bilmek yeterli mi?

M

Misafir

Forum Okuru
bilmek yeterli mi?
Mücella dinimizin meşru görmediği menfaatler üzerine kurulmuş olan her türlü işin sonunda muhakkak acı bir pişmanlık vardır. Elimizde geçici olarak bulunan, bir gün mutlaka bizden alınacağını bildiğimiz bir şeye bel bağlamak ise açık bir cahilliktir. Ne kadar gayret etsek de ulaşmadığımız bir şeye sahiplik taslamak da abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Kişinin dünyasına ve ahiretine yaramayan ilim faydasız ilimdir ki, Fahr-i Alem s.a.v. bu durumdan Cenab-ı Mevlâ’ya sığınmıştır. Hakikatin itibar etmediği her bilgi faydasızdır. Dünyevî konularla alakalı ilimler de ilâhi hakikatlerle irtibatlı olmalıdır. Aksi halde dünyayı imara değil, yıkıma sürükler.

Diğer taraftan zamana ve zemine göre kazanılan, insanın ve kainatın ezeli ve ebedi hakikati ile bağlı olmayan fikirler, bilgiler yine zaman tarafından yok edilmeye mahkumdur. Ebedi kurtuluş veya azabın bahis mevzu olduğu bir hayatta, geçici, mevsimlik kimi öğretilere sarılmak, yollara sapmak ateşle kucaklaşmak gibidir. Günü kurtarmak endişesiyle takdim edilen her bilgi, fikir, öğrenilen ilim, yan tesiri öldürücü etkiye sahip ilaca benzer.

Kulu Mevlâsından habersiz, O’na karşı isyankâr hale getirmeyi amaçlayan bilgilere ilim denilmez. Adına okullar yapılmış olsa da insanın hakikatini esas almayan, göz ardı eden her bilgi pek çok sorunun kaynağıdır. İlmin aslî vazifesi insana insanlığını bildirmek, dünya ve ahireti insana yaraşır şekilde güzelleştirmektir.

İlim Cenab-ı Mevlâmız katında yüceltilmiş ve “Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) buyurulmuştur. Neleri ve nasıl bilmemiz gerektiği de en güzel biçimde tarif edilmiştir. Bilgi kişinin uhrevî saadete kavuşmasına vesile olmalı, bununla birlikte dünya hayatını da en güzel şekilde yoluna koymaya yardımcı olmalıdır.

İslâmî ilim söz konusu olduğunda, yalnızca öğrenip bilmek değil, öğrenileni de uygulamaya geçirmek esastır. Öğrendiği ilimle âmil olan kişi, insanlığın dünyasına ve ahiretine faydalı olmak, yardımcı olmak ister. İşte ancak bu düzeyde bir ilim gerçek değerini bulur.

* * *

Rabbimiz, dinini kullarına ulaştırmaları için en sevdiği insanları, yani peygamberleri vazifelendirmiş, onlar da bu uğurda her şeylerini feda ederek, murad-ı ilâhinin insanlığa ulaşmasını hayatlarının tek gayesi bilmişlerdir. Buna rağmen onlar tebliğcisi oldukları din adına kendi heva ve heveslerinden hiçbir şey söylememiş, katmamışlardır. Yaptıkları kutlu tebliğ, sadece bilgi aktarımı değil, vahyi bizzat yaşayarak insanlara örnekleyerek göstermektir.

Peygamberlerin izinden giden, ilim ve amel bakımından onların vârisleri olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. İşte ihsan mertebesine ulaşmış bu âlimler de olmasaydı, müslümanlar tamamen bir çıkmazın içine girecek ve perişan olacaklardı.

Rabbimiz, Kur’an’ın ve onun açıklayıcısı Sünnet-i Seniyye’nin, dolayısıyla dinin kendi muhafazası altında olduğunu beyan buyurmuştur. Kur’an’ı en iyi anlayan şüphesiz ki Fahr-i Âlem s.a.v. Efendimiz olmuştur. O’nu en iyi tanıyan ve anlayan da Ashab-ı Kiram’ın başta müçtehidleri olmak üzere, ilmî seviyelerine göre diğerleridir. Ashab’ı en iyi tanıyan ve anlayan da sonraki nesil olan Tabiûn alimleri ve onların talebeleridir.

Tabiûn döneminden sonra Kur’an ve Sünnet mirasını en iyi şekilde anlayanlar ve alıp aktaranlar, aynı şekilde müçtehid imamlar, kâmil mürşidler ve onların talebeleri olmuştur. Onların hepsi Kur’an’ı ve Sünnet’i öğrenme, anlama ve yaşamaya hayatlarını vakfetmişlerdir. Dünyevî ihtiras peşinde değil, Allah ve Rasulü s.a.v.’in rızası ve hoşnutluğu için aşk ve şevkle seferber olmuşlardır.

Kur’an ve Sünnet, yani kısaca İslâm dini işte bu hassasiyet üzere bize ulaşmış, bundan sonra da Rabbimiz bu mirası kıyamete dek gelecek nesillere, çağlara, yukarıda bahsettiğimiz ilim ve gönül erlerinin sadık takipçileriyle ulaştıracaktır. Yoksa üç-beş kitap okuyup, iki-üç de kendi şahsî ihtirası ve hevesine göre yazan, ilmin ahlâkından habersiz olan kişilerle değil.

* * *

Bütün dikkat ve enerjisini dünyaya teksif etmiş, ilâhi irtibatlarını koparmış ilim, sahibi için ve nihaî manada insanlık için bir felakettir. İşte nebevî ilmin mirasçıları bu felaketin önündeki set gibidirler. Öteleri onlar hatırlatır, olgunlaşmanın yolunu onlar döşerler, insanlığın vahşileşmesine onlar engel olmaya çalışır.

Diğer taraftan zamanımızın yaygın bir hastalığı olarak pek çok bilgin ve alim, makam mevki hayranı, riya, benlik, menfaat ve kuvvet karşısında eğilme gibi zaafların sahibi de olabilmektedir. Bunlar gösterişe düşkünlük, fakir düşme endişesi, çeşitli kesimlerin gazabından korkmaları, rahat bir hayat istemeleri gibi sebeplerle toplumun onlardan beklediği vazifeleri yerine getirmemektedirler.

Toplumsal krizlerin olduğu yerde hakiki çare, Kur’an’ın ve Fahr-i Âlem s.a.v.’in emir ve yasaklarına sımsıkı sarılmaktır ki, bu da ulemanın üzerine düşen vazifeyi tam olarak yerine getirmesi ile mümkündür. Ne yazık ki zamanımızda din adına konuşmaya gerçekten yetkili, vazifeli insanlar yerine genellikle yetersiz insanlar konuşmakta, ahkâm kesmektedirler. Bu ehil olmayan kişiler Cenab-ı Hakk’ın dininden söz ederken, yazarken, sanki güncel basit bir meseleyi ele alıyormuş gibi pervasız ve edebe aykırı hareket edebilmektedirler.

Din adına konuşmanın, yazmanın başından beri bir adabı ve ölçüleri vardır. Buna İslâm’dan söz eden herkesin mutlaka uyması gerekir. Ancak bu hassasiyet anlatanı da dinleyeni de kurtuluşa erdirir.

Tebliğin özü, Cenab-ı Mevlâ’nın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak insanlığa ulaştırmaktır. Rabbimizin bildirdiklerinden maksat Kur’an ve Sünnet’tir.

Kur’an ve Sünnet’i doğru dürüst bilmeyen kimsenin, bilirim edasıyla dini anlatmaya ve tarafları iknaya çalışması, kendisi ve muhtapları için tam bir kaybetme halidir. Sözüyle halleri, yaptığı çağrı ile kendi gidişatı birbirine uymayan kimseler zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazlar. Dindar görüntüsü altında yapılan hatalar kadar dine zarar veren hiçbir şey yoktur. O halde bilen bildiğini yaşamalı, bilmeyen susmalı ve kendini ortalara atmamalıdır.

İmam-ı Rabbanî k.s. Hazretleri’nin şu tespitleri sanki bugünler içindir:

“Hakikaten din işlerinde baş gösteren her zaaf, İslâm milletini üstün kılma konusunda gösterilen her kusur, daima kötü alimlerin bereketsizliği ve niyetlerinin bozukluğu sebebiyle olmaktadır. Bunun aksine eğer ilim ehli dünyaya düşkünlük göstermez ve makam, riyaset, mal ve üstünlük tutkularından selamet bulurlarsa, işte onlar ahiret alimleri ve peygamber vârisleridir. Ayrıca onlar yaratılmışların üstünleridir. Kıyamet günü mürekkepleri Allah yolunda şehit olan kimselerin kanlarıyla tartılacak olan talihliler bunlardır. ‘Alimin uykusu ibadettir’ kavli bu alimler için geçerlidir.”

Hiç şüphesiz takva mertebesi çok yüksek bir mertebedir. Takva, Allah aşkıyla dolu bir kalbin O’nun razı olmadığı her şeyden yüz çevirmesidir. Takva sahipleri Allah’ın dostlarıdır. Dini en güzel biçimde yaşarlar. Onlar dini kusursuz yaşamak için başkalarını değil, kendi nefslerini zorlarlar. Böyle müttaki alimler Mevlâ’ya güzel kullukta insanlığa örnektirler. Sözü dinlenecek, örnek alınacak alimler işte bunlardır.

Rabbimizin tevfik ve inayeti ile...
 
Geri
Üst