Bizi yaratan Rabbimizin yolu

mislinay

Yeni Üye
Üye
Bizi yaratan Rabbimizin yolu
Ne güzeldir bizi taratan Rabbimizin yolu Allah bizi onun yolunda gidenlerden eylesin inşallah...

allah21tz8-9268.jpg


ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Bize itaat uğrunda mücadele edenlere gelince; muhakkak biz onları bize gelen yollarımıza ulaştırırız. Şüphesiz ALLAH, iyilik sahipleri ile beraberdir." (Ankebut; 69)

Evliyalar, ALLAH-u Zülcelal'e itaat uğrunda hep mücadele halinde olmuşlardır. Bu Evliyanın, seçkinlerinin seçtiği yol Nakşibendi yoludur. Hakk'a varan yolların en yakını bu yoldur. Nakşibendi yolu Ehl-i Sünnet ve'l cemaat itikadı üzerinde bulunmak, bid'at ve uydurmalardan kaçınmaktır. Kötü ve çirkin huy ve alışkanlıklardan arınmak, güzel ve yüce ahlak sahibi olmaktır.

Nakşibendi yolunda temel esas; Ehl-i Sünnet akidesine (inanç) sıkı sıkıya bağlı olmak, ruhsatı bırakıp azimetli olmak,

Murakebeye devam etmek daima Hakk'a yönelik bulunmak, dünya pisliklerinden uzak kalmak, ALLAH'tan başka herşeyden

kaçınmak, huzur alışkanlığı kazanmak, ALLAH'ı zikre gizli olarak devam etmek, zikir esnasında Kerim olan ALLAH'tan bir nefes bile

gafil olmamak için nefes alışverişte kendini kontrol etmek, en büyük ahlakın sahibi olan Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve
sellem ahlakı ile ahlaklanmak gibi şeylerdir.

Bu yolda ilerleyen her kemale sahip olur. Gizli hal ve neşeli gönülle huzuru bulur. Korku, sapıtma ve tehlikelerden emin olur. Hakka kavuşmanın sevinci ile her daim huzurlu olur.

Minhacu'l-Abidin kitabında, şöyle denilmektedir:

"Nakşibendi yolu, uzunluk ve kısalığı diğer yolların ve ayakla yürünen yolların mesafelerine benzemez. Bu yol ruh ayağı ile yürüyen bir yoldur. Tefekkürlerine çok önem verilen ve iman lezzetlerini esas kabul eden bir yoldur. İlahi nurlara mazhar olan bir mürid, bu yolda daha erken ermektedir. Kimi bir saat, kimi bir hafta, kimi bir yıl, kimi ise altmış yılda erer. Bazıları da yüzyıl ağlayıp, sızlanmaktadır. Fakat kalbinde hiç bir iz olmamıştır. Samimiyet ve ihlas her işin başında gelmektedir."

Bu yolun erkanı üçtür. Az yemek, az uyumak, az konuşmak...
Az yemek az uyumaya; az uyumak az konuşmaya; az konuşmak ise, kalp zikri ile tam teveccühe yardımcı ve gıdadır.

Nakşibendi yolunun hakikati de üçtür:

Hatıraları, düşünceleri gidermeye, kalp zikrine ve murakabeye devam etmektir. Bunlar da birbirine yardımcı birer kuvvettir.
Murakabe ise, ALLAH-u Zülcelal'in kâinatın bütün zerrelerine her zaman muttali olduğunu bir an bile kalbinden çıkarmamaktır. Bu yolun sonu ise, huzura varmaktır.

O halde talep ve arzunun zuhur ettiği kalbi, büyük nimet bilmelidir. Gece ve gündüz, muhabbetin çoğalması için çalışmak lazımdır. Zira o ezeli sevgi olup, gönül aynasına aksetmekte ve parlamaktadır. Mevlâ'yı isteyen kimse, murad olunmuş velidir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"ALLAH onları sever ve onlar da ALLAH'ı severler." (Maide; 54)

Bununla kendi sevgisinin, kendine olan sevgilerin aslı olduğunu buyuruyor.

Bu Nakşibendi yoluna bel bağlayanlar ve bu arzu derdiyle zaman zaman ağlayanlar, görünüşte insanlar arasında bulunup hizmet görürler. Bâtında ancak ALLAH-u Zülcelal'i bilirler ve bulurlar. Kendilerini gizlerler, kalplerinden ise vahdet yolunu izlerler.
Bedenlerini halka, kalplerini Hakk'a teslim ederler. Bu yol ile gizlice Hakk'a doğru giderler. Dışardan yabancı, içerden aşina olurlar. Onlar bu yol ile hatıralarını yok ederler. Yaptıklarını ise hep gizli yaparlar.

Muhabbetlerinin gizliliğini halk bilemez. Kalplerinin zevkine hiç zarar gelmez. O halde onlar, şöhret afetinden uzak ve ALLAH-u Zülcelal'in Evliyasının seçkinleri olurlar.

Şah-ı Nakşibend ve bazı sadat-ı kiram şöyle demiştir:

"İtikadı düzeltip, emirleri yapıp ve yasaklardan sakındıktan sonra bu yolun neticesi, ALLAH-u Zülcelal ile daimi huzurdur. Her an O'nu bilip O'nunla olunca, O'ndan gafil olunmaz. Bu huzur, nefste meleke haline gelip, kalp de kuvvetlenince, ismi ile huzur bulur."

Sonuç olarak Tasavvuf'un aslı; Kur'an ve sünnet yolunda yürümektir. Tasavvuf üstadlarının tarif ettiği yoldan, ne olursa olsun ayrılmamaktır. Bid'atleri, boş arzuları ve nefsani istekleri terk etmektir. Hürmet gösterilmesi gereken büyük zatlara ve diğer mahlukata karşı saygı da kusur etmemektir. İşte Tasavvufun aslı ve özü budur. Kim bu yoldan saparsa, muhakkak o Hak erleri makamından düşmüş olur. Nitekim bu yolun büyükleri şöyle buyurmuşlardır:

"Bir maksada ulaşan kişi, ancak edeble ulaşmış, ulaşmayan kimse de edebe uymadığı için ulaşamamıştır."

Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramı, adab-ı ders ve adab-ı nefs olmak üzere iki şekilde terbiye etmişlerdir. ALLAH-u Zülcelal habibini bu iki adab ile adablandırmıştır.

Adab-ı ders; zahiri olarak yapılan bütün ibadetlerin ALLAH-u Zülcelal'in istediği şekilde yapılmasıdır.

Adab-ı nefs; nefsin ve ruhun kötü sıfatlardan temizlenmesi ve güzel sıfatlarla bezenmiş olmasıdır.
ALLAH-u Zülcelal'in veli kulları da bu iki adabla adablanmışlar ve kendilerine tabi olanları da bu şekilde adablandırmaktadırlar. Çünkü bu Evliya-ı kiram olan ilmiyle amel eden alimler bir silsileye dayalı olarak günümüze kadar gelmişlerdir.

Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramı sohbetleriyle birlikte feyz vererek yetiştirmiştir. İşte ilmiyle amel eden alimler de hakiki varisler olmalarından dolayı müridlerini sohbet, teveccüh ve nazarlarıyla yetiştirirler.

Bazılarının yaptığı gibi zahiri ilmi kabul edip, manevi ilmi reddetmek suretiyle Tasavvuf ehline dil uzatmak bunlara bir menfaat sağlamadığı gibi o Tasavvuf ehline de bir zarar veremez. Nitekim Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;

"Benim ümmetimden hak üzere bir cemaat olacaktır. Bir kim-senin onları hak yoldan çevirmeye çalışması onlara zarar vermez, ta ki ALLAH-u Zülcelal'in emri gelinceye kadar bu böyle devam eder." (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Bu hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem'in varisleri hak üzere ümmet-i MUHAMMED'i kıyamete kadar irşad edeceklerdir. O varisler ki hakiki ilmiyle amel eden alimlerdir.

Herhangi bir kimsenin Evliya-ı kiramı kabul edipte Tasavvuf ve Tasavvuf yolunu inkar etmesi sözkonusu olamaz. Mezhep imamları da Tasavvufu kabul etmişlerdir. Mesela Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel önceleri Tasavvuf tasvip etmediği halde, Ebu Hamza Bağdadi'yi gördükten sonra Tasavvufun hak ve de gerekli olduğunu itiraf etmiştir.

Hatta oğlu Abdullah'a:

"Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol, ALLAH-u Zülcelal'in tanınması, zühd ve güzel ahlak bunlarla beraber bulunmaktadır." diye nasihatte bulunmuştur. Çünkü bütün Evliya-ı kiram bu büyük Tasavvuf yolundan gelmişlerdir. Bu yüzden onlarla beraber olmak büyük bir ilaç olduğu gibi onlardan ayrılmakta acı bir zehirdir. Nitekim Ebu Turab şöyle demiştir:
"Kul'a, ALLAH-u Zülcelal'den yüz çevirme hali gelince, Evliya-ı kiram'a sataşmaya başlar."

İbn-i Hacer-i Mekki’nin Fetava-i Hadisiyye isimli eserinde şöyle anlatılmıştır:
"Ebu Said, ibn-i Sakka ve Seyyid Aldulkadir Geylani ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler.

Seyyid Abdulkadir Geylani o zamanlar çok gençti. Yusuf Hamedani'nin Nizamiye medresesinde vaaz ettiğini duymuşlardı. Bunlar onu ziyaret etmeye karar verdiler. İbn-i Sakka:

"Ona bir soru soracağım ki, cevabını veremeyecek!" dedi. Ebu Said: "Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?" dedi. Küçük yaşına rağmen bir edeb timsali olan Seyyid Abdulkadir Geylani de:
"ALLAH korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sadece huzurunda beklerim. Onu görmekle şereflenir, bereketlenirim." dedi.

Nihayet Yusuf Hamedani'nin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi ve İbn-i Sakka'ya dönerek:
"Yazıklar olsun sana ey İbn-i Sakka! demek bana bilemeyeceğim sual soracaksın. Senin sormak istediğin sual şudur, cevabı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor." dedi. Yusuf Hamedani, sonra Ebu Said’e dönerek:

"Ey Ebu Said! Sende bana soru soracaksın ve bakacaksın ki, ben o sualin cevabını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin sual şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riayet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek." dedi. Sonra Seyyid Abdulkadir Geylani'ye döndü:

"Ey Abdulkadir! bu edebin güzelliği ile ALLAH-u Zülcelal'i ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsi de oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve: “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki tüm Evliya'yı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş halde olduklarını görüyor gibiyim." dedi ve sonra gözden kayboldu. Ardından uzun seneler geçti. Hakikaten Abdulkadir Geylani yetişti ve zamanında bulunan bütün evliyaları baş tacı oldu.

İbn-i Sakka'ya gelince, o Yusuf Hamedani ile aralarında geçen hadiseden sonra, şer'i ilimlerle meşgul oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alaka gösterdiler. Nihayet onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hadiseyi anlatan zat şöyle demiştir:
"Bir gün onu gördüm, hastaydı. ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü."

Ebu Said de diyor ki:

"Ben Şam'a geldim. Bazı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayatım geçti. Yusuf Hamedani'nin her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi."
El-Meşrevü'r-Revi kitabının sahibi olan Cemaleddin MUHAMMED bin Ebi Bekr el-Hadrami eş-Şafii şöyle demiştir:
"Bu menkıbe, rivayet edenlerin çokluğu sevebiyle lafızları değişik olsa bile, mana yönünden tevatür halini almış bir menkıbedir. ALLAH-u Zülcelal'in evliyasını inkar etmeye cüret edenler, -Neuzubillah- İbn-i Sakka’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır."
 
Geri
Üst