , verileri yeniden gözden geçirerek, emisyonun sirkadiyen (24 saatlik biyolojik süreç ile ilgili) döngüsüne ilişkin kanıtlar içerdiğini ileri sürdü. Bu da yaşamın olduğuna ilişkin çok önemli bir kanıttı.

Levin bu arada, NASA ve ESA'yı Viking'in yeni bir versiyonu aracılığı ile "şiral moleküllerin aranması için ikna etmeye çalışıyor. Bu moleküller, birbirlerinin ayna görüntüsü olarak sağ ya da sol el versiyonu olabilirler.

Biyolojik süreçler, bir şiraliteyi diğerine tercih eden molekülleri üretmeye eğilimli olmakla birlikte, yaşamayan süreçler sol ve sağ el versiyonları eşit sayılarda yaratır. Gelecekte Mars'a gönderilecek araçlar, Mars'ta yaşam olup olmadığını şiral moleküllerin şekline bakıp karar verecekler.



7) TETRANÖTRONLAR


Bundan 4 yıl önce Fransa'da bir parçacık hızlandırıcısı varolmaması gereken 6 parçacık tespit etti. Bunlara tetranötron adı verildi. Dört nötronunun birbirine bağlanmasıyla oluşan bu yapılar fizik yasalarına meydan okuyordu.

Caen'deki Ganil hızlandırıcısında çalışan Francisco Miguel Marques ve ekibi bu yapıları yeniden ele geçirmenin yollarını arıyor. Eğer başarılı olurlarsa bu kümeler, atomik çekirdekleri bir arada tutan kuvvetleri yeniden gözden geçirmemize neden olacak.

Ekip, berilyum çekirdeğini küçük bir karbon hedefe ateşleyerek, çevresindeki dedektörde biriken parçacıkları inceledi. Dedektörlere çarpan 4 ayrı nötronun izini göreceklerini umut ediyorlardı. Oysa Ganil ekibi yalnızca tek bir dedektörün üzerinde tek bir ışık çakması tespit etti. Bu ışık çakmasının enerjisi, dedektöre 4 nötronun aynı anda çarpmış olabileceğini gösteriyordu. Kuşkusuz, bu rastlantısal bir keşif olabilirdi. 4 nötron aynı yere aynı anda rastlantısal olarak varmış olabilirdi. Ne var ki bunun bir rastlantı olma olasılığı çok düşüktü.

Ancak tetranötronların varolma olasılığı da bu rastlantı kadar düşüktü. Çünkü parçacık fiziğinin standart modelinde tetranötronlar yer almaz. Pauli ilkesine göre aynı sistem içindeki iki proton veya nötronun bile kuantum özellikleri aynı değildir. Aslında bunları bir arada tutan şiddetli nükleer kuvvet o şekilde ayarlanmıştır ki, bırakın 4 nötronu bir arada tutmayı, iki yalnız nötronu bile birlikte tutamaz. Marques ve ekibi bu keşif karşısında o kadar büyük bir şaşkınlığa uğramış ki, bulguların yanlış olduğunu düşünüp bir kenara atmışlar.

Bu arada tetranötronların varlıklarına ilişkin başka kuşkular daha söz konusu. Fizik yasalarını bir kenara itip 4 nötronun birbirine bağlanmasına izin verdiğiniz takdirde kaos meydana gelebilir (Journal of Physics G, vol 29, L9) Bu şu anlama geliyor: Big bang'den hemen sonra oluşan element karışımı bugün gözlemlediklerimiz ile uyuşmaz, hâttâ kozmosun kaldıramayacağı kadar ağırdır. İngiltere'deki Surrey Üniversitesi'nden Natalia Timofeyuk , "Evren genişlemeye fırsat bulamadan çökerdi" diyor.

Bu mantık silsilesinin içinde yine de bazı boşluklar var. Hâlihazırda geçerli olan kuramlar tetranötronların varolabileceğini kabul ediyor, ancak çok kısa ömürlü bir parçacık olarak. Timofeyuk " Bu 4 nötronun Ganil dedektörlerini aynı anda vurmasının nedeni bu olabilir" diye konuşuyor. Maddenin çoklu nötronlardan oluşabileceği fikrini destekleyen bir başka kanıt da nötron yıldızlarıdır. Çok fazla miktarda yapışık nötron içeren bu unsurlar, nötronların kümeleşmeleri durumunda açıklanamayan bazı kuvvetlerin ortaya çıkabileceği olasılığını gündeme getiriyor.



ÖNCÜ ANOMALİ


Bu iki uzay aracı ile ilgili bir öyküdür. Pioneer 10 1972 yılında fırlatıldı, Pioneer 11 bir yıl sonra yola çıktı. Şu günlerde iki uzay aracı, uzayın derinliklerinde sürükleniyor olmalılar. Ancak bunların yörüngesi göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir.

Çünkü bunları bir şey itiyor *veya çekiyor- olabilir. Bu şey uzay araçlarının hızlanmasına yol açıyor. Gerçi sonuçta ortaya çıkan hızlanma çok küçük *saniyede bir nanometreden küçük-. Bu da Dünya'nın yüzeyindeki yerçekiminin on milyarda birine eşit. Ancak yine de Pioneer 10'u 400.000 kilometre öteye sürükleyecek kadar güçlü. NASA'nın, Pioneer 11 ile bağlantısı 1975 yılında kesildi. Ancak o noktaya kadar Pioneer 10 ile benzer bir sapmaya maruz kalmıştı. Bu sapmanın nedeni ne olabilir?

Bunun kimse bilmiyor. BYazılım hataları, güneş rüzgârları veya yakıt sızıntısı gibi bazı olası açıklamaların yanlışlığı şu ana kadar kanıtlandı. Eğer bunun nedeni kütleçekimsel bir etkiyse, bu bizim bildiğimiz kütleçekimi olamaz. Aslında, bazı fizikçiler bu konuda o kadar çaresizler ki, bu gizemi açıklamak için açıklaması olmayan başka fenomenlere başvurmaktan çekinmiyorlar.
İngiltere'deki Portsmouth Üniversitesi'nden Bruce Bassett , Pioneer bilmecesinin, hassas yapı sabiti olan alfa'daki değişikliklerden kaynaklanmış olabileceğini ileri sürüyor. Diğerleri nedenin kara delikle ilgili olabileceğini düşünüyor.


Los Alamos National Laboratory'den Michael Martin Nieto , uzay aracından gelen erken yörünge bilgilerinin yeniden incelenmesi gerektiğine inanıyor. Bu veriler, yeni bilgilerin ışığı altında incelendiğinde taze fikirlere zemin hazırlayabilir. Ancak sorunun temeline inebilmek için güneş sisteminin derinliklerindeki yerçekimsel etkiyi test edecek yeni uzay araçlarına ihtiyaç duyuluyor. Böyle bir aracın 300 ile 500 milyon dolara mal olacak olması NASA'yı düşündürüyor. Haber7'nin Cumhuriyet bilim Teknik dergisinden alıntıladığı bilgilere göre, Bütün bu karamsar gelişmelere karşın Nieto, Pioneer anomalisinin fark edilemeyen bir ısı kaynağı gibi çok basit bir nedene bağlı olabileceği olasılığını da göz ardı etmemek gerektiğini söylüyor.


9) KARA ENERJİ


Bu, fiziğin en utanç verici, en ünlü problemlerinden biridir. 1998 yılında astronomlar evrenin giderek artan bir hızda genişlediğini keşfettiler. Ancak bu sonuç hâlâ nedenini arıyor. O zamana kadar evrenin genişlemesinin big bang'den sonra yavaşladığı düşünülüyordu.. Ann Arbor'daki Michigan Üniversitesi'nden kozmolog Katherine Freese , "Süpernova, galaksi kümeleri gibi gözlemlerimizden elde ettiğimiz bilgilerin bizlere uzayın genişlemesi ile ilgili bilgi vereceğini umuyoruz" diyor.

Bir öneriye göre boş uzayın bazı özellikleri bu konuyla ilgili. Kozmologlar buna kara enerji diyor. Ancak bu da her şeyi açıklamakta yetersiz kalıyor. Ayrıca evren geniş anlamda ele alındığı zaman Einstein'ın genel görelilik kuramının biraz manipüle edilmesi gerekiyor.




10) KUIPER UÇURUMU


Güneş sisteminin iyice uç noktalarına doğru yol alırsanız *Pluto'nun ötesine geçerseniz- çok tuhaf bir şeyle karşılaşırsınız. Birden, Kuiper kuşağını *buz tutmuş kayalarla kaplı uzay bölgesi- geçtikten hemen sonra artık hiçbir şey yoktur.



Astronomlar bu bölgeye Kuiper uçurumu adını veriyor, çünkü kaya yoğunluğu birden bire bu bölgede azalıyor. Bu nasıl oluyor? Bunun tek yanıtı 10. gezegen olabilir. Bu arada Quaoar veya Sedna'dan bahsetmiyoruz. Dünya veya Mars kadar büyük olabilen bu masif nesne, bölgeyi çer-çöpten temizliyor olabilir.

Colorado, Boulder'deki Southwest Araştırma Enstitüsü'nden Alan Stern, "GezegenX"in varlığı ile ilgili kanıtların giderek inandırıcı bir boyuta ulaştığını belirtiyor. Hesaplamalar böyle bir gezegenin, Kuiper uçurumunun varolma nedeni olabileceğini düşünse de, kimse bu gizemli 10.gezegeni görmüş değil.

Ancak bunu da açıklayabiliriz. Kuiper kuşağı Dünya'dan çok uzak olduğu için işe yarar bir görüntü almak zordur. Bölge hakkında bir şey söylemeden önce oraya gidip bu kuşağa bir göz atmak gerekir. Ancak bu da bir on yıldan önce olmaz. Haber7'nin Cumhuriyet bilim teknik dergisinden alıntıladığı bilgilere göre. NASA'nın Kuiper kuşağı ve Pluto'ya doğru yol alacak olan New Horizon uzay aracı, 2006 yılının ocak ayında fırlatılacak. 2015 yılından önce Pluto'ya ulaşamayacak olan uzay aracı, ancak o zaman bu bilinmeyen bölgeyle ilgili bilgi gönderebilecek. Bu arada Kuiper uçurumunun ne olduğunu öğrenmek isteyenlerin yapacağı tek şey, uzayı izlemek.




11) 28 YILDIR AÇIKLAMA BEKLEYEN SİNYAL


Bu sinyal 37 saniye sürdü ve uzaydan geldi. 15 Ağustos 1977 tarihinde Columbus'taki Ohio State University'den astronom Jerry Ehman, Ohio State'in "Big Ear" adı verilen radyo teleskobunun kaydettiği sinyali görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu. Ne var ki aradan geçen 28 yıla karşın kimse bu sinyali neyin gönderdiğini çözemedi. Ehman, diyor.

Yay (Sagittarius) takımyıldızı yönünden gelen radyasyon pulsu, 1420 megahertz radyo frekansı aralığı içindeydi. Bu frekans, uluslararası antlaşmalar gereğince yayın yapılması yasaklanan bir radyo frekansı içinde yer alıyor. Gezegenlerden gelen termal emisyonlar gibi doğal kaynaklı radyasyonlar, genellikle daha geniş frekansları kapsar. Peki bu sinyali ne göndermiş olabilir?

Bu yöndeki en yakın yıldız 220 ışık yılı uzaktadır. Eğer sinyal buradan gelmiş olsaydı, çok daha güçlü bir astronomik olay meydana gelmiş olurdu -veya çok gelişmiş bir verici kullanan uzaydaki ileri bir uygarlıktan geliyor da olabilir.

Bu tarihten sonra gökyüzünün o dilimi yüzlerce kez tarandı. Ve bir kez daha o sinyale rastlanmadı. Ancak Big Ear teleskobunun, herhangi bir zamanda, gökyüzünün milyonda birini taradığını düşünürsek, aynı dilim içinde yayın yapan uzaylı bir vericinin yeniden tespit edilmesinin de çok zor olduğu anlaşılır.

Başkaları bunun çok basit ve sıradan bir açıklaması olduğunu düşünüyor. SETİ projesinde görev alan bilim adamlarından Dan Wertheimer, bu sinyalin kirliliğin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Başka bir deyişle bu, Dünya'daki bir vericiden kaynaklanan radyo frekansı enterferansı (parazit) olabilir.Wertheimer, "Buna benzer pek çok sinyale rastlıyoruz. Bu tür sinyallerin genellikle enterferans olduğunu anlıyoruz" diyor.




12) ASLINDA SABİT OLMAYAN SABİTLER


1997 yılında, Sydney'deki New South Üniversitesi'nden astronom John Webb ve ekibi uzaktaki bir kuasardan (çok uzakta olan ve çok kuvvetli radyo dalgaları gönderen gökcismi) Dünya'ya gelen bir ışığı analiz etti. 12 milyar yıllık yolculuğu sırasında bu ışık, demir, nikel ve krom gibi metal bulutları arasından geçmiş olmalıydı. Ve bilim adamları bu atomların, kuasar ışığın fotonlarının bir kısmını emdiğini keşfetti.

Eğer bu gözlemler doğruysa, alfa adı verilen hassas yapı sabitinin, ışık bulutlar arasından geçerken farklı değerlere sahip olduğu varsayımı ortaya çıkar.

Ancak bu fiziğe ihanet anlamına gelir. Alfa, ışığın maddeyle nasıl etkileşim içine girdiğini belirleyen çok önemli bir sabittir. Dolayısıyla değişmemesi gerekir. Bunun değeri , elektronun yüküne, ışığın hızı ve Planck'ın sabitine bağlıdır. Bunlardan biri değişmiş olabilir mi?

Fizikçilerin hiçbiri bu ölçümlerin doğruluğuna güvenmek istemedi. Webb ve ekibi sonuçlarında bir yanlışlık olup olmadığını inceliyor. Ancak şu ana kadar bir hataya rastlamadılar.

Webb'in bulguları alfa ile ilgili bilgilerimize meydan okuyan tek fenomen değil. Bugün Gabon, Oklo'da bulunan ve 2 milyar yıl önce aktif olan, bilinen tek doğal nükleer reaktör, ışığın madde ile etkileşimi ile ilgili bir şeyin değiştiğini gösteriyor. Los Alamos National Laboratory'den Steve Lamoreaux ve ekibi, Oklo'nun başlangıcından bu yana alfanın yüzde 4'ten fazla azaldığını ileri sürüyor.

Ancak Paris'teki Institute of Astrophysics'ten astronom Patrick Petitjean , Şili'deki Very Large Teleskope (VLT) tarafından saptanan kuasar ışığı analiz edince, alfanın değiştiğine ilişkin herhangi bir bilgiye ulaşmadıklarını bildirdi. Bu arada VLT'ın ölçümlerini inceleyen Webb, Paris ekibinin daha gelişmiş bir analize ihtiyaçları olduğu sonucuna vardı. Bu ölçümler üzerinde çalışan Webb ve ekibi bu yılın sonlarına doğru anomaliyi çözdüklerini açıklayabilirler.




13) SOĞUK FÜZYON




16 yıldan sonra soğuk füzyon yeniden gündemde. Aslında, soğuk füzyon hiçbir zaman gündemden düşmemişti. 1989 yılından sonraki 10 yıl boyunca , ABD Deniz kuvvetleri laboratuvarlarında, nükleer reaksiyonların, oda sıcaklığında, tükettiğinden fazla enerji üretip üretmeyeceğini *yalnızca yıldızların içinde meydana geldiği varsayılan- araştırmak için 200'den fazla deney yürütüldü.

Kontrollü soğuk füzyon sayesinde dünyanın enerji sorunu anında sona erer. Aralık ayında Amerikan Enerji Bakanlığı yeni soğuk füzyon deneyleri için yeni önerilere açık olduğunu bildirdi.

Enerji Bakanlığı'nın 15 yıl önce yayımlanan ilk raporu, Utah Üniversitesi'nden Martin Fleischmann ve Stanley Pons 'un orijinal soğuk füzyon sonuçlarının yenilenmesinin mümkün olmadığını açıklıyordu. Dolayısıyla bu sonuçlar yanlış da olabilirdi.

Soğuk füzyonun temel iddiası şuydu: Paladyum elektrotları ağır suya *oksijenin hidrojen izotop döteryum ile birleştirilmiş hali *batırıldığı zaman ortaya çok büyük miktarda enerji çıkacaktı. Elektrotlara elektrik verildiği zaman, döteryum çekirdeklerinin paladyumun moleküler kafesine doğru ilerleyeceği, bunların doğal itme kuvvetini ortadan kaldırarak birbiriyle kaynaşacağı varsayılıyordu. Sonuçta bir enerji patlaması yaşanacaktı. Burada sorun füzyonun oda sıcaklığında gerçekleşmemesiydi.

Washington DC'deki George Washington Üniversitesi'nden mühendis David Nagel 'e göre bu sorun değil. Süper iletkenlerin açıklanmasının 40 yılda açıklandığına dikkat çeken Nagel, soğuk füzyonu bu aşamada reddetmenin yanlışlığına değiniyor.
 
Geri
Üst