Efsaneleşen Komutan Mustafa Kemal

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Efsaneleşen Komutan Mustafa Kemal
Çanakkale Savaşları’nda efsanelerle gerçekler birbirinden ayrılmayacak şekilde iç içe, sarmaş dolaş olmuş, olaylar garip, hikmetli ve sırlarla gelmiştir.

1915 Mayıs’ında, Çanakkale müdafaasının yankıları kulaklara gelmeye başlayınca her şey değişiverdi. Destanî unsurlar baştan başa harp yangınıyla tutuşmuş yurdun her tarafına yayılıvermişti.

İşte, Çanakkale’de patlayan otuz sekizlik düşman toplarının sesleri, İstanbul’un yedi tepesinden yankılanıyordu. Bazen çocuklarıyla Adalar’a gezmeye çıkan aileler şirket vapurlarının güvertesinden düşman denizatlılarının ayna parıltılarını görüyorlardı. Bu denizaltılar zaman zaman, Haydarpaşa rıhtımında bağlı şileplere torpil gönderiyor, Yeşilköy sahillerini de küçük çaptaki toplarıyla dövüyorlardı. Bu ne büyük cür’etti! Herkes biliyor ki, düşman akla durgunluk verecek derecede kudretlidir. En büyükten en küçüğe kadar herkes biliyor ki, bütün Türk donanması İngiliz’in bir tek zırhlısına karşı koyamaz ve zorlanan Boğazlar her türlü modern müdafaa teçhizatından mahrumdur. Asker, Sarıkamış’ta, Filistin’de, Bağdat’ta bozgun veren askerdir. Teşkilât, yine o bozuk düzenli, yine o anarşik ve iptidaî teşkilâttır. Fakat, bu durumdan beş on siniri bozuk insandan başka korkan kimse yoktu. Bazı şahsiyetlerin aileleriyle beraber Anadolu’ya kaçtıkları söyleniyor; hükümetin kıymetli hazine eşyasını Konya’ya naklettiği fısıldanıyordu. Fakat, yine hiç kimse korkmuyordu. İşte Kadıköy kıyılarından Tuzla’ya kadar siperler kazıldı. Birçok gizli noktalara toplar konuldu. Demek ki, düşmanın Boğazlardan geçme imkânı çoğalıyordu. Karar verme merciinde bulunanlar ise imalı bir tebessümle sırıtarak: “Her şey muhtemeldir” diyor ve kaçıp gitmek isteyenlere; ‘kalınız!’ diyen bulunmuyordu. Buna rağmen, yüreklerdeki bu acayip, bu delice güven nereden geliyor? Halk, sanki, devletin bilmediği bir sırra ermiş gibidir, halk kendinden emin ve içi rahattır. Halk, bin bir tehlike ile dolu Marmara’nın ufuklarına yeni bir sabahın doğmasını bekler gibi bakıyordu.

Evet, halk; bizim bilmediğimiz bir sırra ermişti; evet, ona gaipten bir şey mâlum olmuştu. İşte, bir şeyler mırıldanıyor,milletin, bütün hayatî prensipler gibi, en canlı hikmetlerin kaynağı olan bağrından bir takım nidalar geliyor, ne diyor, bir rüya mı görüyor, en son haddine varan şu felâket sıtmasıyla mı sayıklıyor, yoksa insanlığın ilk çağlarında olduğu gibi yeni bir efsane mi yaratıyor!.. Zira, bunun ağzında yavaş yavaş Çanakkale harbi âdeta efsaneleşmekteydi…

Halk onu, Ayasofya, Fatih ve Sultanahmet camilerinde vâizlerin kürsüden haykırışlarıyla efsaneleştiriyordu: Kimdi bu komutan? Hazreti Ali mi? Hazreti Hamza mıydı? Yoksa Battal gazi miydi? Hayır, hayır! Ancak onların ruhları Çanakkale semalarında uçuşabilirdi…

Bu konuşmalar halkı derin bir düşünceye sevk ediyor ruhu bir deniz gibi coşturan dinamizmiyle bir birini takip etmekle ve muhayyilelerde, kekin profili, otuz sekizlik topların fâsılalı ateşinde parlayıp sönen, sönüp parlayan bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekte idi. Bu kahraman, bu genç kumandan –yine halkın söylediğine göre- yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor ve kollarıyla kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyordu. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünden insandan kaçmayan, alışık yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu.

Kimdi bu acayip adam? Nereden peydah olmuştu? Adını hiçbir gazetede, hiçbir resmî tebliğde görmedik, okuyamadık. Fakat, halk onun adını biliyordu: “Mustafa Kemal, Mustafa Kemal” diyordu… Bir paşa mı? Bir miralay mı? Kimi bir paşa, kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbenin ne hükmü vardı ki? Böyle insana rütbe ne ilâve edebilirdi?

İşte, onun ismini, halkın arasında, böyle bir efsane atmosferi içinde ilk defa İstanbul böyle işitiyordu…

Fakat, ona, henüz “Beklediğimiz millî kahraman işte budur!” diyemiyorlardı. O, Türk ordusuna 150 belki 200 seneden beri mahrum olduğu bir “zafer”in gururunu ve Türk milletine bunun şevkini vermişti. O, 150 yıldan beri, bütün Osmanlı devletini korkudan titretmek için Şimal denizindeki adasının üstünden Saray ve Bâbıâli’ye ufak bir tehdit işareti yapması kâfi gelen bir imparatorluğun –bütün mânâsıyla emperyal- ordusunu bir avuç çarıklı Anadolu çocuğu ile tepeleyivermişti. Beş kıtanın askerleri bu ordunun içindeydi ve buna diğer bir imparatorluğun kuvvetleri de yardım ediyordu. Boğaz boyunca aylardan beri, her bir tanesi cehennem ateşi kusan ejderhalar gibi sıra sıra savaş gemileri çelikten kale duvarları gibi bir an içinde eriyip gidivermişti. Bir takım yüzyıllık havan topları, bir takım perakende sahra bataryalarıyla başladığını bildiğimiz bu müdafaanın böyle katî bir zaferle nihayet buluşunda, halk muhayyilesinin masal kabiliyetini geçen bir şey, bir mucize mahiyeti vardır. Fakat, ne yazık ki, İstanbul’un fethinden ve Viyana kapılarına kadar uzanan, Osmanlı saltanatının bütün harp tarihinin, belki bu kadar askerî muvaffakiyetin üstün sırrını bize izah edecek tek bir söz söylenmiyor, tek bir satır yazılmıyordu.

İstanbul halkı, hiç değilse, kendini kurtaranın bir resmini görmek ,istiyordu. Ama, saray içindeki sultanlar ona, çok nezih bir isim takmışlardı: “Sarıgül”…

“Sarıgül”, bir müddet sonra, Anadolu’ya geçecek, yeni bir devletin bağrında “bir güneş” gibi doğmasına vesile olacaktı…


“İnsanda söz ile değişir kader

Ya yurda baş olur ya başı gider”
 
Geri
Üst