Dil ve Din
DİL ile DİN
Durum :
Din yoluyla, çok yaygın ve Türklüğü tehdit edecek boyutlarda Arap milliyetçiliği yapılmakta pek çok Türk, son derece içten ve temiz inançları olmasına karşın bilgisizlik yüzünden bu oyuna alet olmaktadır.
Türklerin Müslümanlığı Benimseme Dönemlerinde Türkçe :
Araplar Müslümanlığı yayma savaşlarında, Fars ülkesini (İran’ı) ele geçirdikten sonra Türk bölgelerine ulaşmaları sırasında ilkin çetin bir direnişle karşılaşılmıştır. Daha önce Abbasi halifesi Memun döneminde (805-807), Türklerden saray kolculuğu birliği kurulmasıyla başlayan Türk-Arap ilişkileri, Oğuz boylarının Müslümanlığı benimsemesi (920-950) ve Karahanlıların Müslüman Türk devleti olarak örgütlenmeleriyle (960) Türklerin kitleler halinde Müslüman olma sürecine dönüşmüştür. (Ü. Hassan, Osmanlı Devletine Kadar Türkler, [Açıklamalı bir kronoloji], Cem Yayınevi, 1987)
Müslümanlaşma sürecinde Türkler, hızla Batı ülkelerine doğru yayılmaya, yeni yurtlar edinmeye ve bu arada kendi kültürlerinden oldukça farklı Acem ve Arap kültürlerinin etkisine girmeye başlamışlardır. Kısa bir süre sonra Müslüman Türkler ile henüz Müslümanlığı benimsemeyen Türkler arasında kültür uçurumu oluşmaya başlamıştır. Müslüman olan Türkler, yeni bir dini benimsediklerinden doğal olarak Şamanlık, Budacılık, Manicilik gibi eski dinleriyle ilintili kültürlerini kafirlik sayıp toplum belleklerinden silmeye çalışmışlardır. Türklük anlayışı, Atatürk’ün büyük uyandırışına dek, yerini yavaş yavaş ümmetçilik anlayışına bırakmıştır. Örneğin, Müslüman Oğuz Boyları “Türkmen’’ adıyla anılmaya başlanmışlar; Müslümanlığı henüz benimsememiş öteki Oğuzları kendilerinden saymamışlardır. Oysa söz konusu din kaynaşmasında Arapların ve Acemlerin tavrı oldukça farklıdır.
Müslümanlığı kendi soylarının dini sayan Araplar, Kuran dilinin Arapça olması gerekçesine dayanarak Arapçayı Müslümanlığın yayıldığı her yerde egemen kılmaya çalışmışlardır. Bu akım Emeviler döneminde çok güçlenmiş, Arapların en büyük devlet başkanları saydıkları Halife Abdülmelik (685-705) zamanında, Arap Dili, İslam İmparatorluğunun resmi dili yapılmıştır. Kutsallaştırılan Arap dili etkisiyle kimi uluslar, (örneğin Mısır Kıptileri, Irak Aramileri ve Kuzey Afrika Berberileri) tümden Araplaşmışlardır. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s.1102, Tekin Yayınevi, 1990)
Bu arada birtakım Türk boylarından Arap bölgelerine gidenler, örneğin Suriye’ye giden Türkler, dillerini unutarak Arapça konuşmaya başlayıp Araplaşmışlardır. (Günümüzde Hatay ilinde yaşayan ve Arap olduğunu sananların büyük çoğunluğu bu durumdadır. Çünkü yaşlılarının dilinde çok sayıda Orkun Türkçesi sözcüğe rastlanmaktadır.) Müslümanlığı benimseyerek Arap kültürü etkisine giren başka soydan bilginler, İslam Dünyasının bilim dili durumuna getirilen Arapçaya hizmet etmeye başlamışlardır. Örneğin Ünlü Türk filozofu Farabi bile (870-950), Yunanca felsefe terimlerine Arapça karşılıklar türetmiştir.
Türkler, Müslümanlığı benimsemeye başladıkları ilk yıllarda, din terimlerini Arapça ya da Farsçadan almaya çok da eğilim göstermemişlerdir. Çünkü daha önce benimsedikleri Zerdüşt ve Mani dinlerinde İslam dininin kavramlarının birçoğuna karşı gelen din terimlerine Türkçe karşılık türetmişlerdi ve tıpkı Arapların yaptığı gibi var olan terimlerden uygun olanlarını yeni dinin terimlerine karşılık olarak kullanıyorlardı. (Arapların, İslam’ın yeryüzüne inmesinden önceki dönemdeki, putataparlık zamanlarındaki Arapça terimlerden pek çoğu aynı zamanda İslam terimi olmuştur. Bu sözcüklerin kapsadığı kavramlar da İslam anlayışına göre algılanmaya başlamıştır.) 10. yüzyılda, Karahanlılar döneminde yapılmış Kuran-ı Kerim çevirisindeki din terimleri öz Türkçedir. (Bu çeviride, Kuran-ı Kerim’de bulunan 2.500 dolayındaki sözcükten yalnızca 9 tanesinin Türkçe karşılığı kullanılmamıştır. Geri kalan yaklaşık 2.491 İslam terimi tümüyle öz be öz Türkçedir.)
Ancak ne yazık ki bir süre sonra bu anlayıştan yanlış olarak sapılmış, Türk Dili, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisine girmiştir. Türk seçkinleri arasında yazışma dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça hızla yayılmaya başlamıştır. Oysa Müslümanlığı benimseyen Acemler (Farslar), kendi dillerini korumasını bilmişler, din terimlerinin Farsça karşılıklarını kullanmayı sürdürmüşlerdir. Türkçeye giren İslam din terimlerinin birçoğu Arapça değil Farsçadır. (Örneğin, namaz, peygamber, Rab sözcükleri Farsçadır.)
İranlıların, İslam’ı bahane ve alet ederek gelen Arap kültürü etkisine boyun eğmeyişi ve geliştirdikleri tavırlar, ulusal dilin korunup geliştirilmesi bakımından dikkate değerdir. Emevilerin yerine Abbasilerin egemenlik kurmasına katkıda bulunan Horasanlı Ebu Müslim (Türk kökenli olduğu sanılır), “Şüubiyye” görüşünün Arap olmayan Müslümanlar ve bu arada özellikle Acemler arasında benimsenmesine öncülük etmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinden başlayarak Arap kökenli Müslümanları “hürr’’ (özgür), Arap kökenli olmayan Müslümanları ise “mevali’’ (mevla’lar : bağışlanmış köleler) sayan Arap İslam Devleti, öteki budunların (kavimlerin) üzerinde baskı oluşturmuştu. Arap kadınların, dengi sayılmadıkları Arap kökenli olmayanlarla evlenmesi yasaklanmıştı. Arap yönetimleri, Arap kökenli olmayanları ikinci sınıf Müslüman sayıyorlardı. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s. 1103, Tekin Yayınevi, 1990.), (Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 150, MEB. Yayınları, 1992), (P.K. Hitti, Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, s.617, Cilt 1, İlahiyat Fakültesi Vakfı), (O. Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, s. 594, Remzi Kitabevi, 1984)
Arap budunu (kavmi) üstünlüğü görüşüne karşıt olanlar, “Şüubiyye’’ adıyla örgütlenmekteydiler. Ünlü Türk bilgini Biruni (973-1051), bu anlayışı destekleyenlerdendir. Şüubiyye yandaşlığı İran’da ulusal kültürün ve ulusal dilin korunup gelişmesinde etkili olmuştur. Nitekim, İran’ın ulusal şairi Firdevsi, İlkçağ İran düşüncesini ve inançlarını savunmuş, Arapları ağır dille yermiştir. 1010 yılında Horasan’ın Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’a sunduğu, 60.000. beyitlik “Şehname’’ adlı Farsça mesnevisinde, İran mitolojisini yüceltmiş, Araplarıysa aşağılamıştır. Firdevsi Şehnamede : “Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key’lerin (eski Fars hükümdarları Keykubat, Keykavus, Keyhusrev v.b.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu senin yüzüne kahbe felek tuu!’’ demektedir. (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, s.64, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1989)
Ortaçağdan Bugüne Türkçe ve Din :
Osmanlı hazinesinden beslenen, “arpalıkları’’ ele geçirmek için her türlü dolana başvuran yozdinselci (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır) “ulema-yı rüsum’’dan bazıları (resmi din adamları), çağın bilimlerinin Osmanlıya aktarılmasını önlemişlerdir. “Kadızadeliler’’ adlı din adamı zümresi, dini siyasete alet aracı durumuna getirmiş; insanlar üstünde etkinlik kurma yöntemi olarak olarak ilk kez sistemli biçimde kullanmaya başlayan grup olmuştur. (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988), (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 3.Cilt, 1.Kısım, [Sofiye Ricali ve Kadızadeliler], Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983)
Bu grup ve türevleri, din dilinin Türkçe olmasına karşı çıkarak halkın din bilgilerinin doğrusunu öğrenmesini engellemişler ve hâlâ da engellemektedirler. Bu yolla kendi yoz anlayışlarını yaymışlardır ve yaymaktadırlar.
Bu tür din adamı tavrının çok eski tarihsel geçmişi vardır : M.Ö. 3.000 yıllarında Sumer din adamlarının kurduğu dinin dili olan Sumerce, M.Ö. 2.400 yıllarından sonra Akad ve Babil rahiplerince, halkın konuşma dili değişmesine karşın, din dili olarak Hz. İsa’nın doğum yıllarına dek korunmuştur. Hıristiyan rahipleri de, yine aynı anlayışla, İncil’in eski diller Grek ve Latinceden, konuşulan halk dillerine çevrilmesine karşı çıkmışlardır. 16. yüzyılda, İncil’i ulusal dili Almancaya çeviren din adamı Luther, büyük tartışılara neden olmuştur. Akılcılığın ve bilimin Avrupa’da önem kazandığı “Aydınlanma Dönemi’’, İncil’in ulusal dillere aktarımıyla başlamıştır.
Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesiyse yobaz din adamlarınca engellenmiştir; engellenmektedir. (Bunun sonuçlarından biri de dünyada İslam inancına sahip olan insanların Hıristiyanlara oranla çok daha az sayıda kalması ve misyonerlere çalışma alanı oluşturmasıdır.)
Saka (İskit) asıllı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, Arapça olmayan dille ibadet edilebileceği yolunda fetva vermesi (kimi yazarlara göre bu görüşünden sonra caymıştır), Hanefiliğin yaygın yandaş bulduğu 800-1200 yılları arasında başka ulusların İslam’ı kendi dillerinde okuyup anlama kolaylığı sağlamıştır. (Cengiz Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, s. 106, Bellek Yayınları, 1994)
Daha sonraları, Fatih Sultan Mehmet’in çağdaşı, Türkmen Beyi Akkoyunlu Uzun Hasan, Kuran-ı Kerimi Türkçeye çevirtip huzurunda zaman zaman okutmuştur. (T. Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet s.157, İletişim Yayınları, 1994)
Oysaki Osmanlıda yobaz görüş Cumhuriyet’e dek sürmüştür. (Osmanlı elbetteki bizim atamızdır. Ancak yanlışlarından ders; doğru işlerinden örnek alınmalıdır.)
Üstelik 20. yüzyılın başlarında Araplar bile bayrı (kadim, eski) Arapça dilde yazılı olan Kuran-ı Kerim’in çağdaş Arapçaya çevrilmesini istemekteydiler. Aydın Arap din bilginleri bile Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesinin uygun olacağını savunuyorlardı. Mısırdaki ünlü İlahiyat Üniversitesi Cami-ül Ezher’de öğretim üyesi Prof. Ferid Vecdi bunların arasındaydı. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)
Söz konusu görüşlere karşı çıkanların başındaysa Osmanlı uleması gelir. Sonuncu Osmanlı Sultanı Vahidettin döneminde, Damat Ferit Paşa’nın Bakanlar Kurulu’nda Şeyhülislam görevini üstlenmişken Anadolu’daki kurtuluş hareketine katılanlara daha sert davranılması isteği yerine gelmediği için bu görevden çekilen ve de Vahidettin’le birlikte İngilizlere sığınan Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve onun gibi niceleri, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Mısır’da Arapça olarak yazdığı “Kuran’ın Tercüme Meselesi’’ adlı betiğinde (kitabında) görüşlerini savunmuştur. Din adamlarımızın Arapça ibadet diretmesi, günümüzde bile aşılamamış Türkçenin gelişimine, Türklük bilincine son derece zararlı bir anlayıştır.
Dini kendi çıkarlarına alet eden yobazlar (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır), matbaa makinesinin ülkemize gelişine “Şeran caiz değildir.” diyerek karşı çıkmış; Türkçe yayın birikimini ve dolayısıyla aydınlanmayı geciktirmişlerdir. En sonunda 1727 yılında, din adamlarının matbaa makinesine izin verdiği Şeyhülislam fetvasında, din ve şeriat kitaplarının basılmaması koşulu konulmuştur. (A. Sayılı, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, s. 45, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994)
Abdülaziz döneminde Türk Dili’nin ateşli savunucusu olan, “sarıklı ihtilalcı’’, “baş veren inkılâpçı’’ Ali Suavi, yaşamı, düşünceleri, eylemleriyle bir Türk Volteyr’i (Voltaire’i) işlevi üstlenmiştir. Suavi meslek yaşamına bir din adamı olarak başlamış olmakla birlikte ibadetin Türkçeleştirilmesini ve namaz surelerinin Türkçeye çevrilmesini önermiştir. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)
II Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın yönlendirmeleriyle, devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemişse de Sait Paşa’nın, “Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar.’’ diyerek karşı çıkması üzerine bu isteğinden vazgeçmiştir. (İ. Ulçugür, Agah Sırrı Levent, s. 195, TDK Yayınları, 1982)
Ancak yine de “Arapça güzel dildir, resmi dil keşke Arapça kabul edilseydi. Arapçanın resmi dil olmasını ben önerdim. O zaman Sait Paşa başkatip idi; direndi. Sonra Türklük kalmaz dedi O da boş laf idi. Neden? Tersine Araplarla daha sıkı bağlanmış olurduk.” demekten de kendini alamamış; Kuran-ı Kerim’i Türkçeye çeviren hocaları mahkemeye vermekten de geri kalmamıştır. (H.S. Payzın, Tarihte Dil, Yazı, Buluş ve Toplum, s.161, Doğruluk Matbaacılık, 1992.)
Türkler Arapları “Kavm-i Necip” (Yüce toplum) ve Arapçayı da “Mübarek ve mukaddes dil” sözleriyle kutsarken 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap Dil Kurultayı, Türkçe kökenli 3.600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında “sarık” örneği Türkçe dinsel çağrışımlı sözcükler de vardır. Ancak Osmanlı kültürü çerçevesinde Arapça-Farsça dil sayrılığına (hastalığına) kapılanlar, Türkçeyi öldürüp terk edilen Osmanlıcayı hortlatmak için çaba harcamaktadırlar. (Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, 1986), (N. Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınları, 1976)
Ezanın Türkçeden Arapçaya döndürülmesi de yine bu zihniyetin ürünü olmuştur. Tam da bu nokta da Atatürk’ün şu sözlerini anımsatmak yararlı olacaktır : "Ben, Türkçe ezanla din değil dil üzerine eğilmek istiyorum. İnanıyorum ki Türk, ezanı ve Kuran'ı kendi anadiliyle okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve bilinçle kavramış olacaktır."
DİL ile DİN
H. Cem KANIBİR
Türkbilimci
-1-
Din Dili ve Türkçe
Durum :
Din yoluyla, çok yaygın ve Türklüğü tehdit edecek boyutlarda Arap milliyetçiliği yapılmakta pek çok Türk, son derece içten ve temiz inançları olmasına karşın bilgisizlik yüzünden bu oyuna alet olmaktadır.
Türklerin Müslümanlığı Benimseme Dönemlerinde Türkçe :
Araplar Müslümanlığı yayma savaşlarında, Fars ülkesini (İran’ı) ele geçirdikten sonra Türk bölgelerine ulaşmaları sırasında ilkin çetin bir direnişle karşılaşılmıştır. Daha önce Abbasi halifesi Memun döneminde (805-807), Türklerden saray kolculuğu birliği kurulmasıyla başlayan Türk-Arap ilişkileri, Oğuz boylarının Müslümanlığı benimsemesi (920-950) ve Karahanlıların Müslüman Türk devleti olarak örgütlenmeleriyle (960) Türklerin kitleler halinde Müslüman olma sürecine dönüşmüştür. (Ü. Hassan, Osmanlı Devletine Kadar Türkler, [Açıklamalı bir kronoloji], Cem Yayınevi, 1987)
Müslümanlaşma sürecinde Türkler, hızla Batı ülkelerine doğru yayılmaya, yeni yurtlar edinmeye ve bu arada kendi kültürlerinden oldukça farklı Acem ve Arap kültürlerinin etkisine girmeye başlamışlardır. Kısa bir süre sonra Müslüman Türkler ile henüz Müslümanlığı benimsemeyen Türkler arasında kültür uçurumu oluşmaya başlamıştır. Müslüman olan Türkler, yeni bir dini benimsediklerinden doğal olarak Şamanlık, Budacılık, Manicilik gibi eski dinleriyle ilintili kültürlerini kafirlik sayıp toplum belleklerinden silmeye çalışmışlardır. Türklük anlayışı, Atatürk’ün büyük uyandırışına dek, yerini yavaş yavaş ümmetçilik anlayışına bırakmıştır. Örneğin, Müslüman Oğuz Boyları “Türkmen’’ adıyla anılmaya başlanmışlar; Müslümanlığı henüz benimsememiş öteki Oğuzları kendilerinden saymamışlardır. Oysa söz konusu din kaynaşmasında Arapların ve Acemlerin tavrı oldukça farklıdır.
Müslümanlığı kendi soylarının dini sayan Araplar, Kuran dilinin Arapça olması gerekçesine dayanarak Arapçayı Müslümanlığın yayıldığı her yerde egemen kılmaya çalışmışlardır. Bu akım Emeviler döneminde çok güçlenmiş, Arapların en büyük devlet başkanları saydıkları Halife Abdülmelik (685-705) zamanında, Arap Dili, İslam İmparatorluğunun resmi dili yapılmıştır. Kutsallaştırılan Arap dili etkisiyle kimi uluslar, (örneğin Mısır Kıptileri, Irak Aramileri ve Kuzey Afrika Berberileri) tümden Araplaşmışlardır. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s.1102, Tekin Yayınevi, 1990)
Bu arada birtakım Türk boylarından Arap bölgelerine gidenler, örneğin Suriye’ye giden Türkler, dillerini unutarak Arapça konuşmaya başlayıp Araplaşmışlardır. (Günümüzde Hatay ilinde yaşayan ve Arap olduğunu sananların büyük çoğunluğu bu durumdadır. Çünkü yaşlılarının dilinde çok sayıda Orkun Türkçesi sözcüğe rastlanmaktadır.) Müslümanlığı benimseyerek Arap kültürü etkisine giren başka soydan bilginler, İslam Dünyasının bilim dili durumuna getirilen Arapçaya hizmet etmeye başlamışlardır. Örneğin Ünlü Türk filozofu Farabi bile (870-950), Yunanca felsefe terimlerine Arapça karşılıklar türetmiştir.
Türkler, Müslümanlığı benimsemeye başladıkları ilk yıllarda, din terimlerini Arapça ya da Farsçadan almaya çok da eğilim göstermemişlerdir. Çünkü daha önce benimsedikleri Zerdüşt ve Mani dinlerinde İslam dininin kavramlarının birçoğuna karşı gelen din terimlerine Türkçe karşılık türetmişlerdi ve tıpkı Arapların yaptığı gibi var olan terimlerden uygun olanlarını yeni dinin terimlerine karşılık olarak kullanıyorlardı. (Arapların, İslam’ın yeryüzüne inmesinden önceki dönemdeki, putataparlık zamanlarındaki Arapça terimlerden pek çoğu aynı zamanda İslam terimi olmuştur. Bu sözcüklerin kapsadığı kavramlar da İslam anlayışına göre algılanmaya başlamıştır.) 10. yüzyılda, Karahanlılar döneminde yapılmış Kuran-ı Kerim çevirisindeki din terimleri öz Türkçedir. (Bu çeviride, Kuran-ı Kerim’de bulunan 2.500 dolayındaki sözcükten yalnızca 9 tanesinin Türkçe karşılığı kullanılmamıştır. Geri kalan yaklaşık 2.491 İslam terimi tümüyle öz be öz Türkçedir.)
Ancak ne yazık ki bir süre sonra bu anlayıştan yanlış olarak sapılmış, Türk Dili, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisine girmiştir. Türk seçkinleri arasında yazışma dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça hızla yayılmaya başlamıştır. Oysa Müslümanlığı benimseyen Acemler (Farslar), kendi dillerini korumasını bilmişler, din terimlerinin Farsça karşılıklarını kullanmayı sürdürmüşlerdir. Türkçeye giren İslam din terimlerinin birçoğu Arapça değil Farsçadır. (Örneğin, namaz, peygamber, Rab sözcükleri Farsçadır.)
İranlıların, İslam’ı bahane ve alet ederek gelen Arap kültürü etkisine boyun eğmeyişi ve geliştirdikleri tavırlar, ulusal dilin korunup geliştirilmesi bakımından dikkate değerdir. Emevilerin yerine Abbasilerin egemenlik kurmasına katkıda bulunan Horasanlı Ebu Müslim (Türk kökenli olduğu sanılır), “Şüubiyye” görüşünün Arap olmayan Müslümanlar ve bu arada özellikle Acemler arasında benimsenmesine öncülük etmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinden başlayarak Arap kökenli Müslümanları “hürr’’ (özgür), Arap kökenli olmayan Müslümanları ise “mevali’’ (mevla’lar : bağışlanmış köleler) sayan Arap İslam Devleti, öteki budunların (kavimlerin) üzerinde baskı oluşturmuştu. Arap kadınların, dengi sayılmadıkları Arap kökenli olmayanlarla evlenmesi yasaklanmıştı. Arap yönetimleri, Arap kökenli olmayanları ikinci sınıf Müslüman sayıyorlardı. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s. 1103, Tekin Yayınevi, 1990.), (Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 150, MEB. Yayınları, 1992), (P.K. Hitti, Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, s.617, Cilt 1, İlahiyat Fakültesi Vakfı), (O. Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, s. 594, Remzi Kitabevi, 1984)
Arap budunu (kavmi) üstünlüğü görüşüne karşıt olanlar, “Şüubiyye’’ adıyla örgütlenmekteydiler. Ünlü Türk bilgini Biruni (973-1051), bu anlayışı destekleyenlerdendir. Şüubiyye yandaşlığı İran’da ulusal kültürün ve ulusal dilin korunup gelişmesinde etkili olmuştur. Nitekim, İran’ın ulusal şairi Firdevsi, İlkçağ İran düşüncesini ve inançlarını savunmuş, Arapları ağır dille yermiştir. 1010 yılında Horasan’ın Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’a sunduğu, 60.000. beyitlik “Şehname’’ adlı Farsça mesnevisinde, İran mitolojisini yüceltmiş, Araplarıysa aşağılamıştır. Firdevsi Şehnamede : “Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key’lerin (eski Fars hükümdarları Keykubat, Keykavus, Keyhusrev v.b.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu senin yüzüne kahbe felek tuu!’’ demektedir. (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, s.64, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1989)
Ortaçağdan Bugüne Türkçe ve Din :
Osmanlı hazinesinden beslenen, “arpalıkları’’ ele geçirmek için her türlü dolana başvuran yozdinselci (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır) “ulema-yı rüsum’’dan bazıları (resmi din adamları), çağın bilimlerinin Osmanlıya aktarılmasını önlemişlerdir. “Kadızadeliler’’ adlı din adamı zümresi, dini siyasete alet aracı durumuna getirmiş; insanlar üstünde etkinlik kurma yöntemi olarak olarak ilk kez sistemli biçimde kullanmaya başlayan grup olmuştur. (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988), (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 3.Cilt, 1.Kısım, [Sofiye Ricali ve Kadızadeliler], Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983)
Bu grup ve türevleri, din dilinin Türkçe olmasına karşı çıkarak halkın din bilgilerinin doğrusunu öğrenmesini engellemişler ve hâlâ da engellemektedirler. Bu yolla kendi yoz anlayışlarını yaymışlardır ve yaymaktadırlar.
Bu tür din adamı tavrının çok eski tarihsel geçmişi vardır : M.Ö. 3.000 yıllarında Sumer din adamlarının kurduğu dinin dili olan Sumerce, M.Ö. 2.400 yıllarından sonra Akad ve Babil rahiplerince, halkın konuşma dili değişmesine karşın, din dili olarak Hz. İsa’nın doğum yıllarına dek korunmuştur. Hıristiyan rahipleri de, yine aynı anlayışla, İncil’in eski diller Grek ve Latinceden, konuşulan halk dillerine çevrilmesine karşı çıkmışlardır. 16. yüzyılda, İncil’i ulusal dili Almancaya çeviren din adamı Luther, büyük tartışılara neden olmuştur. Akılcılığın ve bilimin Avrupa’da önem kazandığı “Aydınlanma Dönemi’’, İncil’in ulusal dillere aktarımıyla başlamıştır.
Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesiyse yobaz din adamlarınca engellenmiştir; engellenmektedir. (Bunun sonuçlarından biri de dünyada İslam inancına sahip olan insanların Hıristiyanlara oranla çok daha az sayıda kalması ve misyonerlere çalışma alanı oluşturmasıdır.)
Saka (İskit) asıllı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, Arapça olmayan dille ibadet edilebileceği yolunda fetva vermesi (kimi yazarlara göre bu görüşünden sonra caymıştır), Hanefiliğin yaygın yandaş bulduğu 800-1200 yılları arasında başka ulusların İslam’ı kendi dillerinde okuyup anlama kolaylığı sağlamıştır. (Cengiz Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, s. 106, Bellek Yayınları, 1994)
Daha sonraları, Fatih Sultan Mehmet’in çağdaşı, Türkmen Beyi Akkoyunlu Uzun Hasan, Kuran-ı Kerimi Türkçeye çevirtip huzurunda zaman zaman okutmuştur. (T. Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet s.157, İletişim Yayınları, 1994)
Oysaki Osmanlıda yobaz görüş Cumhuriyet’e dek sürmüştür. (Osmanlı elbetteki bizim atamızdır. Ancak yanlışlarından ders; doğru işlerinden örnek alınmalıdır.)
Üstelik 20. yüzyılın başlarında Araplar bile bayrı (kadim, eski) Arapça dilde yazılı olan Kuran-ı Kerim’in çağdaş Arapçaya çevrilmesini istemekteydiler. Aydın Arap din bilginleri bile Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesinin uygun olacağını savunuyorlardı. Mısırdaki ünlü İlahiyat Üniversitesi Cami-ül Ezher’de öğretim üyesi Prof. Ferid Vecdi bunların arasındaydı. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)
Söz konusu görüşlere karşı çıkanların başındaysa Osmanlı uleması gelir. Sonuncu Osmanlı Sultanı Vahidettin döneminde, Damat Ferit Paşa’nın Bakanlar Kurulu’nda Şeyhülislam görevini üstlenmişken Anadolu’daki kurtuluş hareketine katılanlara daha sert davranılması isteği yerine gelmediği için bu görevden çekilen ve de Vahidettin’le birlikte İngilizlere sığınan Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve onun gibi niceleri, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Mısır’da Arapça olarak yazdığı “Kuran’ın Tercüme Meselesi’’ adlı betiğinde (kitabında) görüşlerini savunmuştur. Din adamlarımızın Arapça ibadet diretmesi, günümüzde bile aşılamamış Türkçenin gelişimine, Türklük bilincine son derece zararlı bir anlayıştır.
Dini kendi çıkarlarına alet eden yobazlar (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır), matbaa makinesinin ülkemize gelişine “Şeran caiz değildir.” diyerek karşı çıkmış; Türkçe yayın birikimini ve dolayısıyla aydınlanmayı geciktirmişlerdir. En sonunda 1727 yılında, din adamlarının matbaa makinesine izin verdiği Şeyhülislam fetvasında, din ve şeriat kitaplarının basılmaması koşulu konulmuştur. (A. Sayılı, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, s. 45, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994)
Abdülaziz döneminde Türk Dili’nin ateşli savunucusu olan, “sarıklı ihtilalcı’’, “baş veren inkılâpçı’’ Ali Suavi, yaşamı, düşünceleri, eylemleriyle bir Türk Volteyr’i (Voltaire’i) işlevi üstlenmiştir. Suavi meslek yaşamına bir din adamı olarak başlamış olmakla birlikte ibadetin Türkçeleştirilmesini ve namaz surelerinin Türkçeye çevrilmesini önermiştir. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)
II Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın yönlendirmeleriyle, devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemişse de Sait Paşa’nın, “Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar.’’ diyerek karşı çıkması üzerine bu isteğinden vazgeçmiştir. (İ. Ulçugür, Agah Sırrı Levent, s. 195, TDK Yayınları, 1982)
Ancak yine de “Arapça güzel dildir, resmi dil keşke Arapça kabul edilseydi. Arapçanın resmi dil olmasını ben önerdim. O zaman Sait Paşa başkatip idi; direndi. Sonra Türklük kalmaz dedi O da boş laf idi. Neden? Tersine Araplarla daha sıkı bağlanmış olurduk.” demekten de kendini alamamış; Kuran-ı Kerim’i Türkçeye çeviren hocaları mahkemeye vermekten de geri kalmamıştır. (H.S. Payzın, Tarihte Dil, Yazı, Buluş ve Toplum, s.161, Doğruluk Matbaacılık, 1992.)
Türkler Arapları “Kavm-i Necip” (Yüce toplum) ve Arapçayı da “Mübarek ve mukaddes dil” sözleriyle kutsarken 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap Dil Kurultayı, Türkçe kökenli 3.600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında “sarık” örneği Türkçe dinsel çağrışımlı sözcükler de vardır. Ancak Osmanlı kültürü çerçevesinde Arapça-Farsça dil sayrılığına (hastalığına) kapılanlar, Türkçeyi öldürüp terk edilen Osmanlıcayı hortlatmak için çaba harcamaktadırlar. (Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, 1986), (N. Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınları, 1976)
Ezanın Türkçeden Arapçaya döndürülmesi de yine bu zihniyetin ürünü olmuştur. Tam da bu nokta da Atatürk’ün şu sözlerini anımsatmak yararlı olacaktır : "Ben, Türkçe ezanla din değil dil üzerine eğilmek istiyorum. İnanıyorum ki Türk, ezanı ve Kuran'ı kendi anadiliyle okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve bilinçle kavramış olacaktır."