Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları
iz bırakan türkler karahanlıların önemli devlet adamları tarihte iz bırakan türkler bilim adamları tarihimizde önemli mimari eserler sanatçılar
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK





Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı. 1881 senesinde Selanik’te bugün müze haline getirilen evde dünyaya geldi.
Babası Ali Rıza Bey, annesi Zübeyde Hanımdır. İlköğrenimine Selanik’te Fatma Hanım Mahalle Mektebinde, sonra da 6 yaşında Şemsi Efendi İlkokulunda başladı. Babası Selanik’te Asakir-i Milliye Taburunda mülazım olarak (1876) çalışıp, bilahare Evkaf katipliğinde rüsumat memurluğu yaptı. Daha sonra bu vazifeden ayrılarak kereste ticareti ile uğraştı.
Mustafa Kemal, babasını çocuk yaşta kaybedince, annesi ve kızkardeşi ile birlikte bir ara çiftlikte kâhyalık yapan dayısının yanına gitti. Sonra annesi onu Selanik’te bulunan kızkardeşinin yanına göndererek Selanik Mülkiye İdadisine yazdırdı. Kısa bir müddet sonra, büyük annesi onu okuldan ayırdı. Ancak, gizlice Selanik Askeri Rüşdiye imtihanlarına girip kazanması ile askeri meslek hayatı başladı. Mustafa isimli matematik öğretmeni 1893’te başarısı sebebiyle; “Bundan sonra senin ismin Mustafa Kemal olsun” dedi. Bu isim kendisi, öğretmenleri ve öğrenciler tarafından benimsendi.
Selanik Askeri Rüşdiyesini bitiren Mustafa Kemal, daha sonra Manastır Askeri İdadisi'nden (Lisesi) mezun oldu. Bu arada tatillerde Frerler’de (Fransız okulu) Fransızca'sını ilerletti. 13 Mart 1899’da İstanbul Harp Okuluna girdi. Meslek dersleri yanında, lisan ve kültürünü geliştirmeye başladı. Geleceğe dönük hayalleri, yapmayı tasarladığı devrimlerin fikri temeli, daha Harbiye’deyken filizlendi.
1902’de Harbiye’den mezun olup, 1903’te üsteğmen olan Mustafa Kemal, Erkân-ı Harp (Kurmay) olmak üzere Harp Akademisi tahsiline başladı. 11 Ocak 1905'te Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun olduktan sonra, Şam’a tayin edildi. Kurmay stajını da 5. Ordu emrinde yaptı. Harran’da Dürzilerle çıkan bir ihtilafı halletti. 1906 Ekiminde Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni gizlice kurup kimsenin haberi olmadan Selanik’e giderek burada bir şubesini açtı ve Yafa’ya döndü.
20 Haziran 1907’de Önyüzbaşı (Kolağası) oldu. 13 Ekim 1907’de Makedonya’da 3. Ordu Karargahına tayin olundu. 22 Haziran 1908’de Garp Demiryolları (Selanik-Ürgüp) hattı müfettişliğine getirildi. 13 Ocak 1909’da 3. Ordu Selanik Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına tayin edildi.
O tarihlerde Makedonya’da İttihat ve Terakki Cemiyeti çok faal çalışıyordu. Teşkilatın Eylül 1909’da toplanan ikinci kongresine Trablusgarb delegesi olarak katıldı. Fakat bunların çalışma tarzlarını ve düşüncelerini beğenmiyordu. Kongrede; “Asıl mesele, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk Devleti çıkarmaktır.” diyerek, kendi görüşünü izah etti. Enver Paşa ile bütün kongrelerde çekişti. Mustafa Kemal’e göre; “İmparatorluğu yavaş yavaş tasfiye etmeliydi.” Mustafa Kemal, teşkilat içerisinde İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Fethi Okyar gibi kendisini destekleyen isimler buldu ise de görüş ayrılıkları yüzünden cemiyetten uzaklaştı.
31 Mart Vak’asında (31 Mart 1325-13 Nisan 1909) İstanbul’a gönderilen Hareket Ordusunun görevi sona erince, yeniden Selanik’e 3. Orduya Kurmaybaşkanı olarak tayin olundu. 1910 senesinde Arnavutluk harekatına katıldı. 13 Eylül 1911’de İstanbul’da Genel Kurmay Karargahında görevlendirildi. 27 Kasım 1911’de binbaşılığa yükseldi. 18 Aralık 1911’de Bingazi ve Derne Şark Gönüllüleri Komutanı oldu. 9 Ocak 1912 Dobruk taarruzunu idare etti. 11 Mart 1912’de Derne Komutanlığına getirildi.
24 Ekim 1912’de İstanbul’a döndü. Rahatsızlığı sebebiyle tedavi gördü. Bahr-i Sefid Mürettep Kuvvetleri Harekat Şube Müdürlüğüne, 24 Kasım 1912’de Bolayır Kolordu Kurmay Başkanlığına tayin edildi. 1 Mart 1914’te yarbay oldu. Bükreş ve Belgrad Ataşemiliterliklerinde bulundu. Oradan Çanakkale’de 19. Tümen Komutanlığına tayin olundu. 25 Şubat 1915’te Eceabat’ta göreve başladı. 25 Nisan 1915’te Karaçimen’de düşman taarruzunu durdurdu. 1 Haziran 1915’te Anafartalar Grup Komutanlığına tayin olundu. 10 Ağustos 1915’te Anafartalar’da düşmanı püskürttü. Bu sırada Enver Paşa ile arası açılarak görevinden istifa etti ve İstanbul’a geldi. Ocak 1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu Komutanlığına tayin olundu. 27 Şubat 1916’da Generalliğe yükseltildi. 7 Ağustos 1916’da 2. Ordu Komutanlığına getirildi. 5 Eylül 1917’de 7. Ordu ile Suriye’ye gitti. 15 Aralık 1917’de Padişah Vahideddin ile Almanya’ya gitti. 5 Ocak 1918’de döndü. 7 Ağustos 1918’de Nablus’daki ordunun başına geçti. 26 Ekim 1918’de Haleb’in kuzeyindeki düşman taarruzunu durdurdu. 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına tayin edildi. Birinci Dünya Harbi sonunda Mondros Mütarekesine göre Osmanlı Devleti batı ülkeleri arasında paylaşıldı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’a kadar çalışmalarını burada sürdürdü. Şişli’de daha sonra müze haline getirilen eve yerleşerek sonraları milli mücadelenin çekirdek kadrosunu meydana getirecek arkadaşlarıyla (Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay) toplantılar yaptı. 30 Nisan 1919’da Karadeniz Bölgesindeki Rum eşkıyayı yola getirmeye ve 9. Ordu müfettişliğine tayin olundu. Bu görevin adı, 15 Haziran 1919’dan sonra 3. Ordu müfettişliği oldu. Ona bu vazifeyi veren Osmanlı Sultanı Vahideddin ile Yıldız Sarayındaki görüşmesini Falih Rıfkı Atay Çankaya isimli eserinde (s. 174-175) yine Mustafa Kemal’in ifadesiyle şu şekilde nakletmektedir:
“Yıldız Sarayının ufak salonunda Vahideddin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu masa üstünde bir kitap vardı.
Salonun Boğaziçine doğru açılmış penceresinden gördüğümüz manzara şu idi: Birbirine muvazi hatlar üzerinde düşman zırhlıları bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş. Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahideddin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: «Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi bu kitaba girmiştir.» Elini demin bahsettiğim kitabın üzerine bastı ve ilave etti. «Tarihe geçmiştir.» O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım, dikkatle ve sükunetle dinliyordum. «Bunları unutun» dedi. «Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!» Bu sözlerden hayrete düştüm...”
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. 28 Mayıs’ta Havza’ya geldi. Burada üst kademede bulunanlara ve bütün komutanlara gizli bir genelge yayınlayarak işgal karşısında Türk milletini bütünleşmeye çağırdı. Buradan Amasya’ya geçti. 21-22 Haziran gecesi Amasya Tamimi ile Türk milletini birlik ve bütünlüğe davet etti. Bu tamimler, İtilaf devletlerinin baskısıyla hükümetçe İstanbul’a çağırılmasına yol açtı. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemal Paşa 7 Temmuzda görevinden ve askerlikten istifa ettiğini hükümete bildirdi. 23 Temmuz 1919’da açılan Erzurum Kongresine başkan seçildi. Bu kongrede dokuz kişilik bir Hey’et-i temsiliye seçildi ve başına Mustafa Kemal getirildi. 4-11 Eylül’de toplanan Sivas Kongesinde Heyet-i temsiliyeye bütün ülkeyi temsil etme yetkisi verildi. 7 Kasım 1919’da Erzurum milletvekili seçilen Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da Ankara’ya geldi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalini yabancı parlamentolar nezdinde protesto etti.
19 Mart 1920’de Türk vatanseverlerini Ankara’ya çağırdı. Ankara’dan milletvekili seçildi. 23 Nisan 1920’de de Türkiye Büyük Millet meclisi, dinî bir merasimle açıldı. 24 Nisan 1920’de Meclis Başkanlığına seçildi. Türk İstiklal Savaşı fiilen başladı. Birinci ve İkinci İnönü Savaşları ile Türk Ordusu üstünlüğünü gösterdi. 5 Ağustos 1921’de Başkomutan oldu. 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da Başkomutan sıfatıyla ordunun başına geçti. 13 Eylül 1921’de 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşını kazandı. 19 Eylül 1921’de Gazi ve Mareşal unvanı verildi. 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmasını imzaladı. 20 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz için Akşehir’e gitti. 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu idare etti. 30 Ağustos 1922’de; “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi. 9 Eylül’de Türk Ordusu İzmir’e girdi. 11 Eylül’de Atatürk İzmir’e geldi. 14 Ocak 1923’te annesi Zübeyde Hanım öldü ve İzmir'e gömüldü. 29 Ocak 1923'te Latife Hanımla evlendi. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi ve ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 5 Ocak 1925’te Latife Hanımdan ayrıldı. 24 Ağustos 1925’te Karadeniz gezisinde ilk defa şapkayı giydi. 15 Haziran 1926'da İzmir suikastı ortaya çıkarıldı. 3 Ekim 1926’da ilk defa heykeli Sarayburnu’na dikildi. 1 Temmuz 1927’de askerlikten emekliye ayrıldı. 15-20 Ekim 1927'de “Büyük Nutuk'unu Türkiye Büyük Millet Meclisinde okudu. 1 Kasım 1927’de ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildi. 4 Kasım 1927’de Etnografya Müzesi önüne heykeli dikildi.
9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda Latin harflerinin kabulüyle ilgili nutkunu söyledi. 29 Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayında Türk dili ve yeni harflerle ilgili kongreyi topladı. 3 Kasım 1928’de Harf Devrimini yaparak Latin harfleri kabul edildi. 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumunu kurdu. 4 Mayıs 1931’de üçüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. 1 Temmuz 1932'de Ankara'da Birinci Tarih Kongresini topladı. 22 Eylül 1932’te Dil Kurultayı Kongresine başkanlık yaptı. 29 Ekim 1933’te 10. Yıl Nutkunu söyledi. 24 Kasım 1934’te kendisine “ATATÜRK” soyadı verildi. 1 Mart 1935’te dördüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. 6 Ocak 1937’de Hatay ile ilgili olarak Konya’ya gitti. 16 Ağustos 1937’de Trakya manevralarına katıldı. 19 Mayıs 1938’de Güney Doğu illerine geziye çıktı. 14 Haziran 1938’de rahatsızlığı sebebiyle “Savarona Gemisi”nde istirahata çekildi. 25 Temmuzda Dolmabahçe Sarayına getirildi. 15 Eylül 1938’de vasiyetnamesini hazırladı. 29 Ekim 1938’de Cumhuriyetin 15. Kutlama törenlerine katılamadı. Mesajı okundu. 8 Kasım 1938’de hastalığı arttı. 10 Kasım 1938 sabahı saat 9’u 5 geçe Dolmabahçe Sarayının “Muayede Salonu”nun denize bakan dördüncü odasında öldü. 16 Kasım 1938’de katafalka konarak 500 bin kişi önünden geçip saygı duruşunda bulundu. Generaller nöbet tuttular. 19 Kasım 1938’de Zafer Zırhlısı ile Sarayburnu'ndan hareket edilerek 21 Kasım’da Ankara’ya ulaştı. Daha sonra Etnoğrafya Müzesine konuldu. 10 Kasım 1953'te 136 Harp Okulu öğrencisinin çektiği top arabasıyla kendisi için yaptırılan “Anıtkabir”e getirildi ve oraya defnedildi.
Atatürk’ün devrimci şahsiyeti: Zaman zaman bazı tarihçi veya yazarlar, Cumhuriyetten önceki Mustafa Kemal ile Cumhuriyetten sonraki Mustafa Kemal Atatürk arasında ayırım yapmışlar ve tarihi bir hataya düşmüşlerdir. Halbuki fikir yapısı ve idealleri bakımından fark yoktur. Fark sadece Cumhuriyetten önceki ideallerinin Cumhuriyet’ten sonra fiiliyata intikalidir. Nitekim Atatürk bu hususu Nutuk’ta şöyle ifade etmektedir: “Ben Milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadını, milli bir sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.”
Devrimler için zamanlama faktörünü çok iyi ayarlamış, ihtiyatlı ve acele etmeden attığı siyasi adımlarla hayatı boyunca idealleri olan düşüncelerini (devrimlerini) hedefine doğru şuurluca ve azimle yaklaştırmıştır. Tek kelime ile devrimler, Atatürk’ün şahsiyetinin ve hayatının her safhasının ayrılmaz unsurlarıdır. Nitekim Mazhar Müfit hatıratında şöyle yazmaktadır:
Erzurum’dayız.
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır Paşam!”
“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.” dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: “Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!” dedi.
Süreyya da, ben de:
“Bundan emin olabilirsin, Paşam!” dedik.
“Öyle ise tarih koy!” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, “Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.” Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç defa:
“Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti.” dedi.
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve “Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?” dedi.
Atatürk ile devrimleri arasında çok sıkı bir bağ vardır. Gerçekleştirdiği devrimler, Harbiye talebesi Mustafa Kemal’den ölümüne kadar hayatının sebeb-i gayesi, ideali, hayalleri ve hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili icraatların yapılmasını istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete uğratmak olur. Fikirlerinize muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında yapılmalıdır...” derken muhaliflerine karşı da: “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim sistemlerine müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir. Müstakil bir vatan istiyoruz. Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek, hükümet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusan değiliz.” diyerek ilerde gerçekleştireceği devrimlerin tehlikeye düşmesini önlemiştir.
Daha talebe olduğu yıllarda hep geleceğin hesabını yapardı. Saatlerce uyuyamazdı. “İstanbul Pangaltı’daki Harp Okulu yıllarında Mustafa Kemal’in geceleri karman-çormandı. Yatar ama uyuyamazdı. Sabaha karşı ancak dalardı ve sabahları kalk borusunu duymazdı. Bir gün arkadaşlarından birisi: “Sen kalk borusunda uyanamıyorsun. Nöbetçi subayı karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun nen var senin?” diye sorduğunda şu cevabı almıştı: “Yatağa girdikten sonra uykuya dalamıyorum. Gözlerim sabahlara kadar açık. Tam uyuyacağım zaman da kalk borusu çalıyor...”
1908 kış aylarında Selanik’te Beyaz Kule Birahanesi karşısındaki Askeri mahfelde Mustafa Kemal ve bazı arkadaşlarının giriştikleri, memleketle ilgili münazarada Mustafa Kemal’in söylediklerinin bir kaçı şöyledir: “İnkılabı ikmal etmek lazımdır. Ben bunu yapacağım. Bugünkü Osmanlı İmparatorluğunun yüksek sayılan kumandanları benim için yoktur. Ordu kumandan sicilleri için son limit olarak binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları bunlar olmak gerekir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim. Üst tarafını yaktıracağım. Bundan sonra ne olacağını yapacağımız inkılap gösterecektir. Evet inkılap (devrim) yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap (devrim) sayılmaz. Memleketi binbir akılsızın eline bırakamam. Birçok adamların yerine birkaç kafa ile iktifa edebilirim. Mesela; Kazım Köprülü’yü (Özalp) harbiye nazırı yapacağım. Nuri’yi (Conker) kumandan ve idare şefi yapacağım. Fethi’yi (Okyar) yeni inkılapçı Türkiye’nin mümessili olarak Avrupa’ya göndereceğim.”
Nuri Conker’in gülmesine Mustafa Kemal; “Niçin gülüyorsun?” diye sorduğunda; “Seni düşünüyorum onun için, bütün işler içinde sen ne olacaksın?” Mustafa Kemal gülerek; “Ben mi? Ben de sizleri o makamlara getiren olacağım.” cevabını verdi. O kendi misyonunu daha o Selanik günlerinde başlatmıştı bile. 29 sene sonra 1937’de Çankaya’da bir yemekte aynı kişiler karşısında bu konuşmayı kendisi anlatmıştır.
Mustafa Kemal 1918 yılında tedavi maksadıyla gittiği Karlsbad’da hatıra defterine şöyle yazmıştır: “Bir gün bu milleti idare mevkiine gelirsem, carp (darbe) yapacağım. Ama bu darbe sonunda hiçbir zaman avamın derecesine inmeyeceğim. Avamı kendi seviyeme çıkaracağım.”
Mustafa Kemal henüz 26 yaşında ve kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken 1907’de Bulgar Türkoloğu İvan Manolof’a: “Bir gün gelecek hayal zannettiğiniz bütün inkılapları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır.” dedi. Mustafa Kemal Atatürk yapacağı inkılapları 1923’ten önce tasarlamıştı. Ancak bütün bu hususları sağlam zaman ve zemin imkânlarıyla başarabilirdi. Beden ve ruh nasıl ki, canlı bir insanın birbirinden ayrılmaz parçaları ise, Atatürk’ün hayatı ve devrimleri onun şahsiyetinin ayrılmaz unsurlarıdır.
Atatürk devrimlerinin içinde en mühimi laiklik devrimidir. Hatta Atatürk ile ilgili birçok eserde laiklik, Atatürk devrimlerinin temeli olarak kabul edilmiştir. Atatürk’ün inandığı ve yapmak istediği laiklik, “Dünya işlerini din işlerinden ayırmak, yani dünya işlerinin dinin dışında ele alınması, dini emirlerden ayrı mütalaa edilmesidir.” Atatürk’e göre bir devletin laik olabilmesi için, hukuki bakımdan siyasi ve dini otoritenin birbirinden ayrılması ve devlet işleri ile din işlerinin ayrı olmaları gerekmektedir.
Atatürk, Türkiye’nin takip edeceği iktisadi sistemi ve diğer hususlardaki görüşlerini şu sözlerle belirtmektedir: “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm nazariyelerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir.” “İktisaden zayıf bir millet, fakr ü sefaletten kurtulamaz. Kuvvetli bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz. İçtimai ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.”
“Siyasi ve askeri muzafferiyetler, ekonomik tedbirler ile terviç edilemezlerse, kazanılan zaferler payidar olamaz. Az zamanda söner.”
“Tüccar, milletin emeğini ve istihsalini kıymetlendirmek için eline ve zekasına emniyet edilen ve emniyete liyakat gösterilmesi gereken adamdır."
“İstikbal göklerdedir... Türk çocuğu göklerdeki yerini en kısa zamanda almalıdır... Bu yarışa Türk milleti olarak vakit kaybetmeden katılmalıyız ve söz sahibi olmalıyız... Yurt içinde behemahal hava sanayii kurulmalıdır."
“Hükuüetin varlığının hikmeti, memleketin güvenlik ve asayişini, milletin huzur ve rahatını sağlamaktır.”
“ Millet, dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.”
“Bilelim ki, milli birliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin şikarıdır.”
“Bir millet sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.”
“Hükümet millettir ve millet hükümettir.”
“Hükümetin iki hedefi vardır: Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmektir. Bu iki şeyi temin eden hükümet iyidir. Edemeyen fenadır.”
“Basın, bir milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta bir millete muhtaç olduğu fikri gıdayı vermekte, hülasa bir milletin hedef-i saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep ve bir rehberdir."
"Felâket başa gelmeden evvel onu önleme çareleri ve müdafaası düşünülmek lazımdır. Geldikten sonra düşünmenin faydası yoktur."
"Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri, mel’un ihtiraslara karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.”
1 Mart 1922’de Meclisi açış nutkunda: “Buraya kadar sözünü ettiğimiz hususlar, milletin maddi güçlerini geliştiren ve yükselten tedbirlerdir. Halbuki insanlar yalnız maddi değil, aynı zamanda bu maddi gücün içinde yer alan manevi gücün de etkisi altında hareket ederler. Milletler de böyledir... Manevi güç ise, özellikle ilim ve inanç ile yüksek bir süratle gelişir.”
“Türkiye’nin öğretim ve eğitim siyasetini, her seviyede, tam bir aydınlık ve hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir açıklıkla belirlemek ve uygulamak gerekir. Bu siyaset her anlamıyla milli bir özde düşünülebilir.”
“Milli terbiye esas alındıktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti münakaşasız kabul edilecek bir kanundur.”
Atatürk 15 Temmuz 1921'de ilk Milli Eğitim Kongresinin açış konuşmasında: “Efendiler; yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumunu öğretmelidir. Dünyadaki milletlerarası duruma göre böyle bir savaşın gerektirdiği terbiye unsurları ile donanmış olmayan fertler ve bu mahiyette fertlerden toplanmış cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur. Silahla olduğu gibi dimağı ile de mücadele mecburiyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. Milletimizin saf karakteri kabiliyetle doludur. Ancak bu tabii kabiliyeti bilecek bilgilerle donanmış vatandaşlar lazımdır.”
Bu konuşma yapıldığı sırada ideolojik, kültür ve psikolojik savaş ve her türlü soğuk savaş usulleri bugünkü seviyede değildi. Atatürk bir yurt gezisinde arkadaşlarıyla sohbet ederken, subaylığının ilk senelerinde Alman filozofu Ludwig Büchlen’in eserlerini okuduğunu ve beğendiğini söylemiş ve Alman filozofunun görüşlerini etrafındakilere şöyle izah etmiştir:
“Tarihten, zaferden, büyük devlet adamlarından mahrum milletler, maddî imkânları ne kadar geniş olursa olsun ciddî ve güçlü bir sarsıntı karşısında dayanamayıp yıkılıp silinmişlerdir.”
Atatürk bir konuşmasında:
“ Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkuresini yıkmaya çalışan nazariyelerin dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunmamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat, insanlar ve milletler arasında hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyastaki fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin ölmediği ve kuvvetle yaşadığı görülmektedir” der.
Batılılaşmak, Atatürk’ün ve onun kurduğu Cumhuriyetin ve devletin resmî hedefi olmuştur. Atatürk’e göre batılılaşmak, batının örf ve adetlerini almak ve onu kopya etmek değildir. Elbette her milletin kendisine mahsus özel hususiyetleri, örf ve adetleri, töreleri, milleti millet yapan millî ve manevî değerleri (kökleri) vardır. İçtimaî bünyeye ters düşen, yani milleti ile bütünleşmeyen bir devlet düşünülemez.
Atatürk ile ilgili olarak Türkiye’de ve dış ülkelerde yüzlerce eser yazılmıştır. Elbette Atatürk’ün yaptıklarını ve şahsiyetini mahdut olan sayfalar arasına sığdırmak mümkün değildir. Atatürk’ün siyasî, askerî, idarî görüş ve icraatları ile ilgili hususlar ciltler dolusu anlatılmıştır.
 
Abaza Hasan Paşa





Sultan Dördüncü Mehmed Han devrinde Osmanlı tarihinin en büyük celali isyanını çıkaran asi reisi. Silahdar bölüğüne mensup kapıkulu süvarilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu Mehmed’in çıkardığı isyanı bastırarak meşhur oldu. Bu başarısı dolayısıyla Yeni İl Türkmen voyvodalığına tayin edildi. Ancak bir süre sonra görevden alınmasına kızarak isyan etti. Gerede ve Bolu arasındaki sahayı hükmü altına aldı ve bu sırada isyan etmiş olan İbşir Paşa ile birleşerek üzerine gönderilen Katırcıoğlu’nu yendi. Bunun üzerine isyanını önlemek gayesiyle yeniden Türkmen ağalığına tayin edildi.
Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşanın sadrazamlığı sırasında ona müşavirlik görevinde bulundu. Ancak bir takım hadiselere sebep olduğundan dolayı İbşir Mustafa Paşa idam edilince Abaza Hasan Paşa onun intikamını almak gayesiyle tekrar isyan etti. Osmanlı ordusu Macaristan seferinde iken büyük bir kuvvetle İstanbul üzerine yürüdü. İsyan hareketinin büyümesi üzerine Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, Erdel’den İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kaldı. Köprülü Mehmed Paşanın sadrazamlıktan azlini temin etmek üzere ileri harekata geçen Abaza Hasan Paşanın üzerine Anadolu serdarı Diyarbakır valisi Murteza Paşa gönderildiyse de, Hasan Paşa, gelen orduyu Ilgın civarında mağlup etti. Daha sonra kış bastırıp, ordunun iaşesini teminde zorluk baş gösterince, Abaza Hasan Paşa da ordusunu dağıttı. Bu esnada Murteza Paşa ile Halep valisi Tutsak Ali Paşanın tekliflerine kanarak Halep’e gelen Abaza Hasan Paşa üzerine bir gece baskını yapıldı. Suç ortakları ile birlikte gerekli cezayı gördü (1658).
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abbas Hilmi Paşa





Sultan Dördüncü Mehmed Han devrinde Osmanlı tarihinin en büyük celali isyanını çıkaran asi reisi. Silahdar bölüğüne mensup kapıkulu süvarilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu Mehmed’in çıkardığı isyanı bastırarak meşhur oldu. Bu başarısı dolayısıyla Yeni İl Türkmen voyvodalığına tayin edildi. Ancak bir süre sonra görevden alınmasına kızarak isyan etti. Gerede ve Bolu arasındaki sahayı hükmü altına aldı ve bu sırada isyan etmiş olan İbşir Paşa ile birleşerek üzerine gönderilen Katırcıoğlu’nu yendi. Bunun üzerine isyanını önlemek gayesiyle yeniden Türkmen ağalığına tayin edildi.
Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşanın sadrazamlığı sırasında ona müşavirlik görevinde bulundu. Ancak bir takım hadiselere sebep olduğundan dolayı İbşir Mustafa Paşa idam edilince Abaza Hasan Paşa onun intikamını almak gayesiyle tekrar isyan etti. Osmanlı ordusu Macaristan seferinde iken büyük bir kuvvetle İstanbul üzerine yürüdü. İsyan hareketinin büyümesi üzerine Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, Erdel’den İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kaldı. Köprülü Mehmed Paşanın sadrazamlıktan azlini temin etmek üzere ileri harekata geçen Abaza Hasan Paşanın üzerine Anadolu serdarı Diyarbakır valisi Murteza Paşa gönderildiyse de, Hasan Paşa, gelen orduyu Ilgın civarında mağlup etti. Daha sonra kış bastırıp, ordunun iaşesini teminde zorluk baş gösterince, Abaza Hasan Paşa da ordusunu dağıttı. Bu esnada Murteza Paşa ile Halep valisi Tutsak Ali Paşanın tekliflerine kanarak Halep’e gelen Abaza Hasan Paşa üzerine bir gece baskını yapıldı. Suç ortakları ile birlikte gerekli cezayı gördü (1658).
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdi Paşa





Osmanlı Devletinin Budin eyaletindeki son valisi ve meşhur Budin kahramanı. Asıl adı Abdurrahman’dır. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. Yeniçerilikten yetişti. Yüksek zekası ve kabiliyeti ile 1668 yılında Yeniçeri ağası oldu. Girit savaşlarında büyük kahramanlıklar göstermesi üzerine vezirlik rütbesine terfi etti. Bundan sonra sırasıyla; Bağdad, Mısır, Bosna ve Budin valiliklerinde bulundu. 1684 yılında Halep valiliğine, aynı yıl tekrar Budin valiliğine tayin edildi. Budin valisiyken az bir kuvvetle 1686 yılında doksan bin kişilik Haçlı ordusuna karşı durdu. Düşmanın teslim tekliflerini geri çeviren Abdi Paşa, 1686’da çıkarma harekatı yaparken şehid oldu. Bu sırada 80 yaşlarındaydı. Haçlı ordusu ancak bundan sonra şehre girebildi. Macarlar, Abdi Paşaya hürmet etmişler ve hatırasına kabrini imar ederek üzerine Türkçe ve Macarca Abdi Paşayı metheden ve şehadet tarihi bulunan bir mezartaşı koymuşlardır.
Abdi Paşa (Nişancı)
Osmanlı devlet adamı ve tarihçi. Asıl adı Abdurrahman’dır. İstanbul’un Anadoluhisarı semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi belli değildir. Eğitim ve öğretimini Enderun-ı hümayunda tamamladı. 1648’de Saray-ı Hümayunun Büyük Oda kısmında ilk resmi vazifesine başladı. İki sene sonra Seferli Koğuşuna atandı. Bu vazifede 1659’a kadar kalan Abdi Paşa, Has Oda’ya tayin edildi. 1665’te tuğra çekme vazifesi verildi. 1668’de sır katipliğine getirilen Abdi Paşa ertesi sene Temmuz ayında vezirlik rütbesi ile nişancılık nasbına tayin edilerek saraydan ayrıldı. Uzun süre bu vazifede kalan Abdi Paşa Çehrin Seferi sırasında İstanbul kaymakamı oldu (1678). Ertesi sene dördüncü vezirliğe terfi etti. İkinci vezir iken 1682’de Basra valiliğine tayin edildi. On sene kadar çeşitli illerde valilik yaptı. 1690’da Kandiye, sonra Sakız muhafızlığına getirildi. Sakız muhafızı iken 1692 yılında vefat etti.
Abdi Paşa, devlet hizmetleri dışında Vekayiname adlı Osmanlı tarihi ile meşhur olmuştur. Bu eserini Has Oda’da vazifeliyken Dördüncü Mehmed Hanın isteği üzerine yazmaya başlamıştır. Eserin dili oldukça sade olup, üslubu güzeldir. Dördüncü Mehmed Han zamanı için birinci derecede kaynak olan bu eser, daha sonraki tarihçiler tarafından kullanılmıştır. Eser henüz yayınlanmamış olup, yazma nüshası Topkapı Sarayı Kütüphanesinde mevcuttur.
Abdi Paşanın, ayrıca edebi sahada da çalışmaları vardır. Abdi mahlası ile yazdığı şiirlerini bir Divan’da toplamıştır. Ayrıca Ka’b bin Züheyr’in Kaside-i Bürde’sine ve Divan-ı Urfi’deki bazı şiirlere şerhler yazmıştır.
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdullah Cevdet





Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamış siyaset adamı ve yazar. Jön Türkler hareketlerini başlatanlardan ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurucularından. Babası Diyarbekir Birinci Tabur Katibi Ömer Vasfi Efendi olup, 9 Eylül 1869'da Arapkir'de doğdu. 1932'de İstanbul'da öldü.
İlk tahsilini Arapkir'de ve Hozat'ta yaptıktan sonra Mamüretü'l-Aziz (Elazığ) Askeri Rüşdiyesini bitirdi. Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisinden de mezun olduktan sonra Mekteb-i Tıbbiyeye girdi. Biyolojik materyalist fikirlerin tesirinde kaldı. Dinin insan üzerindeki fonksiyonlarını inkar eden ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışan materyalist görüşlere yer veren bazı eserler yazdı.
Talebeyken 1889'da tıbbiyeli arkadaşları ile sonradan İttihad ve Terakki Cemiyeti adını alacak olan İttihad-ı Osmani adlı gizli cemiyeti kurdu. Siyasi faaliyetleri sebebiyle birçok defa tutuklandı. 1894'te Mekteb-i Tıbbiyeden mezun oldu. Haydarpaşa Hastanesinde vazife aldı. Geçici olarak Diyarbakır'a vazifeli gönderildi. Orada İttihad-ı Osmani Cemiyetine Ziya Gökalp gibi pekçok kimseyi üye kaydetti. İstanbul'a döndükten sonra siyasi faaliyetlere devam ettiği ve devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1896'da Bakanlar Kurulu kararıyla Trablusgarb'a sürüldü. Burada da siyasi faaliyetlere devam etti.
Mizan ve Meşveret adlı dergilere imzasız ve "Bir Kürt" takma adıyla yazılar gönderdi. Fizan'a sürüldü ise de oradan Tunus'a kaçtı. Paris'e geçerek Osmanlı Devletini yıkmak için faaliyet gösteren Jön Türklere katıldı. 1897'de Cenevre'ye giderek İttihad ve Terakki Cemiyetinin merkez komitesinde yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde takma adıyla yazılar yazdı. 1899'da Viyana sefareti tabipliğine tayin edildi. 1903'te tekrar Cenevre'ye giderek bir matbaa kurdu ve İctihad Mecmuası'nı çıkarmaya başladı. 1904'te Osmanlı İttihad ve İnkılap Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazılarda Sultan İkinci Abdülhamid Han ve diğer hükümet erkanı hakkında çirkin ifadeler kullandı. 20 Ekim 1904’te İsviçre'den sınır dışı edilince, İctihad Dergisi ve kütüphanesini Mısır'a naklederek bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine devam etti. Şura-yı Osmani Cemiyetinin idaresinde vazife aldı. Bu sırada İslam düşmanı ve müsteşrik Dozy'nin eseri Essai Sur l'histoire de l'İslamisme adlı kitabını Tarih-i İslamiyet adıyla tercüme etti. Bu kitapta Peygamberimize karşı saygısız ifadeler kullandığı için dindar insanların samimi duygularını rencide etti. Bu yüzden pek çok kimse tarafından, kendi yanlış fikirlerinden başkasını kabul etmeyen, Allah düşmanı manasında "Adüvvullah Cevdet" diye anıldı. Bozuk fikirlerine zamanın hakiki alimleri tarafından cevaplar verildi.
İkinci Meşrutiyetin ilanından ve İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra 1910 senesi sonlarında İstanbul'a dönen Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle arası açık olduğundan Cağaloğlu'nda İctihad Evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihad Dergisini çıkarmaya devam etti. Aynı sene içinde kurulan Osmanlı Demokrat Fırkasının ikinci başkanı oldu. Bu fırka, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla birleşince de, siyasi faaliyetlerini Kürt Teali Cemiyetine girerek devam ettirdi. Çıkardığı İctihad Dergisi, din ve devlet aleyhinde yazılar yazdığı için birçok defa kapatıldı. Bir ara İsviçre'ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere katılmak istediyse de isteği İsviçre hükumeti tarafından reddedildi. Daha sonra İttihatçıların desteğiyle çıkan Hak Gazetesinin yazarlarından oldu. Birinci Dünya Harbinden sonra yeniden siyaset ve yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918'den itibaren İctihad Dergisini yeniden çıkardı. Tekrar İttihatçıların aleyhinde yazılar yazdı. İngiliz Muhipler Cemiyetini kurdu. Ayrıca İngilizlerle işbirliği yapan Kürdistan Teali Cemiyetinde de önemli roller aldı. İctihad Mecmuasında dini tezyif edici yazılar neşr etmeye devam etti. Bir ara Sıhhıye Müdürü olduysa da bu vazifeden alındı. 25 Mayıs 1920'de bu vazifeye yeniden tayin edildi. Fakat yedi ay sonra tekrar alındı. Yeniden neşr etmeye başladığı İctihad Dergisinin 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında Bahailiğin yeni bir din olarak kabul edilmesini tavsiye etti. İstiklal Harbinden sonra İctihad Dergisinde yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. Bu mecmuada Türkiye'nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; "Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa'dan ve Amerika'dan damızlık erkek getirmek gerekir." şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı kendi imzasıyla yayımladı. Bu yazısı bütün yurtta büyük ve derin bir nefrete sebep oldu.
Ömrünün sonuna doğru tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet 29 Kasım 1932'de öldü.
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdurrahman Gazi




Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri geçen mücahid kumandan, fethi dillere destan olan Aydos Kalesinin fatihi. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Ertuğrul Gazi zamanında başlayan devlet hizmetini Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi devirlerinde de devam ettirdi. Osman Gazi ve Orhan Gazinin gözü pek kumandanlarından ve silah arkadaşlarındandı.
Abdurrahman Gazi ve diğer mücahid gaziler, sonradan üç kıt’a ve yedi iklime hükmeden Osmanlı Devletinin kuruluşunda en önemli rolü oynadılar. Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alp, Akyazı, İznik ve İzmit ile meşgul olurken, Abdurrahman Gazi de İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar düzenledi. Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uç beyi olarak hizmetlerde bulundu.
1328 senesinde Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi ile Konur Alp’i Aydos Kalesinin fethi ile görevlendirdi. Bu kalenin istihkamları çok sağlam olduğundan, kalenin fethi uzadı. Bu arada kale tekfurunun kızının gördüğü rüyadan sonra yazdığı mektup üzerine yapılan hareket neticesinde kale fethedildi. Orhan Gazi kale tekfurunun Müslüman olan kızını Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Abdurrahman Gazi bundan sonra İznik üzerine akınlarda bulundu.
Tarihe altın harflerle geçen bir çok kale fethine ve meydan muharebelerine iştirak eden Abdurrahman Gazi, 1329 senesinde vefat etti. Kabrinin Eskişehir yakınında kendi adı ile anılan köyde olduğu rivayet edilmektedir.
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdurrahman Şeref





Devlet adamı, tarihçi ve Osmanlı Devletinin son vak’anüvisti. 1853'te İstanbul’da doğdu. 1925'te öldü. İlk tahsiline Eyüp mahalle mektebinde başladı. Eyüp Rüşdiyesinde okudu. Bundan sonra 1873’te Mekteb-i Sultaniyi yani Galatasaray Lisesini bitirdi. Mahrec-i Aklam adlı mektebe umumi tarih hocası oldu. Bu vazifesinden sonra da Mekteb-i Sultanide daha sonra da, Muallim Mektebinde umumi tarih hocalığı yaptı.
Daha sonra Mülkiye Mektebine müdür oldu. Burada genel coğrafya, Osmanlı tarihi, İslam tarihi, istatistik ve ahlak dersleri okuttu. Sonra da Darülfünuna devletler tarihi hocası oldu. Pekçok yerde hocalık ve müdürlük vazifeleri yaptıktan sonra, Defter-i Hakani Nezaretine, A’yan meclisi üyeliğine, Maarif Nazırlığına tayin edildi. İki defa Maarif Nazırı oldu. Bu vazifesinin yanında telif edilen eserleri tetkik komisyonu üyeliği, vak’anüvistlik, Tarih-i Osmani Encümeni Reisliği ve A’yan Heyeti ikinci reisliği gibi vazifeler verildi.
Birinci Dünya Savaşından sonra İttihat ve Terakki hükumeti iktidardan çekilince yeni kurulan Müşir İzzet Paşa kabinesinde önce Posta ve Telgraf Nazırı sonra da Devlet Şurası başkanı oldu. Salih Paşa kabinesinde önce vekaleten sonra da asaleten Maarif Nazılırlığı yaptı. Salih Paşa istifa edince açıkta kaldı. Kuvay-ı Milliye İstanbul’a gelip A’yan Heyeti kaldırılınca, Abdurrahman Şeref’in a’yan üyeliği sona erdi. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisinin ikinci seçim devresinde, 1923’te İstanbul Milletvekili oldu. Ankara’ya gidip Kızılay’a başkan seçildi. Milletvekilliği sırasında hastalandı ve İstanbul’a döndü. 1925’te öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.
Devlet adamlığından ziyade tarihçiliği ile meşhur olan Abdurrahman Şeref, saliseden balaya kadar bütün rütbeleri kazanmıştı.
Eserleri şunlardır:
Fezleke-i Tarihi Düvel-i İslamiye (İslam Devletleri tarih özeti), Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Zübdet-ül-Kısas, Tarih-i Asr-ı Hazır (Yaşadığımız asrın tarihi), Harb-i Hazırın Menşei (Birinci Dünya Harbinin sebeplerine dairdir), Sultan Abdülhamid-i Sani’ye Dair, Tarih Muhasebeleri, Umumi Coğrafya-yı Umrani, İlm-i Ahlak ve İstatistik, Lütfi Tarihi’nin sekizinci cildini hazırlamış ve Tarih-i Osmani Encümeni ve Türk Tarih Encümeni mecmualarında pekçok makaleleri neşredilmiştir.
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdülezel Paşa





Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen ve Yunan Harbinde (1897) şehit düşen kıymetli bir komutan. 1827 (H.1243) senesinde Konya’nın Hadim kazasında doğdu.
On altı yaşındayken er olarak orduya girip asker oldu. On iki sene kadar Arabistan’da kalıp, Osmanlı ordusunda sadakatle hizmet etti. Bu sadık ve gayretli hizmetleri neticesinde çok sevilip subaylık rütbesi verildi. 1853’te Hüsrev Paşanın yaveri olarak Kırım Muharebesine katıldı. 1857’de Karadağ, 1868’de Girit isyanlarını bastırmak için vazife aldı. Gösterdiği başarılar üzerine her vazifesinin akabinde bir rütbe, çeşitli nişanlar ve madalyalar verildi. 1872 senesinde binbaşı rütbesi ile Giresun taburuna tayin edildi. Bu taburla birlikte Sırbistan Muharebesine katıldı. Bu seferde, Aleksin mevkiindeki savaşta büyük kahramanlık gösterdi.
Plevne Muharebesine de katıldı. Bu sırada mirliva yani albay idi. Savaşta fevkalade kahramanlık gösterdi. İstanbul’a dönünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından göğsüne Plevne madalyası takıldı. Bundan sonra, jandarma teşkilatına tayin edilerek Hicaz’a gönderildi. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a geldi ve paşalığa yükseldi.
Anadolu terbiyesi ile büyüyen ve erlikten paşalığa yükselen bu köylü çocuğu, dinin emirlerine bağlı salih bir Müslüman idi. Kur’an-ı kerimi ezberlemişti. Sesi güzel olup, seri okurdu. Yakın dostları onun devamlı hatim okuduğunu ve buna aralıksız elli sene devam ettiğini söylemişlerdir. Memleketi Hadim’i ziyarete geldiğinde, dostlarından birine; “Cenab-ı Hak, hafızlık nimeti ve paşalık gibi iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehitlik rütbesidir!” diyerek şehit olma arzusunu dile getirmiştir.
Nitekim Abdülezel Paşa, 1897 senesinde vuku bulan Osmanlı-Yunan harbinde, Milona geçidine taarruz eden kuvvetlerin başında savaşırken şehid düştü. Önce Pürnartepe’ye defnedildi. Sonra Alasonya’ya naklolundu. Kahramanlıkları dilden dile anlatılan bu şehit kumandanın kabri üzerine, Sultan Abdülhamid Han bir türbe yaptırdı.
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdülkerim Nadir Paşa





Osmanlı serdar-ı ekremlerinden. 1807’de Rumeli’nin Zağra’ya bağlı Çırpan kasabasında doğdu. Babası kale yamaklarından Ahmed Ağadır. Halk arasında memleketine nisbetle Çırpanlı Abdi Paşa diye meşhur olan Abdülkerim Paşa, genç yaşta İstanbul’a gelip Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusuna girdi. Eğitimini tamamladıktan sonra Harbiye mektebinin ilk açılış yıllarında Maçka kışlasında kurulan mekteb taburuna teğmen tayin edildi.
1835 senesinde askeri alanda yetişmek üzere Viyana’ya gönderildi ve beş sene kaldıktan sonra miralay rütbesi ile İstanbul’a dönerek erkan-ı harbiye reisliğine tayin edildi. O zamanlar Avrupa’da eğitim ve tahsil görenlere fazla itibar edildiğinden, tanzimatçıların himayesine mazhar oldu ve kısa zamanda yüksek rütbelere kavuştu. 1846 senesinde feriklik rütbesi ile Dar-ı şura-yı askeri azalığına, bir sene sonra da Mekatib-i askeriye nezaretine getirildi. 1847 senesinde de devletin mevcud beş ordusuna ilave olarak kurulan ve merkezi Bağdad’da bulunan altıncı orduya müşir rütbesi ile komutan tayin edildi. Daha sonra Bağdad, Diyarbekir ve Erzurum valiliklerinde bulundu.
1851 senesinde sadrazam Ali Paşa tarafından birinci ordu komutanlığına getirildi. 1853’te Osmanlı-Rus savaşı başladığında Anadolu ordusu komutanı idi. Ordusu ile Gümrü’ye kadar ilerledi ise de, geri çekilince azl edilerek önce Selanik, sonra da Rumeli valiliğine tayin edildi. Valiliği sırasında bizzat askerin başında eşkıya takibine çıkarak asayişi sağlamak için büyük gayret gösterdi.
1876 senesinde İstanbul’a çağrılan Abdülkerim Paşa, önce Meclis-i ali üyeliğine, sonra bahriye nazırlığına tayin edildi. Dört ay sonra da Derviş Paşanın yerine serasker oldu. Mahmud Nedim Paşa hükumetinin düşmesi ile sadarete gelen Mütercim Rüşdi Paşa hükumetinde yerini Hüseyin Avni Paşaya bıraktı. Kendisi ise tekrar serdar-ı ekremliğe tayin edildi ve ortaya çıkan Bulgar isyanını bastırmak üzere Rumeli’ye gönderildi. Bulgar isyanını bastırdı. Ancak Rusya’nın müdahalesi ve Sırbistan’ın da ayaklanması Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Sırp isyanını bastırmakla vazifelendirildi ve Sırpları mağlub etti. Ancak bir yabancı devletin müdahalesinin olabileceğini düşünen İstanbul hükumeti, buna meydan bırakmayıp serdar-ı ekrem Abdülkerim Paşaya derhal Belgrad üzerine yürümesi ve Sırpları barışa zorlaması konusunda emir verdi. Yaptığı muharebeler neticesinde Sırp kuvvetlerinin büyük kısmının toplandığı ve en çok güvendikleri Alesinatz mevkiini ele geçirince şöhreti bir kat daha arttı.
İkinci Abdülhamid Hanın ilk zamanlarında çıkan 1877 Osmanlı-Rus Harbinin başında, Rumeli’de serdar-ı ekrem olarak Abdülkerim Nadir Paşa bulunuyordu. Düşmanın Tuna’yı kolaylıkla geçip Türklerin buna engel olamayışı bütün dünyayı şaşırttı. Nadir Paşanın bu başarısızlığı izahı kabil olmayan ve askerlik bakımından savunulamayacak bir husustu. Bu sebepten Abdülhamid Han, serdar-ı ekremi divan-ı harbe sevk etti. Bunun üzerine önce Midilli ve daha sonra da Rodos’ta mecburi ikamete tabi tutuldu. 1883 senesinde Rodos’ta vefat etti.
 
Ce: Tarihimizde İz Bırakan Devlet Adamları

Abdülmecid Efendi





Son Osmanlı halifesi. 29 Mayıs 1868’de İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülaziz, annesi Hayranıdil Kadındır. Babasının ölümü üzerine (1876), İkinci Meşrutiyetin ilanına kadar (1908) sarayda kapalı bir hayat yaşadı. Bu dönemde yabancı dil öğrendi. 4 Temmuz 1918’de amcasının oğlu Mehmed Vahideddin tahta çıkınca veliaht ilan edildi.
Birinci Dünya savaşından sonra Türk toprakları işgal edilince, Kuvay-ı Milliye lehinde beyanlarda bulundu. Bir ara Ankara’ya gitmesi söz konusu olunca İngilizler, Abdülmecid Efendiyi göz hapsine aldılar.
1 Kasım 1922’deki bir kararla Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı kaldırınca, veliahtlık sıfatı kalmadı. 18 Kasım 1922’de halifeliğe seçildi. Emir-ül-mü’minin yerine “Halife-i müslimin” ünvanı verildi. Daha sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve 3 Mart 1924 tarihinde, halifeliğin kaldırılması üzerine Osmanlı Hanedanından olanların yurt dışına çıkarılması hakkında karar alındı.
Abdülmecid Efendi, bunun üzerine, hanımı, kızları, doktoru ile beraber Çatalca’dan trene bindirilerek İsviçre’ye gönderildi.
Ekim 1924’de Fransa’ya geçti. Nice şehrinde, kendini ibadete vererek, sakin bir hayat yaşadı.
23 Ağustos 1944’de Paris’te vefat etti. Naaşının, Türkiye’ye getirilmesi için yapılan başvurulardan bir netice alınamadı. On yıl bekletildiği Paris Camiinden alınarak, Medine’deki Cennet-ül Baki Kabristanına (1954) defnedildi.
 
Geri
Üst