Kur’an’ın Korunmuşluğu

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Kur’an’ın Korunmuşluğu
kuranın korunacağına dair ayet
mumsema.gif



Doç. Dr. Halil Altuntaş

Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


“Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz!
Onun koruyucusu da elbette Biziz.” (Hicr, 9)

Vahiy, insan ile Allah arasındaki sözlü iletişimi temsil ediyor. Burada etkin olan taraf Yaratıcı kudrettir. İletişimin bu yönde gerçekleşmesi insana atfedilen değerin bir ifadesidir. Aslolan, insana bu değeri sağlayan iletişim unsurunun/vahyin oluşturduğu kutsal kitabın yeryüzü ortamındaki kalıcılığıdır. Ne var ki, tarih bunun böyle olmadığını, zaman denen etkenin unutulmak ya da değişikliğe uğratılmak şeklinde bu süreci etkilediğini ortaya koymaktadır.

Kur’an, önceki semavî kitapların bir şekilde insan müdahalesine maruz kalmış oluşuna (tahrif) çeşitli münasebetlerle atıfta bulunur. (Nisa, 46; Mâide, 13; Bakara, 75) Kur’an’ın bu yaklaşımını doğrulayıcı ifadelere bizzat Tevrat’ta da rastlamaktayız. (Yeremya, 8/8)

Vahyin yeryüzü plânındaki son tecellisi olan Kur’an, önceki kitapların uğradığı olumsuz durumdan her bakımdan korunmuştur. Son semavî kitap, kıyamete kadar bir değişikliğe uğramadan varlığını koruyacağı garantisine sahiptir.

Mekke dönemi her şeyden önce İslâm iman esaslarının tebliğ edildiği dönemdir. Bu dönemi, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul ettirme çabaları dönemi olarak nitelemek de mümkündür. Bu kritik sürecin Hz. Peygamber’in gündemine taşıdığı başka bir mesele de gelen vahiylerin kayba uğramaksızın korunması idi. İşte yazının başında mealini verdiğimiz ayet (Hicr, 9) bir bütün olarak Kur’an’ın korunmuşluğunu ön plana çıkarmaktadır.

Ayet önce, Kur’an’ın Allah’ın sözü değil de, bir insanın/Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sözü olduğu yönündeki iddiaları toptan reddetmektedir. Kur’an’ın şiir olduğu, başkaları tarafından Hz. Peygamber’e yazdırıldığı, deli saçması sözler olduğu yönündeki inkârcı yaklaşımlar, sahiplerinin bu ilâhî membadan yararlanmalarına engel oluyordu. İşte ayetin giriş cümlesi Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu vurgularken, onu “zikir” (öğüt) olarak nitelemek sureti ile de bu mukaddes kitabın işlevine dikkat çekilmiş olmaktadır.

Ayet, Rasûlüllah’ın Allah’tan alarak tebliğ ettiği ayetlerin/Kur’an bölümlerinin korunacağını garanti ediyor. Ancak başka bir konu daha vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) vahiy sürecinin başında, gelen vahiyleri olduğu gibi belleyemeyeceği ve bu yüzden bir kısım ilâhî mesajların devre dışı kalacağı yönündeki endişesi onu, gelen ayetleri acele ve talaşla okumaya sevk etmişti. Bu sebeple, kendisine gelen vahyi bir araya getirilip okunması, okunabilecek bir bütün hâline getirilmesi (Kur’an’ın toplanması) ve açıklanması işinin Allah’a ait olduğu uyarısı geldi. (Kıyâme, 17-19)
İnsanlığın yaşadığı gelişmeler sonucu ihtiyaçlarının da değişmesi yanında kutsal kitapların orijinalitesi meselesi de dinler tarihi sürecini etkileyen bir mesele olmuş, insanlık tarihi boyunca vahiy köprüsünün zaman zaman yenilenmesini gerekli kılmıştır. Bu yenilenme süreci Kur’an ile son bulmuş, gelişmişlikte son noktayı temsil eden bu aziz kitap, vahyin yeryüzü planındaki son tecellisi olmuştur: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide, 3) Buradan anlıyoruz ki, Kur’an’ın içeriği, kıyamete kadar insanlığın din ihtiyacını karşılayacak yegâne kaynak olacaktır. Bu da Kur’an’ın zamanın her türlü olumsuz etkisinden korunmuş olduğunu/korunacağını gösterir. Acaba bu korunma pratik olarak nasıl gerçekleşmektedir?

Her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine gelen vahiyleri olduğu gibi belliyor, hafızasında topluyordu. Ayrıca, Hz. Peygamber her yıl Ramazan ayında vahiy meleği Cebrail’e o zamana kadar gelen vahiyleri okur, Cebrail dinler; sonra Cebrail okur, Hz. Peygamber dinlerdi. Rasûlüllah’ın vefat ettiği yıl bu işlem iki kere gerçekleşmişti. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 7)

Sahabiler de inen sure ve ayetleri ezberleyip uygulama konusunda çok istekli davranıyorlardı. Pek çok sahabi Kur’an’ı baştan sona kadar ezberlemiş (bak. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî fî Şerh-i Sahîh’il-Buhârî, (Bulak, 1300, IX) 43) ve onlardan sonra her nesilden günümüze kadar yüzlerce, binlerce, on binlerce Müslüman Kur’an’ı ezberleye gelmiştir.

Kur’an Hz. Peygamber döneminde yalnız ezberlenmekle kalmamış, yazılmak sureti ile de tespit ve kayıt altına alınmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vahiy kâtipleri vardı. Dört halife, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Muaviye, Halid b. Velid, Sabit b. Kays bunlar arasında idi. Allah’ın Rasûlü, kendisine gelen vahyi okuyarak inanlara tebliğ eder, bir yandan da belirlediği kâtiplere bunları yazdırırdı.

Yazma işlemi sırasında, hurma lifleri (parşömen), işlenmiş deri parçaları, düz taşlar yazı malzemesi olarak kullanılıyordu. (Süyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an [I-II, Dâru İbnü Kesir, ikinci Baskı, Dımışk, 1996] I, 185-186) Kur’an, bir seferde, bütün olarak değil, peyderpey iniyordu. Hz. Peygamber, gelen vahiyleri, hangi surenin neresine yazılacağını vahiy kâtiplerine söylüyor, onlar da bunu uyguluyorlardı. Bu durum, vahiy sona erip Hz, Peygamber (s.a.s.) irtihal edinceye kadar böyle devam etti. Yazılan Kur’an metinleri belli bir tertibe sokulmamış olarak, Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu.

Yemâme’de (H.12) yetmiş kadar hafızın şehit edilmesi üzerine, Hz. Ömer, Halife Hz. Ebubekir’e Kur’an’ın cem edilmesi/kitap hâline getirilmesini teklif etmiş, o da Zeyd b. Sabit’i bu işle görevlendirmişti. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 3, 4) Zeyd, üzerine Kur’an metinleri yazılan malzemeyi bir araya getirerek Kur’an’ı cem etti /Mushaf/kitap hâline getirdi ve Halife Ebubekir (r.a)’e teslim edildi. Mushaf, daha sonra Hz. Ömer’e, ondan da kızı ve Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hafsa’ya intikal etti.

Azerbaycan ve Ermenistan seferi sırasında farklı bölgelerden gelen askerler arasında kıraat/Kur’an’ın okunuşu konusunda ihtilaflar ortaya çıkmış ve endişeye kapılan komutan Huzeyfetü’bnü’l-Yemani durumu Halife Hz. Osman’a arz etmişti. Hz. Osman, Zeyd b. Sabit başkanlığında, Abdullah b. Zübeyr, Said bin el As ve Abdurrahman b. Haris’ten oluşan bir heyeti görevlendirdi. Heyet, Hz. Ebubekr’in vefatı üzerine Hz. Hafsa’ya teslim edilmiş olan asıl nüshayı esas alarak Mushafın kopyalarını çıkardı. Bir nüsha Medine’de bırakıldı. Diğerleri Basra, Kûfe, Mekke ve Dimeşk gibi belli başlı İslâm merkezlerine gönderildi. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 3, 4)

Buraya kadar verilen kısa bilgilerden anlaşılıyor ki, ayette Kur’an’ın korunacağına dair verilen ilâhî garanti bir şekilde yine de Müslümanlar aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Müslümanların bu tarihî görevi elle tutulur şekilde günümüzde de devam etmektedir. İlâhî kelamın hattatlar tarafından yazılması ve yazılan mushafların bastırılması sırasında her aşamada gerekli titizlik gösterilmektedir. Söz buraya gelmişken Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki, “Mushafları İnceleme Kurulu”nu da hatırlatmak yerinde olacaktır.

Kur’an maddî yönü ile olduğu kadar anlam yönü ile de korunmuştur. İçerdiği ilâhî mesajlarını asıl hedefinden saptırma amacı ile ortaya konmuş/konacak hiçbir girişim hedefine ulaşamayacaktır: “Şüphesiz o (Kur’an) çok değerli, sağlam bir kitaptır.” “Ona ne önünden, ne de ardından batıl gelmez, o hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah tarafında indirilmiştir.” (Fussilet, 43)

Kur’an’ın korunmuşluğu kavramının bir de fiilî/pratik yönü vardır ki, o da Kur’an’ın gereği gibi anlaşılıp gündelik hayata yansıtılmasıdır. Kur’an’ın varlığının amacı da budur. Buna göre ayetteki, “Onun koruyucusu da elbette Biziz” ifadesini, bir yandan Kur’an’ın maddî varlığını orijinal şekli ile koruması şeklinde anlarken; bir yandan da Kur’an’ın varlığının sebebini oluşturan “hayata yansıtılma” konusunda da Müslümanlara görevlerinin hatırlatılması şeklinde algılanması zorunlu olmaktadır. Kur’an, hayata ilâhî rızaya uygun bir şekil vermek için vardır. Bu hedef gözetilmeksizin Kur’an’ın maddî olarak aslî şeklini koruyor olması ciddî bir anlam taşımayacaktır. Dünya Müslümanları olarak içinde bulunduğumuz durum, Kur’an’ın korunmuşluğu kavramını ne kadar eksik algıladığımızı açıkça ortaya koymaktadır. Yalnızca maddî olarak korunmuş bir Kur’an, “tarihî bir nesne”, bir “özlem giderici hatıra” olmaktan öteye geçmeyecektir. Bunun böyle devam etmesi ise Müslümanları Kur’an karşısında suçlu, Allah’a karşı ihmalkâr ve günahkâr olmaktan kurtulamayacağımız anlamına geliyor. Mehmet Akif, Müslümanlar olarak en darda kaldığımız bir dönemde bu teşhisi yapmıştı: “İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.” Kur’an’ın en küçük bir değişikliğe uğramaksızın aslî şeklini koruyor olması Müslümanlar için bir övünç kaynağıdır. Ama Kur’an’ı derdimize deva kılamadığımız sürece, bu övünç kuru bir avuntu olmaktan öteye geçemeyecektir.
 
Cevap: Kur’an’ın Korunmuşluğu

emeğine sağlık canım
 
Geri
Üst