BaĞlamanin Anadolu Medenİyetlerİndekİ İzlerİ

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
BaĞlamanin Anadolu Medenİyetlerİndekİ İzlerİ
Uğur KAYA


İlk yerleşim dönem itibarıyla M.Ö. 3.000 yıllarına varan Sivas, bu zamandan günümüze değin bir çok medeniyete ve devlete ev sahipliği yapmıştır. Sivas'a ilk yıllarda önce Hititler daha sonraları Roma ve Bizanslılar hakim olmuştur. Alparslan'ın Anadolu'yu fethiyle Türklerin eline geçerek bugüne kadar gelmiştir.

Buraya kadar anlatılanlar Sivas Şehrinin bilinen tarihi seyrinin basit bir anlatımından başka bir şey değildir. Sivas'ın ve özellikle Anadolu'nun Türk yurdu haline gelmesi hep bugüne kadar Türklerin Orta Asya'dan göçerek uzun süren mücadeleler sonucu bu topraklara yerleştiği şeklinde olmuştur.

Ancak bu bilgileri biz ihtiyatla karşılamak zorundayız. Bizi bu düşünceye sevk eden, konu üzerinde septik davranmamızı gerektiren de tarihi belgeler ve buluntular olmaktadır. Nitekim, bir dostumdan edindiğim resimler ve açıklamalar düşüncelerimizi doğrular mahiyettedir. Bunlar, M.Ö. 1.600 Hitit dönemine ait bağlama eşliğinde oyun oynayan kadın ve erkek oyuncuların kabartma resim figürleridir.

Yine M.Ö. 700 yıllarına ait iki kabartma resimde, Hitit müzisyenlerinin bağlama, çifte kaval ve zil eşliğinde raks eden insan figürlerinin, bir diğer kabartma resim figüründe de tef, zil, zurna çalan insanların oluşturduğu bugünkü mehter benzeri tören resimlerinin varlığı, bizi konunun farklı boyutlarda ele alınması gereğini ortaya koymaktadır. Böylelikle elimizde bulunan enstrümanların tarihini gelişimini daha objektif olarak belirlememiz de söz konusu olacaktır.

Binlerce yıllık geçmişiyle bir çok medeniyete sahne olan Anadolu toprakları aynı zamanda bu medeniyetlerin kültürel ve sanatsal yaşantılarının da ev sahipliğini yapmıştır. Dünyanın bilinen tarihinin ilk yerleşim ve yaşam belirtilerinin mekanı, Anadolu ve buraya yakın bölgeler olmuştur. Günümüze kadar Anadolu'da 120 uygarlığın muhtelif zamanlarda var olduğunu tarihi belgelerden öğrenmekteyiz.
1 İnsanlığın yer yüzünde ilk temsilcisi olarak bilinen Adem ve diğer peygamberlerin doğrudan veya dolaylı olarak Anadolu ile ilişkileri olmuştur. İnsanlığın ikinci babası olarak bilinen Hz. Nuh, tufandan sonraki hayatına Anadolu'da devam ettiği düşüncesi ağırlıktadır. Geminin karaya oturduğu yer iki dağ telaffuz edilmektedir ve bu dağlar Anadolu coğrafyası içerisinde yer almaktadır. Söz konusu edilen dağlar Hıristiyan kaynaklarında Ararat, İslamî kaynaklarda ise Cudi Dağı'dır. Büyük tufandan sonra Cudi Dağı'nda karaya oturan gemi sakinleri Güneydoğu ve Doğu Anadolu yaylalarında yeni hayatlarına başlamışlardır.2 Hakkari dolaylarında bulunan kaya resimleri buralardaki ikametin kanıtları olduğu uzmanların ittifak ettikleri düşünceler arasındadır.

İnsanlık tarihi ile ilgili olarak zaman hususunda pek çok şey söylenir. On binli yıllardan milyonlara kadar pek çok tarihler vardır ortada. Ancak bu tarihlerin içinde ortak olan husus, bu zamanın belgelere dayandırılarak M.Ö. 5.000'e kadar geriye gittiğidir. Bunda bilim adamları birleşmekle beraber, bunu birkaç bin yıl daha geriye alıp tarihlemeyi M.Ö. 7.000'li yıllara kadar da götürmek de, sanırım pek hatalı davranış sayılmaz. Bu dönemler tufandan sonraki dönemler olabileceği gibi belki evvelki dönemleri de kapsayabilir.
Yeryüzünün en eski ve en gelişmiş neolitik merkezleri Anadolu'da ortaya çıkmaktadır. Anadolu, neolitik açıdan ele alındığında dünyanın en önemli merkezidir. Mezopotamya ve Mısır ayrıca son dönem araştırmalarıyla İndus M.Ö. 4.000 yıllarında büyük bir patlama geçirmişse de bundan evvel insanlık Anadolu platolarında ilk yerleşme evrelerini tamamlamış; buradan diğer bölgelere geçmiş ve Anadolu'da uygarlık stajını tamamlayanlar Mezopotamya'da, Mısır'da ve İndus'da uzmanlıklarını yapmışlardır.
3

Buradan anlaşılacağı üzere, Anadolu'nun medeniyetlerin oluşumuna önderlik ettiği ve buradan başka bölgelere gidenlerin oralardaki imkânları en iyi şekilde değerlendirdikleridir.
Diğer taraftan Orta Asya adı verilen ve Türklerin anavatanı olduğu öne sürülen coğrafyaya gelince; burası yukarıda bahsi geçen dönemlerde tamamen insandan yoksun bir yerdir. Zaman olarak tespiti netleşmemiş birkaç delgi ve kesicilerin ardından ortaya konan Asya kültürleri en eski olarak M.Ö. 3.000 yılının ortalarına tarihlenen Kelteminar Kültürü; sonra M.Ö. 2500-1700 yıllarına tarihlenen Afanesyeva; M.Ö. 1.700-1.200 yıllarına tarihlenen Andronova; M.Ö. 1.200-700 yılları arasında Yenisey nehrinin baş kısmında Karasuk Kültürü; M.Ö. 700-100 arasındaki kültüre de Tagar Kültürü adı verilmiştir. Bu kültürler eskilik itibarı ile bakılırsa Afanesyeva Kültürü hariç batıdan doğuya doğru sıralanır. Bu kültürler Mezopotamya'dan yayılarak doğuya doğru gider. Medeniyet işte Mezopotamya'dan Orta Asya'ya doğru yayılmaktadır. Bu gelişme Orta Asya'nın doğusundan değil, batısından doğusuna doğrudur. Bu durumda Mezopotamya kıyaslanmayacak şekilde Orta Asya'dan eski ve köklüdür. M.Ö. 4 binde Mezopotamya yazıyı kullanırken Asya'da insan bile yaşamamaktaydı.
4

Bir zaman gelmiş Mezopotamya boşalmaya başlamış ve buradan ayrılanların bir kısmı Asya'ya gitmiştir. Her nedense, tarihçiler tarafından bu husus üzerinde pek durulmamıştır.
Mezopotamya'dan göçen kavimler Asya'ya İran üzerinden muhtemelen Luristan'dan gitmişler; Anadolu'ya da yine büyük ihtimalle Mezopotamya'ya gelmişlerdir.

Ele geçen Sümer edebi tabletlerinde Türkçe olan kelimelere rastlanmıştır. Bu tabletlerin ortaya çıktığı dönemlerde Orta Asya'da henüz insan yokken Anadolu, zaman içinde höyükleşen binlerce Neolitik merkez ile dolu idi. Bu höyüklerin sahipleri bin bir türlü sebeplerle çoktan Anayurdu terk etmiş ve Mezopotamya'da yepyeni bir kültür tesis etmişlerdi. Mezopotamya'dan ayrılan çeşitli gruplar İran üzerinden Aral Gölü çevresine, Yenisey boylarına ve Moğolistan bozkırlarına yayılmışlardır.

Bugün bizim Türk olarak niteleyebileceğimiz İlk Türkler Asya Hunlarıdır Bunlara ait bilgiler yazılı olarak Çin yıllıkları ile bizlere ulaşır. Zaman olarak ta bunlar M.Ö. 300 yıllarından itibaren karşımıza çıkar. Yukarıda bahsi geçen kültürler, tam olarak Türk değil de Proto Tükler yani sonradan Türk adını alacak kavimlerin özelliklerini üzerinde bulunduran halklara ait kültürlerdir. Anadolu'dan Mezopotamya üzerinden Asya'ya geçen halkların bir kısmı, Kafkaslar üzerinden Avrupa'ya geçme ihtimali de oldukça kuvvetlidir. Bu Proto Türkler ile Alp ırkları arasında iskelet yapısı olarak büyük benzerlikler vardır. Bugün İtalya bölgesinde yaşayan Etrüskler ile Orta Avrupa'dan geldikleri sanılan ve bugün Trakya bölgemize adını Thraklar'ın da aynı adı paylaşması dikkate şayandır. Etrüsk ve Trak kelimelerinin fonetik olarak Türk kelimesi ile ses benzeşmesi kavimlerin dilleri nazara alınırsa büyük bir benzerlik ortaya koyar. Ruslar 9. ve 10. yüzyıllarda Tükleri Torklar olarak niteler. Bu ifade Rus dili ve gırtlak yapısı ile böylece ifade edilirse İtalya'ya kadar giden Türklerin Etrüsk şeklinde ve Yunanlılarında bu bölgelere gelen Türklere Thrak şeklinde bir ifade yadsınmayacak bir haldir.

Ayrıca Anadolu'da M.Ö. 5. yüzyıllarda yaşayan ve bugün Ordu ilimizin sınırlarını oluşturan bölgede yaşayan Halybler ile ilgili olarak Xenephon'da verilen bilgi önemlidir. Perslere karşı mağlup olan Batı Anadolu Satrabı Xerkses'in ordusundan ayrılan ücretli on bin Helen askeri, yurtlarına dönmek üzere Karadeniz civarlarında seyahat ederken burada 'Demiri döven Khlaybler' ile karşılaşmışlardır.
5 Demircilik Türk Milletinin mesleğidir. Altay Dağları bölgesinde oturan Göktürkler'in demircilikleri Juan Juanlara silah yaparak hayatlarını kazandıkları bilinmektedir. Ayrıca demiri eritmek Davut Peygamberin bir mucizesidir. Demiri işlemesini bilen Hz. Davut ilk defa zırhı yapan kişidir. M.Ö. 1200'lü yılların demir çağına geçiş zamanı olduğu bilimsel otoriteler tarafından ortaya konmaktadır. Bu tarihin Davut Peygamberin zamanına tekamül etmesi şüphesiz rastlantı değildir. Hz. Davut'un saltanat sürdüğü yerler ile bu kavmin yaşadığı coğrafya her ne kadar uzak gibi görünse de kısa sürede Kalybler'in bu teknolojik gelişmeyi kendi bölgelerine intikalleri, daha önce Tunç teknolojisine malik bir halk için zor olmasa gerekir. Bu kavmin bugün Peçenekler olduğu da söylenmektedir.6 Ordu ilimizde bulunan bir taş kabartmada Göktürkçe 'Tanrı' kelimesi yazılı olduğu dil bilimci Doç. Dr. Necati Demir tarafından söylenmektedir. Ayrıca bölgenin demir madeni açısından bolluğu ve engebeli coğrafyası bize Ergenekon Destanı'nı hatırlatmaktadır. İhtimaldir ki, buralarda geçirdikleri olaylar, başlarına gelen dramatik hadiseler, yüzyıllar boyu nesilden nesile anlatılarak önceki yurt Anadolu'ya karşı bir özlem uyandırmış ve bu topraklar tekrardan ulaşılabilecek birer hedef olarak görülmüştür. Yıllar önce terk edilen Anayurda, her taraftan göç olmuş ve Türk boyları, hafızasında yaşattığı yurdunu arayıp bulmak üzere dünyanın dört bir tarafına dağılmışlardır. Derelerin ırmaklara, ırmakların denizlere akması gibi Türkler hem kuzeyden, hem güneyden, hem de batıdan Anadolu'ya girmişler ve yüzyılların özlemini dindirmişlerdir.

Dikkat edilmesi gerekli bir başka husus da İranlı olabilecekleri üzerinde durulan İskit Türkleri ile ilgili konudur. İskitler ile ilgili olarak M.Ö. 5. yüzyıl tarihçilerinden Herodotos'ta ilk bilgileri bulabilmekteyiz.

Nuh tufanından sonra, Karadeniz kıyılarını Yafes'in torunu Aşkenaz'ın mekan tuttuğu ileri sürülmüştür. Bunlara, Euxeinos denilmiştir. Bu tarihlerde görüldüğü gibi tüm Karadeniz sahilleri Türklerle doludur. Brekisefal bu Türklerin elbette buralara Asya'dan geldikleri düşünülemez. Buna karşılık buralardan Asya'ya gitmesi daha doğaldır. Heredotos'un bahsettiği bu tarihlerde Asya'da Andronova ve Karasuk kültürleri vardır ki, bunlar, İskit'lerin işgal ettikleri alanlardan daha dar bir alanı oluştururlar. Karadeniz'deki İskit yayılımı daha geniş kapsamlı ve medeniyet olarak daha iyi bir durumdadır. Yine Güney Karadeniz bölgesinin efsanevi halkı olan Amazon'ların bu İskit'lerin eşleri olması ihtimalide kuvvetlidir. Savaşmak için Anadolu'ya gelen veya Anayurdu savunan bu İskit savaşçıları savaşı kaybedince kalan kadınlar kendilerini savunmak ihtiyacına düşmüşler ve gösterdikleri kahramanlıklar onlarla ilgili bu akıl almaz hikâyeleri ortaya koymuştur. Karadeniz geçmişte İskit Denizi, Kimmer Denizi gibi isimlerle yad olunmuş bir denizdir.
7

Anadolu'nun bu kısa kronolojik tarihinden, şu sonuç çıkmaktadır:

1. Anadolu, medeniyetlerin başlatılmasında üzerinde yaşanılan en önemli topraklardır ve burada yaşayan halklar, diğer medeniyetlerin kurulmasında ve gelişmesinde büyük rol oynamışlardır.

2. Orta Asya ve uzak doğu kültürleri tarih olarak burada yaşayan medeniyetlerden daha yenidir ve batıdan doğuya giden halklar tarafından geliştirilmiştir.

3. Türkler, buraya Orta Asya'dan göç etmeden daha önce buraları mesken tutmuş Anadolu kökenli insanlardır. Çünkü dil, din, tarih, folklorik özellikler gibi kültür dokusu bir milletin var olmasında, kimliğinin belirlenmesinde belge niteliğindeki unsurlardır.

Kültürel dokunun oluşmasında önemli bir yeri olan ve biraz önce sözünü ettiğimiz folklorik yapı ise, Türk insanının yerleşip yaşadığı her yerde varlığını sürdürmekte olup,gerek İslamiyet öncesi gerekse İslamiyet sonrası kimliğini hiç bozmadan bugüne kadar gelebilmiştir. Türk örf, adet ve töresince gerek İslamiyet'e geçmiş Türk topluluklarında, gerekse şaman inancını taşıyan diğer Türk topluluklarında benzer töreler halen bulunmaktadır. Gerek Orta Asya bozkırlarında yaşayan sayıları onlarla ifade edilen Türk toplulukları ile gerekse Amerika'da yaşayan ve gün geçtikçe Türk asıllı oldukları görüşü ağırlık kazanan Kızılderililer ve Anadolu'da yaşayan Türkmen boylarının geleneksel birtakım özelliklerinin benzer şekil de örtüşmesi sanırım pek tesadüf olmasa gerek. Ekmek yapmaları, yün eğirmeleri un elemeleri giyimleri, ata binmeleri, süslemeleri, çadırları, kullanılan eşyalar, aletler ve söylemiş oldukları ezgiler, ezgilerin icrasında kullanılan enstrümanlar özellikle şaman geleneğini sürdüren kavimlerin tanrıya yakarış biçimleri dansları ve dans şeklindeki ibadetleri (ki bu daha çok Alevi-Bektaşi inancını simgeleyen semah dönmeye benzer) vs.. vs.. hep müşterek hususlar olarak karşımıza çıkar.

Bağlama ve diğer bazı Türk sazları M.Ö. 1600 yıllarından beri kullanılan enstrümanlardır. Bu bilgiler, Anadolu Medeniyetleri Müzesinden edindiğimiz belgelerle gün ışığına çıkmış ve konu daha anlaşılır hale gelmiştir. Sözünü ettiğimiz belgede görülen sazın bağlamaya benzemesi ve omuzda çalınması bizim için oldukça önemlidir ve bu alanda göz ardı edilmeyecek önemli bir vesikadır. Gerek sazın fiziki yapısından gerekse onu çalan sanatçının sazı tutma pozisyonundan bunu anlayabiliriz. Sazın sağ omuza dayalı bir pozisyonda çalınması, günümüzde halen kullanılmaktadır. Anadolu'da Kars ve Erzurum dolaylarında âşık sazı, Azerbaycan'da ve Kafkaslarda âşık sazı ve tar, diğer Türkü Topluluklarda dombra gibi sazlarında bu şekilde omuza ya da ayakta kucakta tutar şekilde çalınması çok da ilginç bir benzeşme değildir. Yaşayan ve yaşatılan gelenek, gerçekten resimdeki sazın öp öz bir Türk sazı ve sanatçısına ait olduğunu gösteren en önemli belgedir. M.Ö. 1600 yılına ait bu resimdeki bağlamanın tablete işlendiği tarihten daha eskilere dayandığı inancındayım. Bu durumda bağlamanın ortaya çıkış tarihinin M.Ö. 2000'li hatta 3000'li yıllara kadar varabileceği düşüncesindeyim. Çünkü bir enstrüman, gelişimini birden tamamlayamaz. Resimden de anlaşılacağı üzere, bağlamanın hem söze hem de oyunculara eşlik ettiği görülmektedir. Oyuncular bir ibadete başlar gibi ellerini göğe doğru kaldırır vaziyette ya da ellerini karşılıklı olarak birbirine vuracak şekilde resimlendirilmişlerdir. Her ikisi de muhtemeldir. Elleri karşılıklı vurur şekilde düşünüldüğünde bu tür oyunların özellikle Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu bölgemizde oynanan oyunları hatırlattığı gibi, Sivas'ta çok iyi bilinen 'çemberim' isimli oyunun hoplatma kısmındaki figürleri de akla getirmektedir. Diğer taraftan, oyuncuların duruş şekli, karşılıklı olarak semaha duran iki kişiyi de çağrıştırmaktadır. Çünkü oyuncuların bu şekilde yüz yüze bakarak ellerini göğe açar vaziyette oyun oynama şekillerinin semah oyunlarında var olduğunu biliyoruz. Bu da tanrıya yakarmanın ve yaklaşmanın bir başka şeklidir. Bir çok şaman Türklerinde de bu tarz ibadetin var olduğunu düşünürsek resmin değeri bir kat daha artmaktadır.

Türklerin İslamiyet'e geçmesiyle, ibadet şekillerinde köklü değişiklikler olmuştur. Bir çok folklorik değerden günah olur düşüncesiyle vazgeçilmiş dolayısıyla bu değerlere sahip çıkan Türk topluluğu azalmıştır. Özellikle musiki ve halk oyunları gibi değerlerimiz yeni dini inanç sistemi içerisinde kendine bir yer bulamamış, bunlarla uğraşan insanlarımızın pek çoğu bu sistem içerisinde dışlanmıştır. Ancak öylesine önemli bir zümre var ki, hem İslam inancı içerisinde olup hem de bu değerlerin günümüze taşınmasında önemli bir görev üstlenmişler olan Alevi-Bektaşi inancına mensup zümredir. Bu açıdan bakıldığında, binlerce yıl önce bağlama adı altında var olan saz, kabul etmek gerekir ki, bu Türkler sayesinde varlığını sürdürebilmiştir. Dedem Korkut ve diğer ozanlar, soy soylayıp boy boylayarak, Hakanın yanında ilk ve son sözü söyleyen bilge birer kişi olarak uzun yıllar geleneği yaşatan insan olmuştur. İşte Dedem Kokut'un elinde tuttuğu saz, söylediği söz, tarihler boyunca bir çok Türk ozanının sermayesi olmuştur. Kimi zaman Karacaoğlan'ın kimi zaman Emrah'ın, Pir Sultan Abdal'ın, Âşık Veysel'in sazında ve sözünde yeniden şekillenmiştir. Başka hiç bir İslamî ülkede saz ve söz ile tanrıya yakarma biçimi yoktur. Öp-öz Türkmen kökenli olan Alevi-Bektaşiler, ozanlık geleneğinin günümüze taşınmasında, bence çok önemli bir görevi yerine getirmişlerdir. İslamiyet öncesi Türk töresini yüzyıllar boyu yaşatma başarısını gösteren Alevi topluluğuna, bir halkbilimci olarak bu bakımdan çok şeyler borçlu olduğumuz inancındayım.

Anadolu'nun dört bir tarafına bakıldığında bağlama çalma geleneğinin tüm yurtta yaygın olarak kullanıldığını görüyoruz. Özellikle Türkmen boylarının sınır çizdiği alanlarda üslup, tavır ve ağız özelliklerinin de yöreye göre değişerek varlığını sürdürdüğünü bir gerçektir. Ağızdan ağza söylenerek günümüze kadar ulaşan türkülerimiz, illerimizin ve ülkemizin coğrafik sınırlarının dışına taşarak farklı bir sınır çizmektedir. Her ne kadar sınırlarımız Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan anlaşmalarla çizilmişse de bir Kars, Iğdır ya da Artvin folklorunun, Gürcistan Azerbaycan, Nahcıvan Folklorundan; bir Urfa Folklorunun Kerkük folklorundan; bir Edirne, Kırklareli folklorunun Rumeli,Bosna, Kosova folklorundan pek farklı özellikler göstermeyeceği düşüncesindeyim.

Ancak folklorumuz, tarihin hiç bir döneminde bu kadar yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmamıştı. Globalleşme sürecine giren ve üzerinde pek çok ulusun yaşadığı dünyada milletler hızla ortak kültüre doğru gitmektedir. Bu vahim durum, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde daha hızlı bir seyir takip etmektedir ve bu ülkeler her geçen gün gelişmiş ülkelere yem olmaya devam etmektedir. Bu bakımdan, kendi kültürel politikamızı çizmediğimiz süre globalleşmenin bizlere de çok önemli kayıplar vereceği kaçınılmaz bir gerçektir.

Tarih boyunca Türk devletinin yaşatılmasında önemli bir yeri olan Kültürel değerlerimizin bir çoğu bugün artık bir müzelik eser olarak görülmekte ya da eğlence unsuru olarak değerlendirilmektedir.

Fert ve devlet olarak bizlere düşen, Türk'e has değerleri bulup ortaya çıkarmak; var olan kültürel değerlerimizi de daha fazla yozlaşmadan tespit etmek, korumak ve yaşatmak olmalıdır.


Bağlama eşliğinde kadın ve erkek oyuncular (M.Ö. 1600)-->
Hitit müzisyenleri bağlama, çifte kaval, zil ve raks (M.Ö. 700)-->
Tef, liyr, zurna çalanlardan oluşan mehter benzeri tören alayı (M.Ö. 700)-->


KAYNAKLAR

1)
Ekrem AKURGAL , Anadolu Uygarlıkları, 19.

2) Mehmet Faik KÖKSAL , Peygamberler tarihi, 105 vd.

3) Firuzan KINAL. , Eski Anadolu Tarihi, 27.

4) Akdes Nimet KURAT , Karadeniz'in Kuzeyindeki Türk Devletleri Tarihi, 16 vs.

5) Xenephon, Anabasis,V,V,I.

6) Mehmet Faik KÖKSAL , a.e., 181 vd.

7) Adem IŞIK., Antik kaynaklarda Karadeniz Bölgesi, 2 vd
 
Geri
Üst