Bir Felaketin Düşündürdükleri

M

Misafir

Forum Okuru
Bir Felaketin Düşündürdükleri
Altı yaşındayken koskoca evimizin bir o yana bir bu yana gidip geldiğine şahit olmuştum. O sallantının Gediz depremi olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Oniki yaşlarındayken bizzat yaşadığım Denizli depremini hatırlıyorum. Ölenler, yaralananlar olmuş, binlerce ev yıkılmıştı. Yer sarsıntısının korku salan o kendine has gürültüsü, insanın ayağının altını kayıyor hissetmesi, bir yandan sarsıntının bir an önce bitmesi beklentisi, diğer yandan her an çok kötü durumların ortaya çıkacağı ürpertisi saniyeler zarfında gelir geçer. Ortalık sakinleştiğinde eğer hâlâ yaşayanlardan biriyse insan, duyduğu korkunun diğer hiçbir âfetin hissettirdiğine benzemediğini düşünür ister istemez. Fakat felâketi yazmanın ne önemi var?!..

Bu son depremi yaşamayan biri olarak deprem ve sonrası hakkında yazmanın, ne kadar gayret edersem edeyim samimi olamayacağını biliyorum. Bu sadece deprem ânına tanıklık edememekten veya deprem sonrasında bölgeye gidememekten, acıları yakından görememekten kaynaklanan bir zorluk değil. Bunlar olsaydı bile çok fazla birşey değişmezdi?!.. Herşeyden önce böyle bir felâket karşısında kalem ve söz kifayetsiz kalıyor. Hâl böyle olunca, uzaktan uzağa, oturduğu yerden yazmayı depremzedelere karşı bir saygısızlık gibi algılıyor insan, fakat yine de onlarla bir şey paylaşmak istiyor. Aksi takdirde hissiz, tepkisiz, sözle olsun, yazıyla olsun acıya ortak olmayı bilmeyen biriymiş gibi hissediyor kendisini.

17 Ağustos sabahı yüzyılın en şiddetli depremlerinden biri Marmara'da meydana geldi. Ölü ve yaralı bilançosu çok yüksekti. Enkaz altından çıkarılan veya çıkarılamayanların, toprak ve su altında kalmış olanların hâli ürperticiydi. Enkazın altında çocuğu, eşi, ana-babası, bir başka yakını veya komşusu inlerken, göz göre göre ölüme giderken insanların içine düştüğü çaresizlik ve ümitsizlik hâli katlanılacak gibi değildi. Yaşanan hafakan ve cinnetler felâketin kendisinden ve ölümden daha derin yaralar açıyordu sanki. Ölmekle de iş bitmiyordu ki! Cesedi tutulamayacak kadar çürüyüp kokanların yakınları, ölülerini normal şartlar altında dahi toprağa verememenin ızdırabını da ayrıca yaşıyorlardı. Ümitlerin tükendiği bir andan sonra ölüsünü bulup defnetmek ayrt bir talih oluyordu.
415.jpg


Yaralananlar, yakınlarını kaybedenler, evleri, iş yerleri ortadan kalkanlar, kurulu düzenleri, hayat akışları bir anda alî-üsî olanlar neye yanacaklarını bilemiyorlardı. Kurtulduklarına sevinemeyenler, kaybettiklerinin acısını bile içlerine doğru dürüst gömemeyenler, depremden sonra bir de yaşadıkları sıkıntılı günlerin ve yoklukların ağırlığı altında ezilenler, geçmişe, hâle ve geleceğe nasıl bakacaklarını bilemiyorlardı. Zaman bitmişti. Moral çöküntünün ifade edilmesi hâlâ imkânsız. Maddî zarar ülke ekonomisini ve depremzedelerin hayat standardını alt-üst edecek ölçüde büyük. Duygularımız, düşüncelerimiz karmaşık. Ölüm duyguları vuruyorsa, felâket de reel hayatı perişan ediyor; evler, iş yerleri yıkılıyor, dalgın düşünmeler başlıyor. Depreme ve sonrasına dair söylenecek çok şey var ve bunların öncelik sıralamasını yapmak kolay değil. Belki de bu karmaşıklık felâketin büyüklüğünü gösteren en çarpıcı gerçek. Fakat neticede deprem bir âfet ve ilk plânda verdiği zarar da, insanın tabiatla en yoğun etkileşimde bulunduğu yerleşim alanları durumundaki şehirlerde ortaya çıktı. Dolayısıyla dış dünyadan içe, iç dünyamıza doğru bir değerlendirmede bulunabiliriz.

İşlerini düzgün yapmayan dünyalılar. Şu deprem felâketi için söyleyecek olursak, şehirlerimizi riskli fay hatlarından, evlerimizi çürük zeminlerden uzakta kurmalıyız. İnşaatlarımızı da fiziğin, mühendisliğin ilkelerine göre sağlam yapmalıyız. Bize verilen akıl ve kuvvetle bunu başarabiliriz. Fakat ahiret gibi bir endişesi olmayan, ölüm sonrasıyla istihza edenlerin, hayatlarından Allah'ı dışlamış olanların en azından bu dünyada hayat ile ölüm arasında olsun, tutarlı olmaları, bunun yolunu düşünmeleri gerekmez miydi?!..

Depremi hangi noktadan itibaren âfete dönüştüren biziz; bunu belirlemek, ihmâlden, mesuliyet şuurundan bu kadar uzak yaşadığımızın açıkça ortaya çıkmasından sonra, pek zor değil. Bunu tam bilemesek de, vicdanımızın rahat olmadığını biliyoruz. Depremin öncesi ve sonrasıyla ilgili bütün bilim dallarından uzmanlar günlerdir, haftalardır konuşuyorlar. Fizik dünyadaki görünür sebepleri ve sonuçları açısından bazılarına göre felâketin gizli-saklı bir yanı kalmadı. Kıta hareketleri, fay hatları, gerilme enerjisinin boşalması, eski bataklık alanlara şehir kurulmuş olması, inşaatların tasarım ve malzeme açısından uç noktada birer gayriahlâkîlik numunesi teşkil etmesi vs.

Ne kadar tedbir almış olursak olalım, şiddetli bir deprem neticesinde yine büyük bir felâket olabilirdi. Fakat hiç değilse, bu durumda kendimizi, kendi ellerimizle kurduğumuz şehirler ve diktiğimiz binalar açısından suçlu hissetmez, sorumsuzluğumuzun kurbanı olmazdık. "Dünyayı imar etme noktasında işimizi düzgün yaptık, fakat meğer ne kadar zayıfmışız, kuvvetimiz ne kadar izafiymiş, bizi aşan bir kuvvet, tedbirimizin kâr etmediği bir takdir varmış" derdik. Ancak şimdi bunu diyecek yüzümüz bile yok ve durum çok farklı: dünyaya dünya için bakıp, dünyayı dünya için İmar ederken bile ciddi olamazsa bir insan topluluğu, onu nasıl tarif edip, hangi kategoriye sokmalı?!..

İtiraf etmeliyiz ki. bütün bir toplum olarak ciddi boşluklarımız var. Hemen hiçbir işimizi düzgün ve ahlâklıca yapmıyoruz. Mesuliyet şuuru henüz gelişmemiş çocuklar gibiyiz. Dünyayı bizden daha iyi bilen, dünyalarını bizden daha iyi idare eden, bu yüzden bizi de idare eden, fakat dilleri, dinleri, ırkları bizden farklı insanların, imdadımıza bizden önce koşan insanların, yardıma koşma noktasında bile bizden daha ciddi davranan insanların hayretle, belki de acı bir tebessümle gördüğü boşluklar bunlar. Bütün bu zaaflarımız, kendi şahsımıza, ailemize, toplumumuza karşı saygısızlığımız bu kadar açıkça sırıtırken, başkaları tarafından idare edilmekten, manipüle edilmekten, sunî problem ve gündemlerle uğraştırılmaktan şikayet etmeye hakkımız var mı acaba?!.. Böyle bir hak iddiası da en az önceki sorumsuzluklarımız kadar sulandırılmış bir hayat anlayışından ileri gelmiyor mu?!..

'Türkiye nasıl bir ülke?" diye bizden tarif isteseler birşeyler söyleriz elbette. Fakat Türkiye uzay boşluğunda yalnız değil ve zamanın dışında yaşamıyor. Türkiye izafî zaman ölçeğimize göre üçüncü bin yıla giren bir dünyada yüzlerce ülkeyle birlikte yaşıyor. O hâlde Türkiye'yi doğru yerine oturtmak için ülkeler ailesi İçinde tarif etmek gerekiyor. Ve eğer Türkiye ileriye baksın, yarın bugünden daha iyi olsun istiyorsak, "gelişmiş ülkeler" diye adlandırılan dünyaya bakmak gerekiyor. O zaman şunu görüyoruz: Türkiye yetmiş milyona yaklaşan bir nüfusa sahip bulunmasına, kendisine örnek aldığı Batı coğrafyasına komşu olmasına ve birkaç asırdan beri bu coğrafyayı izlemesine rağmen, sürekli aynı hataları yapmakta ısrar eden bir ülke. Çelişkileri çok fazla olan bir ülke. Herşey ne kadar da karışmış, içiçe girmiş?!.. Doğrular ve yanlışlar, iyi hasletler ve kötü ahlâklar. Bir yanda insanları her alanda sürekli aldatanlar. Diğer yanda sadece insanlara iyilik yapma düşüncesiyle yaşayanlar ve bu iyiliğin kaynağını Allah'a inanmakta, O'nu sevmekte, herşeyi O'ndan beklemekte bulanlar. Bir yanda bencillik, diğer yanda bencilliğin hazmedemediği diğerkâmlık. Bazılarının kurtarma işini bile düzgün yapamadığına şaşırmamak gerek. Zaten onu düzgün yapacak ahlak, ehliyet ve kişilik olsaydı, en baştan diğer işler düzgün yapılırdı.

Ne garip bir çelişkidir ki, Allah'tan korkmayıp dilediğini yapmaya alışmış olanlar, felâketten sonra da dilediklerini yapma lüksünü devam ettirip kadere bağırıp çağırıyorlar, Azrail'i hasım yerine koyuyor, akıllarınca kendilerini Allah'a isyan etme makamında görüyorlar. Depremzedeler sabır, tevekkül ve teslimiyetlerinden bir şey kaybetmez, Yaratıcıya karşı saygılarını korurken, yılın 365 günü hayatlarına Allah kelimesini sokmayanların, kendi başlarına gelmeyen musibetten dolayı O'na isyan etmeye hakları var mı acaba? Kendilerinden başka herşeye isyan etmeye, sürekli birşeylerden şikâyet etmeye alışmış, menfî bir şey söylemeden duramayan, müsbet bir iş yapmamaya sanki yemin etmiş diğer bazıları ise felâketten önceki kötü ahlâklarını aynen sürdürüyor ve müsbet hiçbir iş yapmıyorlar. Onlara Cennet verilse onu da beğenmeyecekler. Çünkü kendilerinin ve herkesin dünyasını cehenneme çevirmeye ve bundan lezzet almaya öylesine alışmışlar ki, bu felâketi aslında -henüz bilinçaltlarından yüzeye çıkmamış bir hazla- yüzlerine gözlerine misk u amber gibi sürüyorlar. Felâket onların gıdası, onu oksijen gibi soluyorlar. Ekranlara yansıyan sansasyonel habercilik anlayışı bu yüzden, reyting uğruna insanların acısını istismar etme iğrençliği bu yüzden, felâketten en azından dünya hayatına bakan hatalar yönüyle ders alıp, yeni bir gelecek inşa etme yerine sağa-sola, ona-buna saldırma kompleksi bu yüzden. Onlar dünyalarını bile mutlu etmek istemiyorlar.

Depremin Mesajı?

Sonuçta, zaman durmuyor, ileriye akıyor. Depremin bittiği andan itibaren yeni bir gelecek başlıyor, Bir yandan zararları telâfi etme, diğer yandan kurtulanlar için yeni bir dünya kurma plânları. Fakat bu yeni geleceği hazırlarken 45 saniyelik depremden alacağımız çok derslerin olduğu da unutulmamalı: hem fizikî dünyamız, hem ruh dünyamız, hem mânevi dünyamız açısından; hem fert, hem toplum olarak. Evet, depremi bütün boyutları ve detaylarıyla, sebepleri ve oluşum mekanizmasıyla, öncesi ve sonrasıyla anlamaya çalışmamız, buna göre tedbir almamız takvanın bir boyutudur ve esbabperestlik anlamına da gelmez. Fakat takvanın diğer boyutuna daha fazla dikkat etmemiz gerekmez mi?!.. Çünkü o her iki dünyadaki durumumuzu ilgilendirmektedir. Ne yaparsak yapalım işte dünya hayatımız bu. Başımıza bir hastalık, kaza veya musibet gelmese bile bu hayat ne kadar sürecek ki?!.. O hâlde şahsî hayatımızın muhasebesini vicdanımızın diriliği ölçüsünde yaparken bir kez daha düşünmeliyiz: Bu musibet, insana ne anlatmak istedi?

Bir küçük kıyamet sahnesi, dehşet verici bir haşir provası yaşadık. Kıyametin, şu dünyada varolduğumuz gerçeği kadar kesin olduğunu, haşrin ve büyük mahkemenin ise bu dünyadaki bütün haksız, adaletsiz ve zalimce tavırların karşılığını bulacağı bir gerçek hak divanı olduğunu bundan daha açık görme şansı bulunabilir miydi? Bir an için kıyametin üzerimize kopacağını ve bunu bildiğimizi varsayalım. Biz ne durumdayken, ne yaparken kıyametin gelmesini isterdik? Duygularımız, derin burkuntulara yol açan ölümler, ayrılıklarla gelen hüzünler karşısında kabarıyor, boğazımıza büyük düğümler oturuyor. Daha depremden birgün öncesinde neşeyle zıplayan süt kuzusu çocuklar, onlar birilerinin kuşu, kelebeği, meleğiydi. Onbinlerce ölüm, yüzbinlerce darbe, milyonlarca ayrılık, yüzmilyonlarca gözyaşı, milyarlarca üzüntü. Dünya hayatı bir hayal kadar anlık mıymış?!.. "Benim bu dünyadaki durumum çölde yolculuk yaparken bir ağacın altında muvakkaten gölgelenen süvarinin misalidir" diyen Nebi (s.a.s) bizim derdimizin en vefakâr ortağı değil miymiş?!.. Bu dünyayı Cennet gibi Yaratan ve bize sevdiren Allah'ım ! Sen bu dünyanın ölümünden sonra bir kere daha böyle bir Cennet, hattâ daha güzelini, gerçek Cenneti yaratabilirsin. Çünkü bir kere yaratıp bizlere örneğini göstermişsin, ilim ve kudretini tanıtmışsın, inanıyoruz ki büyük Kıyamet'ten sonra bir daha yaratacaksın. Buna, bu dünyanın varlığına ve kendi varoluşumuza inandığımız kat'iyyette inanıyoruz. Bu musibetler karşısında sadece "İnnalillah ve inna ileyhi raciun"diyoruz. Bu dünyanın geçici olduğunu biliyoruz, hüküm Sana aittir, hikmet de Sana aittir.

Evet, bir teselli gerek. Bu kadar derin kederlerden daha derin teselliler. Lâf olsun cinsinden veya karşılıksız değil, hiçbir vaadi olmayan değil, tahakkuk edecek vaadlerle dolu teselliler.

Bir kere daha anlıyoruz ki. biz bu dünyada hiçbir şeyin sahibi değiliz; kendi hayatımızın, bedenimizin, aklımızın, akıl ve beden sağlığımızın, çocuklarımızın, evlerimizin, iş yerlerimizin, hiçbir şeyin. Sahibimiz ve bütün bunların sahibi Sensin Allah'ım! Senin üzerinde hiçbir hak iddia edemeyiz. Bizler, hepimiz varolup olmaması farketmeyen varlıklarız. Dün yoktuk, yarın yine yokuz. İşte kendimize ait hiçbir özelliğimiz yok. Fakat sen bizleri Zat'ına muhatap kabul ediyorsun. Bu can senin emanetin. Birgün alacaksın. Ne zaman ve nasıl alacağına da biz karışamayız. Ne zaman ve ne şekilde alırsan al; biz sadece "Sahibi emanetini aldı" deme teslimiyetini göstermek durumundayız. Çünkü en büyük saygıyı, en büyük sevgiyi ve en büyük minnettarlığı, gerçek sahibimiz olan Sana karşı duyuyoruz.

Hayatımızın gerçek sahibi, onu bize veren ve alan Rabbimiz! Sana karşı saygısızlıkta ve küstahlıkta bulunmaktan, isyankârca ve terbiye dışı konuşmaktan Sana sığınırız. Her lâhza Sen'in rahmetinle varız. Hayatımız üzerinde hiçbir hak iddia edemeyiz. Ona hiçbir vâde biçemeyiz. İstediğin zaman ve istediğin şekilde alırsın. Ölüm gelmeden Sana yakınlaşmayı nasib et bize. Ölüme hazır hâlde yaşamayı, sadece Senin rızanı kazanmak, sadece Sen'i hoşnut etmek için tam bir ihlâs, samimiyet ve sadakat ile hizmet etmeyi, her an hizmet düşüncesiyle, :):):):)fizik gerilim içinde yaşamayı lütfet bizlere. Bedenimizin altında kalmayalım; kıyamlarımızı, rükûlarımızı ve secdelerimizi artır. Bizleri dua insanı yap. Gözümüz yaşlı yaşayalım. Başımıza gelen bu musibetten ders çıkarmayı, bunu kendimizi hisseder gibi hissetmeyi nasib et. Bu musibetin en büyük sebebinin bizim fert olarak kusur, günah, gaflet ve gayriciddiliğimiz olduğunu idrak ettir. Kimseye değil, sadece kendi içimize dönüp bakalım. "Allah'ım en günahkâr kulun ben olsam gerek", "bütün inananlar derecelendiril-se, ben en altta olanıyım" şuuruyla yaşat bizleri. Hiçkimseyi değil, sadece kendimizi kusurlu, günahkâr, gafil görelim ve Sana dönelim. Bunu bize hayatımızın sürekli bir parçası yap. Kendimizi başkalarının yerine koyup, herkese karşı iyi olalım.

Rabbimiz! Senin merhametinin gazabının önüne geçtiğine tam inanıyoruz, hiçbir şüphemiz yok. Aksi takdirde felâketlerden başımızı kaldırmaya mecalimiz mi kalırdı?!.. Böyle bir kıyamet hatırlatmasından sonra bile Sana karşı cahil, saygısız, lâkayt kalanların da gözünü aç, onlar eğer kabil-i ıslah değillerse şerlerinden hepimizi koru.

Evet, bazen bu dünyaya ait bilgilerimizin ve kuvvetlerimizin bizi korumaya yetmediği anlar yaşarız. O zaman azıcık bir bilgi kırıntısıyla, azıcık bir mal ve kuvvetle nasıl da küstahlaşmış varlıklar hâline geldiğimiz kafamıza vurulur. Uzun uzun konuşmaya da gerek yoktur o anlarda. Sadece İllallah! Gerisi şeytanın "amaları...
 
Geri
Üst