Kibritçi Kız ve Kardan Adam

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Kibritçi Kız ve Kardan Adam
kızın altına bakma oyunu kadının altına bakma oyunu kibritçi kız resimleri etek altından oyunları kibritçi kızın olay örgüsü
kentin üzerine. Her biri farklı, sayısız kar tanesi, birbiri etrafında döne döne, eklene azala, yeni bir yıla hazırlanan insanların pabuç eskittiği kentin sokaklarına doğru inmekteydi. Kimi kalın parkalarına sarınmış, kimi üşümemek, belki de bir parça daha ısınmak için sevdiklerine sımsıkı sarılmış insanların olduğu, yeni başlangıçlara gebe bir geceye hazırlanan bir kent. Bu koşuşturmacanın ortasında ufak bir kız çocuğu, çıplak ayaklarıyla beyaza bulanmış ana caddede yürümekte tek başına. Kolunda bir sepet, ama yalnız değil, içinde paraya çevirdikten sonra, eve getirmesi gereken kibritler durmakta. Kibritler bir sepetin içinde, çok derinlerde. Cadde boyunca serpili, babalarının ellerine bırakmamacasına kavuşmuş çocuk elleri. Kalın kumaşlar içine sarmalanmış bir topluluk; dükkânları, tezgâhları arşınlayan kalabalıkta bir telaş, bir hız. Bir de bu gözlerde bir şeyler arayan bir kız, kibritçi kız.
Kusuru olmalı bu kalp aynası kürelerin, bakmıyorlar ki. Kar, kibritçi kızın geçtiği yerleri, ayak izlerini örtercesine, onun yaşamdaki, bu kentteki varlığını, izlerini silercesine teslim etmekte tanelerini yer çekimine. Sanki bu kış günü kar taneleri daha bir bilinçli, daha bir niyetli örtmeye bir miniğin ayak izlerini, nedense? İçi ışıl ışıl yılbaşı ağacı çakan gözlerde, tek yakımlık teselli aradı kibritçi kız.
Çıplak ayaklarıyla çıplak gözler aradı, içinde yer bulabileceği, bir parça sızabileceği. "Kibritlerim var, soğuk gecelerinizi aydınlatacak, şöminenizi tutuşturacak. Kibritlerim var, hayallerinizden daha parlak, daha sıcak." Gördüğü tüm mutluluk tablolarına uzattı kibritçi kız, başı toparlak, ateşe ırak askerlerin tavşan uykusunda beklediği kutuları. İşte sımsıkı sarılmış genç bir çift. Ne de mutlular, gelinlik rengi sokağa gülücükler sere serpe geçerken. Duymadılar, görmediler bile kendisini, nasıl görebilirler ki, gözleri gözlerine kenetlenmiş, kalpleri bir olup erimişken. Yanından kayıp gittiler; arkasını döndü kibritçi kız gülümseyerek, bir süre baktı arkalarından. Mutlu bir hayalin alelacele tıkıştırabileceği kadar uzun bir süre. Gözleri düşüncelerinden sıyrılıp da yeniden sokağa açıldığında, lapa lapa yağan kar şiddetini iyiden iyiye arttırmış, sokaklar tenhalaşmıştı. Kristaller arasından evlerine doğru ilerleyen insanlar adımlarını hızlandırmış, yeni yılın doğum kıpırtıları artmıştı. O an kentin üzerinden bakılsa, kuş bakışı, sabah yuvalarını terk etmiş üstü beyaz pudralı karıncaların, ışıklı mekânlarına, yanlarında kırıntılarla dönmekte olduğu görülebilirdi. Aşağıda ise, artık yorulmuştu kibritçi kızın bedeni yürümekten, ayakları uyuşmuş, kızarmıştı tabanları. Bir zaman sonra, bir sokak arasında, bir sokak lambasının hemen altında kuytu bir köşe buldu, serdi umudunu, oturdu üzerine. Sıcak tutmak için kalbini, karnına çekti dizlerini. Minik ayaklarını acı soğuktan korumak istercesine, ayak bileklerine doğru çekiştirdi eteğini, yanı başına yerleştirdi sepetini, ki henüz içinden bir tane bile eksilmemişti. Bütün gün dolaşmış, tek bir kutu kibrit bile satamamış, eve götürecek tek bir kuruş kazanamamıştı.
"Bu sepet bitmeden eve adımını dahi atma!" diye yankılandı içinde, babasının arkasından savurduğu sevgi sözcükleri.
Oysa bırakın kentin öbür ucundaki eve gitmeyi, iki adım öteye yürüyecek hali bile kalmamıştı kibritçi kızın. Karın üzerindeki ayaklarını ovuşturdu, soğuktan hissetmez olmuş eldivensiz parmaklarıyla. Eldivensiz! Büyükannesinin ördüğü eldivenleri hatırladı birden, yeniden. Ve babasının nasılda bir gün onları kaptığı gibi sokağa fırladığını ve bir şişe votkayla çıka geldiğini. Üzeri dünya dünya, desen desen siyah kar taneleriyle işlenmiş beyaz eldivenlerini. Ellerini sıcak tutan yün müydü, yoksa bir gece ansızın giden büyükannesinin sıcaklığı mı? Bunu asla bilemedi, tek bildiği, onlar ellerini sararken kendini güvende hissettiğiydi. Kim bilir şimdi hangi çocuğun ellerini, bedenini, çocukluğunu koruyorlardı. Tanır mıydı o çocuğu bir bakışta, peki ya görse eldivenlerini yabancı parmakları sarmışken, "Onlar benim, büyükannem ördü benim için, geceler boyu kıstı gözlerini ve işledi her bir kar tanesini," diyebilir miydi? Sevgi... satılır mıydı?
Kibritçi kızın başının üzerindeki sokak lambası yavaş yavaş ışığını yitiriyor ve karanlıkta yitip gitmeme çabası veriyordu gölgeler. Zor da uzansa eli, bir kibrit yaktı kibritçi kız, bir parça da olsa ısıtmak için titreyen bedenini; ve sonra bir diğerini, bir diğerini... Işık ışığı kovaladı, hayaller hayalleri. Rüzgârın esiri, belki de bu görünmez soluğun özgürleştirdiği kar taneleri, çok yükseklerden saydam virajları alarak geliyor, seyahatin sonuna yaklaşırken son bir nefesle bir anda sağa sola kaçışıp, hızlanıp yavaşlayıp, artık kimselerin geçmez olduğu sokağın tüm yaşanmışlık izlerini örtmek istercesine yeryüzüne çarpıyorlardı. Öyle ki bazı anlar sokağı delecek gibi oluyor, yeryüzü olmasa usanmadan bir bu kadar yolu daha kat edecekmiş gibi şahlanıyor, lakin yere çarparak artık kibritçi kızı da yutmaya başlayan beyaz battaniyenin bir parçası oluveriyorlardı. Her biri farklı makaslarla bulutlardan kırpılan beyaz kristaller düşmekteydi, şu an yılbaşı sofralarının etrafında kenetlenmiş kentin üzerine. Acıkmıştı kibritçi kız da, dört bir yandan burnuna çalınan hindi kokuları bir yanda, renk renk açmış yılbaşı armağanlarının yamacına kurulu masalarda oturan neşeli, mutlu yüzlerin, birbirlerini gülücüklerle ağırlayan bakışlarının ağırlığı diğer yanda. Neden kimse kibrit almamıştı, şömineleri hiç sönmeyecek miydi, dalmayacak mıydı tekrar yanmaya gebe soğumalara? Feda edemeyecek kadar merhametli miydiler yoksa, kutuda uykuya dalmış, her an bir fiskenin minik basıncıyla yataklarından kaldırılmaya hazır, düzgün kesimli kıymıkları, yakmak için gölgelere can veren, gecelere ışık olan gaz lambaları ve eridikçe var olan mumlarını? Yoksa sevginin yeterincesine sahip bu şanslı insanların tek bir kibrit çöpüne dahi ihtiyaçları yok muydu? Başka neden bakmamalık etselerdi ki yüzüne? O an bir kez daha daldırdı elini kibritçi kız sepetin içine, buzları bir nebze çözülmüş parmakları yeni bir kutunun peşinde, gözleri bir önceki kibritin yitip gitmekte olan ferinde.
"Mutlu insanlar mutsuzları görmüyor mu yoksa?" diye geçirdi içinden, bir çocuğu daha alırken dolu olan son kibrit beşiğinden. Tek bir damla yaş süzüldü, ıslak alevlerde kar tanelerinin dans ettiği gözlerinden, dansın sona erdiği sokağın kar beyaz tenine doğru. Umudu geride bırakmıştı kibritçi kız, işte son kibrit kutusu da tüketmekteydi kendini, parlak ölüm, yalan ısınmalarla. Bakışları az önce yiten parıltının merkezine asılı, kutunun içinde gezindi bir süre işaret parmağı. "Ve sen, sen," dedi, "istediğim sensin," sanki başka seçeneği varmış gibi. Kalan son kibriti de aldı ve doğurdu soğuğun gözlerinin içine, ömrünce mücadele etsin diye. Başını ayaklarına doğru secde ede ede, eğerken bedenini bir çembere, bir ağacın sezaryenli son çocuğu da boyandı siyah ve kıvrık tüketilmişliğe. Yaktığı son kibritin ışığı da söndü. Elini eteğinde biriken kar tanelerine daldırdı kibritçi kız, avucunu doldurdu ve sıktı soğuğun her zerresini hissetmek istercesine. Bir oyun, bir uğraş gerekliydi kimselerin geçmez olduğu bu sokakta ısınmak için. Biraz hareket, donmamak için. Kibritçi kız bu düşünceler içindeyken, kendine bir uğraş, bir oyun arkadaşı ararken, eteğindeki karları giderek kabaran beyaz tarlaya eke eke doğruldu ve bir kardan adam yapmaya koyuldu, akrep ve yelkovan gecenin kuzeyinde kavuşmak üzereyken.
Soğuk çivilerin deldiği ellerden çıkma üst üste binmiş iki beyaz küre. Hepsi bu. Ne bir ağız kendiyle konuşacak, ne bir çift göz son çırpınışlarını görecek. İki tombul beyaz kürenin yanı başında, soğuk kemiklerini de sarmaya başlayınca, uyku geldi kibritçi kızın bedenine, tüm ağırlığıyla. Sıcak, tatlı, bir o kadar da hükmedici göz kapaklarına. Uykuya bıraktı kendini kibritçi kız, başı kardan adamın olmayan ayak ucunda.
Şu an taze yeni yılın değişimlerini delici bir ısrarla sevdiklerinin bin bir filtreli kürelerinde arayan tüm gözler, pencereden bakma ihtiyacı hissettiler. İçinde bir anda bu sızıyı hisseden tüm kent sakinleri önce gözlerini ayırdı, hediyelerin aydınlattığı ve ısıttığı, şöminelerin gürül gürül ağladığı odalardan. O odalar ki içindeydiler uzun süredir, o odalar ki dışına çıktığında bir başına, çıplak bedeninde dikenler hissettiğin. Geride bıraktığı odanın misafirlerine bir süre baktı bazı gözler, giderek uzaklaşan gözlerle baktı bazıları. Bazıları uzun uzun baktı, sanki mutlak bir ayrılığın son anlarıydı. Kimi ise hiç tereddüt etmedi pencereye yönelmekten. Varlar mı, yoklar mı şimdi geride, gerilerde kalanlar için. İçlerinden bu ani pencere sevdasının nedenlerini bilenler de vardı, ki onlar zaten pencerenin önünde ısınmaktaydılar. Kentin bu özelliği taşıyan tüm organik pencereleri penceredeydi gecenin tam o saatinde, mıhlamak istercesine tüm akrepliklerini bu yaşamın ve tüm yelkovan kuşu özgürlüklerini. Bütün zehrine bu hayatın ve bütün panzehirine… Biz kovulduktan, gerçek olan elimizden alındıktan, kısacası düştükten sonra bizlere verilenlere, kanadıkça sürün denilen tüm merhemlere 'hayır' dercesine, pencereye gitti ayaklar, gecenin tam da bu saatinde, nedense?
Pencerelerin ötesinde, kapatmıştı gözkapaklarını kibritçi kız; sönmek üzere olan solgun sokak lambasının hemen altında, kardan adamın olmayan ayak ucunda. Ve ak ucunda sokağın, bir karaltı belirdi o anda, beyaz diken topuzlarının savrulduğu sokağın bir ucunda. Ve işte bu öbür ucundan gelmekte birisi, tüm bedeni siyah kumaşlar içinde. Uzun yoldan geliyor belli, yoksa taşıdığı çuval mı büken belini? Ağır ağır yaklaştı ve kesildi kibritçi kızın yanından geçerken adımları. İndirdi çuvalını yere, attı elini içine, iki parça kömür ve bir çift eldiven bıraktı kibritçi kızın önüne, rüyasının içine. Eğildi umudun bir süre konakladığı, ve ardından son sıcaklığını da şu an yanı başında büzülmüş halde yatan bedende soğumaya bıraktığı boş sepete doğru. Aldı sepeti eline, uyuyan kıza baktı bir süre ve tekrar yürümeye koyuldu beyaz yolda; ve sonra siyah, uçuşan beyazlığa karıştı, gözden yitip gitti ardından, gerisinde kar tanelerinin dolduracağı hiçbir iz bırakmadan.
Rüyasına uyandı kibritçi kız, burada da kar yağmaktaydı, ama üşümüyordu artık bu uçsuz bucaksız beyaz okyanusta. Ne evler vardı, ne sokak lambası, ne de sokaklar. Sadece kendisi, yanı başında duran kardan adamı ve bir de önünde uzanan sisli bir göl. Ne güzel yağıyordu kar, ne de ışıltılıydı her bir tanesi, ne de parıltılıydı bu dans. Ayağa kalktı kibritçi kız, göğe çevirdi başını, sanki kocaman sözcükler çıkacakmış gibi çatlak dudaklarını araladı. Ardından iki yana açarak kollarını, dönmeye başladı kendi etrafında; dilinde kar tanelerinin giderek bedenine karışan tadı. O an eteğinin üzerinden bir şeyler saçıldı karların üzerine, iki parlak kömür parçası ve bir çift eldiven düşüverdi yere. Eğildi ve gülümsedi kibritçi kız, görünce önünde yatanları. Üzeri desen desen, dünya dünya siyah kar taneleriyle işlenmiş beyaz eldivenlere, büyükannesinin kendisi için ördüğü ve bir daha asla dokunamayacağını sandığı kayıp ikizlere uzattı ellerini ve giydi. Giydi ve gülümsedi. Gülümsedi ve ağladı. Yaşlar süzüldü gözlerinden, iki kara kömür parçasının üzerine; avucuna aldı onları, okşadı, yanaklarında gezdirdi bir süre ve kokladı onları. Sonra tekrar ayağa kaktı, kardan adama yaklaştı. Kararmış elleriyle yüzünü sevdi, kocaman alnını okşadı uzunca, sonra gözlerini verdi ona, ki yıkanmıştı her biri kendi gözyaşlarıyla. Kardan adam açtığında onları, kestane rengi uzun örgü saçlı bir kız buldu karşısında. Kömür karasına bulanmış ışıltılı yüzünü gördü her şeyden önce. Öyle güzel, öyle eşsiz, öyle her tanesinin düşüyle var olan. Gözleri gözlerine değdi. Bedenini yoğuran küçük parmaklara baktı, gözleri gözlerine değdi, gözleri gözlerinde eridi. Cevap veremedi bir ağzı olmayan kardan adam. “Canım” diyemedi, öpemedi onu. Nasıl koklardı onu burnu olmadan, nasıl çekerdi içine onun kokusunu, nasıl dokunabilirdi saçlarına, süpürge tutacak bir eli bile yokken? Ama gözler gözlere değdi, gözler gözlerde eridi. Bakıştılar.
Kibritçi kız engin okyanuslar, ırmaklar, nehirler gördü o parlak, nemli siyah gözlerde, güneşin gücüyle göğe karışıp bulut olan ve yağan yer yüzüne soğuk soğuk; eşsiz beyaz kristallerle yazılı bir şeyler okudu kardan adamın gözlerinde, şöyle bir şeyler, “Su, isterse kutuplardaki dev buzların içine girerek orada yüzyıl kalsın, günün birinde yine buharlaşacaktır. Su er geç bulutlara dönecek, yeni baştan başlayacaktır seyahatine.” O an ışıltılı bir mozaiğe dönüştü hava ve pırıl pırıldı kar tanelerinin altına serili göl. Güneş vardı ışıl ışıl ve kar yağıyordu ince ince. Işık bu kez gökkuşağı altıgenlerde can buluyordu yağmur yerine. Yedi rengin her tonuna bulanmış altıgenler; gökyüzü morun en canlısını, sarının hasat zamanını, kırmızının duru kan kokusunu yayıyordu, altında bakışan iki güzelliğin üzerine. Kardan adam bir şiir okudu o buğulu sayfalardan, siyah küreleri kibritçi kızın gözlerindeyken:


Çemberin dışındaki iki sevgili,
Dik açıyla birleşti.
Ve yağmuru düşleyen bir bardak,
Güneşsiz bir ilkokul resmini besledi.


İrkildi kardan adam, kıpırtısız bedeni içinde kristal kristal sallandı, ketum depremler oldu, her tanesi yer değiştirdi sanki. Sıkıştırılmış kar tanelerinden oluşan bedeni, tekrar yağar oldu sanki, fırtınalar kopararak içinde, savurarak anaforlarla hücrelerini. Yaşlar süzüldü kara gözlerinden ve ilerledi yaka yaka. Kar beyaz bedenini iz iz, yol yol eritti. Su yakıcı mıydı? Suyu bilmem ama, gözyaşı alev alevdi şu an kardan adamın etinde. Kibritçi kız bir dilek gördü, suyun kanattığı bu ıslak gözlerde, tek bir dilek. Masal bu ya, yüzmek istiyordu kardan adam. İşte önlerinde uzanıyordu uçsuz ve bucaksız göl. Durgun su birikintisi. Durgun? Su durur, su uyur muydu hiç?
Olmasa da kulaç atacak kolları, bir ördek gibi suyu itecek ayakları, yüzmek istiyordu işte delicesine, çünkü son arzusuydu bu. Kibritçi kız elini omzuna attı kardan adamın, oysa ne çok isterdi olmayan elini tutmayı, soğuğun hayat verdiği parmakların sıcaklığını hissetmeyi. İkisi yürümeye başladılar göle doğru, ama yerde değildi kardan adamın bedeni, yoktur ki bir masalda her şeyin bir nedeni. Kıyısına geldiler gölün ve son kez bakıştılar . Sarıldı kibritçi kız oyun arkadaşının bedenine ve uzun bir seyahat gördü onun kömür gözlerinde. Kardan adam ise altın sarısı bir günebakan gördü yaratıcının gözlerinde. Bir kez daha sarıldı kibritçi kız kardan adama; öptü onu, kokladı. Ve bırakıverdi kardan güzellik kendini, üzerine kardan kristaller ekilen suların içine. Özü özüne karışırken gölün, bir taş iniyordu dibe kıpkırmızı, sımsıcak. Sıcacık, kırmızı, somut altıgen bir taş. Gölün yatağına dokundu usulca, bir kızıl kristal.
Kibritçi kızın tül tül olan yüreği, gölün ışıltılar doğuran yüzeyine baktı uzun süre. Mutlu bir hayali dilediğinizce sığdırabileceğiniz, uzunca bir süre. Gülümsüyordu dudakları, ışıl ışıldı gözleri; çok sevdiğimiz, döneceğinden emin olduğumuz birini, bir tas suyla uğurlarken olduğu gibi. Gözleri göle dalmışken kardan adamın ardından, bir el hissetti omzunda kibritçi kız; sıcak, tanıdık, maharetli bir el. Kopardı gözlerini gölden ve döndü arkasını. Siyahlara bürünmüş, elinde bir sepeti, tanıdık bir örülmüşlüğü tutan birisini buldu karşısında. Kapkara elbisesinin başlığı örtüyordu yüzünü; ama ürkmedi, yadırgamadı kibritçi kız. Korku yoksa, neden yadırgayalım ki aç olduğumuz özlemi? Ve başlığını ak saçlarının gerisine attı kadın! Siyah bu kadar siyah, beyaz bu kadar beyaz olabilirdi. Yıldızsız gece rengi kumaşın altında nur yüzlü ihtiyar bir kadın durmaktaydı; büyükanne durmaktaydı. Sarıldılar hemen, yitirilen bunca zamanın ardından, koklaştılar. Saçlarını okşadı büyükanne kibritçi kızın, yanaklarını sevdi, öpücükler kondurdu onlara ve alnına, uzun uzun. Konuşmadılar, belki de konuşamadılar, sözlere ne gerek vardı, alfabe en kanlı duygu katli ordusuydu. Büyükanne son kez öptü onu yanaklarından, alnından ve yüreğinden; son bir kez kokladı saçlarını, bir adım geriye çıktı, gözleri gözlerinde ışıldadı. Sonra birden kuş olup uçuverdi. Kibritçi kız beyaz kristallerin arasından göğe yükselen alacalı kuşu izledi, izledi, izledi... taa ki beyazların içinde gözden kaybolana kadar. Sonra bir tüy düştü ellerine gökyüzünden, büyükanneden yadigâr, yanağına tuttu onu kibritçi kız, öptü, kokladı, yumuşacıktı.
Ardından bir ışık fark etti gölün ufkuna doğru, bir deniz feneri, bırakmaktaydı son nefesini. Ve sonra, gölün kıyısında, yüzünü güneşe döndü kibritçi kız, bir süre göz kapakları kapalı, hissetti hayat veren yıldızın tüm sıcaklığını. Ve dans etmeye başladı kendi etrafında döne döne; her biri nihai soluğunu onun sıcak bedeninde verirken, bembeyaz tanelerin arasında, benzersiz figürler, neşeli kahkahalarla dans etti. Dans etti ve yığıldı bir süre sonra dizlerinin üzerine; elleri göğe açık. Avucunun içindeki siyah örgü kar taneleri, bembeyaz eşleriyle buluşuyordu o an. Eldiveninin içine işlenmiş eşsiz kar kristallerinden her birinin üzerine, tıpatıp aynıları düştü billur ağlayan gökten. Ve gerçek, sevgiyle işlenmiş yapaylığın üzerinde eridi.
Ve bitti, gecenin ayazında akkoru besleyen besin... Ve söndü, kibritçi kızın sığındığı kuytuyu aydınlatan sokak lambası. Sabah buldular bedenini, üzeri karlarla örtülü; büzülmüş, soğuktan korunmak için dizleri karnında, elleri dudaklarında. Ama yüzünde, al al bir gülümseme. Yanında ne bir kardan adam buldular, ne iki kömür parçası, ne de bir çift eldiven. Sadece önüne saçılmış, minik parmakların elverdiği sona kadar yanmış siyah kibrit çöpleri ve bomboş minik meşale beşikleri. "Soğuktan donmuş," dediler, ölü bedenin çevresine toplanan kalabalıktan geldi bu sözler. "Isınmak istemiş," dedi, soğuk tarlaya ekili tükenmiş manzarayı görünce bazıları. "Isınmak istemiş, sadece biraz ısınmak."
Bir çöpçü, ki her halinden belliydi, elindeydi süpürgesi ve paspaldı kıyafeti; yavaşça sıyrıldı kalabalığın içinden, eğildi ve kucakladı kibritçi kızın bedenini yerden. Tanırdı tüketilmişliğin somut delillerini ortadan süpüren adam kibritçi kızı, aynı sokakları arşınlamışlar, aynı yüreği paylaşmışlardı. Kentin dışındaki kimsesizler mezarlığına kadar kollarında taşıdı ölü bedenini, babasına haber verme ihtiyacını hissetmedi, zaten ne değişecekti ki? Sade bir tabut yaptı ona, kavak ağacından sindirimi kolay bir yatak içinde, kanayan yüreğinin bin türlü halini ve kibritçi kızı yolcu etti. Kavak ağacından sade bir tabut, son bir hediye, bedeni çabucak karışabilsin toprağa ve yağmurla beslenebilsin diye. Gömdü sonra onu toprağa, kısa da olsa sığdırabilmek mümkünse bir ömrü bir kutuya. Yanmamış kibritler dikti ardından, yanmamış, umut dolu kibritler (ki bakir kibritler çok çabuk anlaşılırlar, zira en ufak bir sürtünmede alev alır ateşe susamış boyunlar), minik tümülüsün üzerine, buyur edercesine melekleri, çok yıllı bir doğum günü pastası ziyafetine.
Soğuktu ve kar yağmaktaydı kentin ve göl kıyısındaki kimsesizler mezarlığının üzerine. Çünkü su ister kutuplardaki dev buzulların içine girerek orada yüzyıl kalsın, ister yaratıcısına geri dönmek, onu kendi ölümüyle beslemek ve böylece tekrar var olmak isteyen bir kardan adam olsun, günün birinde yeniden buharlaşacaktı. Su er geç bulut olacak, yeni baştan başlayacaktı seyahatine. Soğuktu ve kar yağmaktaydı. Her biri farklı, sayısız beyaz kristal tanesi, birbiri etrafında döne döne, eklene azala, kibritçi kızın mezarına serpilmekteydi şimdi. Kimselerin uğramadığı kimsesizler mezarlığının kimsesiz yüzü bembeyazdı; ama nedense, altında kibritçi kızın yattığı tümsekten, toprak gülümsüyordu. Bembeyaz örtünün hâkim olduğu alanda, bu yeni yamaya düşen her kar tanesi hemen eriyor, soğuk varlığını teslim ediyordu mezara. Kim bilir, belki de sıcacıktı burası; ölen iyi kalpler bir anda soğur muydu?
Neden sonra, bir çiçek belirdi, bu sıra dışı toprak parçasını izleyen çöpçünün nemli gözlerinde, toprağı deler delmez de güneşi arar oldu yüzü. Çöpçü, elindeki şarap şişesinden gül rengi bir yudum aldı, gülümsedi, ve insanların kirini pasını almak üzere karlı kentin karlı yolunu tuttu. Bedenine şarap, beyaz yollara gözyaşlarından izler kata kata, yürüdü...
 
Geri
Üst