Ali Metin (Atatürk'ün Emir Eri)

Bilge Gökçen

Yeni Üye
Üye
Ali Metin (Atatürk'ün Emir Eri)
atatürkün yaptırdığı cami atatürk ün yaptırdığı cami
Ali Metin....(Atatürkün emir eri)

--------------------------------------------------------------------------------



Ali Metin
Atatürk'ün Emir eri Ali Metin İçin Yazdıkları
Günümüz Yazısıyla:


TÜRKİYE
Büyük Millet Meclisi Riyaseti / ANKARA
18.8.339


Mihallıçık Kazasının çukur viran karyesinden Hacı İsmail oğlu Ali Efendi ta Erzurum'dan üç yüz otuz beş senesinden beri hizmetimde bulunmuş
ve hiç bir suretle fedakarlıktan ayrılmamış akıllı ve namuslu bir efendidir.

Hakkında - icabı takdirinde - hüsnü muamele ve muavenet edilmek üzere iş bu vesika kendisine verilmiştir.

Başkumandan
Gazi Mustafa Kemal
Xxxx

ATATÜRK VE CÂMİLER

Türk İstiklâl Harbi’nde bozguna uğrayan Yunan ordusu kaçarken Anadolu’yu da yıkıp geçmişti. Mihalıççık ilçesindeki Aşağı Camîi de bunlardan biriydi. Olay, Atatürk’e, Mihalıççık’lı emireri Ali Metin aracılığı ile iletildi… Atatürk ise hiç düşünmeden o zamanın parasıyla 5000 lira gönderdi. Tarihe önemli bir ışık tutan araştırmayı Şener Yılmaz yazdı. Erzurum Kongresi’nden itibaren Atatürk’ün yanında bulunmuş, hizmetini yapmış…

Ali Çavuş, bilahare soyadı da Atatürk tarafından verilen Ali Metin, Eskişehir’le ilgili bir anıyı anlatıyordu. 1930 yılında, Mihalıççıklı asker arkadaşları, Ankara’ya kendisini ziyarete gelirler. Milhalıççık’ta harap bir câmiden bahsedip yapımı için Atatürk’ten yardım alıp alamayacaklarını sorarlar. Ali Metin, birkaç gün sonra Yaver Muzaffer Kılıç’la birlikte konuyu Atatürk’e iletirler. Onun anlatımıyla, Atatürk, Türk İstiklâl Savaşı’nda Eskişehir yöresinin durumunu çok iyi bildiği için, hemen Milhalıççık’a 5. 000 lira gönderir. Bu parayla câmi yapılır.

Ali Metin kimdir? Atatürk’ün yaptırdığı câmi hangisidir? Hiçbir bilgi ve işaret yok. Lâkin olay, Eskişehir için çok önemli, düşünülmesi aydınlığa çıkarılması gerekiyor. Ayrıca, Atatürk gibi düşünenler için de, Atatürk ve silâh arkadaşlarına dil uzatan yobaz, örümcek kafalı, cahil güruhuna da vurulacak bir şamar olacak!... Sayın Ahmet Haşim Yurdakul gibi, Çalcı Köyü’nden “Çavuş Dede” lâkaplı Mehmet Ali Tuncer gibi… Bize câminin hangisi olduğunu ilk söyleyen Ahmet Haşim Yurdakul oldu. Kendisi 96-97 yaşlarında. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde öğretmenlik yapmış, bilahare sorgu hâkimliği ve noterlik görevlerinde bulunmuş bir kimse hiç tereddüt etmeden Milhalıççık’taki “Aşağı Câmii” dedi. Bu câminin Atatürk’ün gönderdiği para ile yapıldığını gayet net biliyordu… Hiçbir zaman tek kanattan gelen bilgiyle yetinmedik. Muhtelif kişilerden ve tarihî kaynaklardan her şeyi teyit ettirmeye, belgelere bağlamaya çalıştık. Bunu da başardık.

Sayın Müftümüzün dediği gibi, “kulaktan kulağa dolaşan bir bilgi” olmadığını ispatladık. Tarihî bir câmiyi ortaya çıkararak ona da yardımcı olduk. Câmii, Milhalıççık’ta Kabir Mahallesi’ndeki, “Aşağı Câmii” idi. Bu kat’i belge ve bilgilerle ispatlanmıştır.

Zübeyde Hanım, elinden su içtiği gelin adayını pek beğenmemişti
Murat BARDAKÇI
Hürriyet 06.02.2005

‘Látife Hanım’ın evrakı’ tartışması nihayet sona erdi. Tartışmalar sırasında önceden kaleme alınmış olan birçok hatıranın tekrar gündeme getirilmesi üzerine, Paşa’nın eşini çok yakından tanımış olan bir kişinin, Ali Çavuş’un bu konuda yazdıklarının hatırlanmadığını farkettim ve sözkonusu hatıraların bir bölümünü nakledeyim dedim.
İşte, Ali Çavuş’un Hürriyet’in Brüksel Temsilcisi olan torunu Zeynel Lüle’den aldığım hatıralarının Látife Hanım ile ilgili bazı bölümleri...

HAFTALARDAN buyana devam eden ‘Látife Hanım’ın evrakı açıklanmalı mı, açıklanmamalı mı?’ tartışması nihayet sona erdi. Várislerin, Türk Tarih Kurumu’na noter vasıtasıyla bir ihtarname göndererek evrakın açıklanmasını istemediklerini ve belgelerin kurumda yine aynı şekilde saklanmalarını arzu ettiklerini bildirmeleri üzerine, evrak konusu şimdilik kapandı.

Önce, Látife Hanım’ın evrakıyla ilgili olarak kendi kanaatimi söyleyeyim: Sebebini yazmayacağım ama ben, bu belgelerin ‘açıklanmamaları’, açıklanmaları halinde bile ciddi bir kontrolden geçirilmeleri taraftarıyım.

Gazetelerimizde günlerdir süregelen tartışmalar sırasında Látife Hanım hakkında kaleme alınmış olan birçok hatıranın tekrar gündeme getirilmesi üzerine, Paşa’nın eşini çok yakından tanımış olan bir kişinin, Ali Çavuş’un bu konuda yazdıklarının hatırlanmadığını farkettim ve sözkonusu hatıraların bir bölümünü nakledeyim dedim.

Atatürk’ün hayatında iki hanımın önemli yeri vardı: Üvey amcazádesi Fikriye ile eşi Látife Hanımlar... Mustafa Kemal Paşa’nın ‘emir çavuşu’ olan ve 1919 ile 1925 yılları arasında Paşa’nın her an yanında bulunan Ali Çavuş, tam adıyla Ali Metin, ‘Fikriyeci’ idi ve Látife Hanım’lı bir Çankaya’da kalmaya tahammül edemeyerek, 1925 ilkbaharında çok sevdiği Paşa’sından kendisini bir başka yere tayin etmesini istemişti.

Ali Çavuş, hatıralarının bir kısmını 1960’lı yıllarda bir risále halinde çıkardı, daha sonra Hürriyet’in şimdi Brüksel temsilcisi olan torunu olan Zeynel Lüle 2003 Mayıs’ında Hürriyet Tarih Dergisi’nde büyükbabası hakkında bir yayın yaptı. Ali Çavuş, her iki yayında da Paşa’nın Látife Hanım ile evliliği sırasında yaşananlar konusunda önemli bilgiler veriyor, özellikle de Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın, müstakbel geliniyle ilgili düşüncelerini naklediyordu.

Bu sayfada, Ali Çavuş’un 1960’lı yıllarda çıkan hatıralarından ve Zeynel Lüle’nin Hürriyet Tarih’te yayınladığı büyükbabasıyla ilgili araştırmasından yaptığım bir derleme yeralıyor. Metinde üslup birliği sağlamak maksadıyla, Ali Çavuş’un yazdıklarıyla ailesine anlattıklarının bazı kısımlarını bizzat onun ağzından nakletmeye çalıştım.

Ali Metin’in Çankaya hatıralarını okuduktan sonra, ‘Látife Hanım’ın evrakının yayınlanmaması gerekir’ diye düşünmemin sebebini anlayacağınıza eminim.

Bu hanım Mustafa’mı mesut edebilir mi, bilmiyorum!

‘...Paşa’nın emriyle, Zübeyde Hanım’ı hem havası iyi gelir, hem de Látife Hanım’ı görür diye İzmir’e götürdüm. Zübeyde Hanım dizlerinden rahatsızdı ve yürümekte zorlandığı için hasır bir koltukla taşınıyordu. İzmir halkı Zübeyde Hanım’ı çok iyi karşıladı ve çok yakınlık gösterdi fakat ziyaretçilerin çokluğu yüzünden yoruldu. Etrafı göremez haldeydi. Bu arada Látife Hanım’ın da gelenlerin hangisi olduğunu anlamamış ve yanına getirmemi istemişti.

Látife Hanım’ın Zübeyde Hanım’a su götürmesini temin ettim. Suyu içip gelin adayını yukarıdan aşağıya iyice süzdükten sonra teşekkür ederek bardağı geri verdi ve Látife Hanım dışarıya çıktı. Zübeyde Hanım bana döndü, ‘Ali, bu hanım Mustafa’mı mesut edebilir mi acaba?’ diye endişesini dile getirdi!

Zaten rahatsız olan Zübeyde Hanım, İzmir’de daha da rahatsızlandı. Durumu Ankara’ya bildirdim. Paşa doktor göndereceğini söyleyip benim Ankara’ya dönmemi emretti. Neden çağırıldığımı anlamıştım. Paşa, İzmir’e gelecekti ve her seyahatinin hazırlıklarını ben yapardım.

Ankara’ya gidceğimi Zübeyde Hanım’a söylediğim zaman önce razı olmadı. Hastalığı her saat artıyordu. Bana acil olarak, İzmir Valisi Kázım Bey ile müftüyü çağırmamı emretti ve vasiyette bulunacağını söyledi. Vali ile müftü geldiler. Zübeyde Hanım vasiyetini yaptı, sonra bir elmas yüzüğünü ayırarak ‘Bu da Mustafa’mın olsun’ dedi. Bu sözler üzerine başta ben olmak üzere hepimiz hıçkırıklarla ağladık.

Zübeyde Hanım, iki nüsha hazırlanan vasiyetnamesinin bir nüshasını çekmecesine kilitledikten sonra diğer nüshasını Paşa’ya vermem için bana teslim etti ve Látife Hanım’ın da verdiği bir mektubu alarak hemen Ankara’ya hareket ettim.

Paşa’yı Meclis’te çalışırken buldum. İlk sözü, ‘Annem nasıl?’ oldu. Gördüklerimi, işittiklerimi anlattım; Látife Hanım’ın mektubunu da verdim fakat Zübeyde Hanım’ın müstakbel gelini hakkındaki fikrini söylemeye çekindim’

‘Paşa’nın hanımı’ denince aklımıza Fikriye gelirdi

‘...Ankara İstasyonu’ndan Çankaya köşküne taşınmıştık. Çankaya günleri, bu talihsiz kadının en mesut zamanlarıydı. Gece gündüz çalışmak suretiyle köşkü imrenilecek bir hale getirmişti.

Taşınmamızdan altı ay sonra, Zübeyde Hanım da Çankaya’ya geldi. Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım’a olağanüstü bir hürmet ve sevgi gösteriyordu. Paşa’nın cephede bulunduğu zamanlarda, üzüntülerine müşterek bir teselli bulmaya çalışıyorlardı. Büyük Taarruz sırasında cephede bulunduğumuz sırada, Çankaya’ya Paşa’nın esir düştüğüne dair haberler gelmiş ve her ikisi de günlerce ağlamışlar.

Paşa’nın Ankara’ya sağ salim dönmesinden sonra, Zübeyde Hanım ‘Mustafa’m evlen artık!’ diye devamlı ısrarlara başlamıştı ama nedense Fikriye Hanım’dan hiç bahsedilmez olmuştu.

Fikriye Hanım bütün bu olanları görüyor, göremediklerini de hissediyordu ve ne kadar belli etmemeye çalışsa da üzüntüsünün hergün biraz daha arttığını farkediyorduk. Köşkün üzerinde, Fikriye Hanım’ın saadetini gölgeleyecek kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Paşa’nın ona kayıtsız olduğunu zannetmiyorduk ama sonu gelmeyecek olan bu karşılıklı sevginin hüznü her iki tarafa da çökmüştü.

Paşa, Látife Hanım’ın İzmir’de gösterdiği yakın alákayı ve ikramı Zübeyde Hanım’a defalarca anlatmıştı. Zübeyde Hanım da, ‘Mustafa’m, o kızla evlen! Gözlerimi kapamadan mürüvvetini göreyim’ diye ısrar ediyordu.

Bir gün annesinin odasına giren Paşa kendisine kahve, Zübeyde Hanım’a da süt getirmemi emretti. Kahve ile sütü götürdüğüm sırada Zübeyde Hanım, Paşa’nın saçlarını okşuyor ve ve ‘Mustafa’m, sözümü tut artık ne olursun!’ diyordu. Paşa bana dönerek, ‘Ali sen ne dersin?’ diye sordu, ben ‘Paşam, bütün memleket bunu bekliyor’ deyince Zübeyde Hanım, ‘Bak, Ali bile ne söylüyor?’ dedi.

Evlenme bahsinin her açılışında, aklıma Fikriye Hanım’dan başkasını getiremiyordum. Zübeyde Hanım ile Fikriye Hanım’ın odaları yanyana idi. Arada bir kapı vardı ve Fikriye Hanım’ın içeride söylenenleri duymamasına imkán yoktu.

Paşa, o günkü konuşmadan sonra bana ‘Fikriye’ye git bak bakalım, ne yapıyor?’ deyince hemen yandaki odaya koştum. Karyolasının üzerine uzanmış, elindeki gazeteyi okumaya çalışıyordu. Hakkında verilecek kararı hissetmiş olduğu endişeli gözlerinden belliydi. Geri dönüp durumu Paşa’ya anlattığım zaman çok üzüldü.

Fikriye Hanım o günlerde bronşit olmuş ve biraz zayıflamıştı. Bunda, muhakkak ki hissettiklerinin de tesiri vardı. Doktorlar, kısa bir tedaviden sonra, hava değişimi için İsviçre’ye gitmesini tavsiye ettiler. Paşa derhal muvafakat etti ve hatırladığıma göre Mudanya’ya kadar bizzat götürdü.

Paşa, evlenmeye Fikriye Hanım’ın gidişinden sonra ve annesinin ısrarına dayanamayarak razı oldu. Köşkte böylece Fikriye Hanım’dan fotoğraf subayı Esat Bey’in çektiği resimlerden başka hiçbir şey kalmadı...’

Paşa, Látife Hanım’a ‘Fikriye’ diye seslenince kıyamet koptu

‘...Ankara’nın sakin bir günüydü, Fikriye Hanım köşke geldi. Paşa’yı ve Látife Hanım’ı misafirden haberdar ettim. Látife Hanım derhal ayağa kalkarak ‘Paşam, size bu kadar hizmeti olan hanımı bekletmeyelim’ dedi. Fikriye Hanım’ı o gece misafir ettiler fakat ertesi gün akşam üzeri Fikriye Hanım’da gitme hazırlığı görmeyen Látife Hanım, ‘Ali, bu hanım ne zaman gidecek?’ diye bağırarak söylendi.

Bana, Fikriye Hanım’ı İstanbul’a yerleşmesi konusunda ikna etmem talimatı verilmişti. Fikriye Hanım beni ağabeyi gibi seviyor fakat ısrarlarıma kulak asmıyor, buğulu gözlerle uzaklara bakıyor ve öylece kalıyordu. Son derece rahatsızdım; iki arada kalmıştım, ne Fikriye Hanım’ı üzmek, ne de verilen emrin dışına çıkmak istiyordum.

Fikriye Hanım gelişinin ikinci gecesi yine köşkte kalınca, Látife Hanım’ın neşesi büsbütün kaçtı. Misafirde üçüncü gece de gitme hazırlığı göremeyince beni salona çağırdı ve Fikriye Hanım’ın da duyabileceği bir sesle ‘Ali, bu hanım ne zaman gidecek?’ diye bağırarak salondan ayrıldı. Fakat yüksek sesle söylediklerini Fikriye Hanım gibi Paşa da duymuştu.

Paşa, yatma zamanı geldiği halde bir türlü yatmamış, bir başka odada geceyarısına kadar oturmuştu. Çok üzüldüğü belliydi. Ertesi gün erken saatlerde Fikriye Hanım’ı köşkten bir otele götürdüm.

Misafirin gitmesinden üç-dört gün sonraydı, Paşa ile Látife Hanım salonda otururlarken, onlara borulu gramofon çalıyordum. Vaktiyle cephede bulduğumuz köpek yavrulamıştı ve iki yavrusuyla beraber ortada oynuyordu. Paşa rakısını ağır ağır yudumladığı sırada köpeklerin sevimli şekilde oynaşmalarını görüp Látife Hanım’a dönerek, ‘Bak Fikriye, ne güzel oynuyorlar!’ deyiverince, Látife Hanım baygınlıklar geçirdi.

Paşa, çok üzülmüştü. Hadiseden iki gün sonra Látife Hanım’ın babası Muammer Bey’den, Ankara’ya geleceklerine dair bir telgraf aldık. Telgrafı Paşa’ya götürdüm. Bir müddet düşündükten sonra, ‘Látife onlara muhakkak tel çekmiş olmalı’ dedi. Nitekim daha sonra, Látife Hanım’ın baygınlık geçirdiği o günün ertesi günü kendi eliyle bir yazdığı telgrafı devriyelere vermek suretiyle Çankaya Postahanesi’ne gönderdiğini öğrendik...’


Derleme-Alıntı
 
Geri
Üst