Papatya Falı

M

Misafir

Forum Okuru
Papatya Falı
Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
Bir yanlışı düzeltircesine açmış;
Gelmiş tâ ağzımın kenarında
Konuşur durur.
Cemal Süreya

Bugün martın üçü... Bir cuma günü... Nisanın kapısını çalan mart yağmurları, çok kısa bir süre sonra ovaları basacak papatyaların çılgın sarı beyazları için yukarıdan kopup geliyor. Cumadan önce pencereleri hırçınlıkla döven yağmur şimdi dindi! Yağmur sonrasının kokusu duyulmasa da, havada, bahara yakınlaşmanın yumuşaksılığı hissediliyor. Pencereden görüldüğü kadarıyla Kadifekale (Ne hoş bir isim: kadife kale. Sahi kadifeden kale olur mu?) şimdi sisin içinde. Sisin içinde görünürlüğünü yitiren kentin bir sâkini olarak, bu satırların yazarı da kayıplarda; çok şey, evet çok şeyin orta yerinde zorlukla yol bulup bu yazıyı yazabiliyor.

Yağmur bilinmedik ovalarda başını çıkaran börtü-böceğin üzerine düşerken yazıyorum. Papatya falındaki naif heyecan içindeyim şimdi. Her cümle ile birlikte hafiflik biraz daha sarıyor beni. Beyaz sayfada kayan kalemimin ardına düşüyor, kara kışın zemherilerinden nisanın ılıklığına yaklaşıyorum. Her kelime düşen bir yağmur damlası oluyor; yan yana saf saf diziliyor, yumuşayan toprağın içinden patlayan ve çiçeğe duran binbir tomurcuğun sevinciyle çığırıyorlar. Durup dinliyor, sonra ufka doğru kalemimin yedeğinde yürümeye devam ediyorum.

Çok uzak bir yerden, elektronik posta adresime notlar bırakan Serdar'a bunu anlatamıyorum. Es-kazara baktığım bu adreste, 'Ne biçim adamsınız? Kaç gündür size yazıyorum; niye cevap yazmıyorsunuz?' serzenişiyle karşılaşıyorum. Parmaklarım bir türlü tuşlarla ünsiyet kurmadı!... Serdar, daktilo edinmeyi bile bir yabancılaşma ve kaleme ihanet gören; geliştirdiği akıl almaz rahata rağmen teknolojiye mesafeli durmayı tercih eden birine yazdığını biliyor ama, gel gör ki, serzenişlerinden vazgeçmiyor.

Ya Haydar?!... Anlatayım: Geçenlerde anlaştığımız üzere, belirlenen saat ve yerdeyim; gelecek, bilmediğim bir adrese birlikte gideceğiz. Akşam saatleri... Hava biraz soğuk... Zaman geçiyor, ama Haydar hâlâ yok! On dakika; yirmi, otuz, kırk beş, bir saat... Önünde durduğum dükkan sahiplerini şüphelendirmeye başlıyorum, ancak Haydar yine yok! Cep telefonu var ama, numarasını bilmiyorum. Tedirginlik içinde soğuk soğuk kızıyorum. Sonra sabrım tükeniyor; gelen ilk otobüse atlayıp oradan ayrılıyorum. Bir gün sonra... Haydar, 'niye gelmediniz' demez mi?! Hani açtı ağzını, yumdu gözünü derler ya.. işte öyle bir şey yapmamak için kendimi zor tuttum. Haydar araya girdi: 'durun hele, durun; ben size 'Nokta'da buluşalım demiştim, siz ise gitmiş 'Üçyol'da beklemişsiniz! Görüyorsunuz değil mi; bu teknoloji karşıtlığınız olmasaydı.. bir cep telefonu edinseydiniz.. ne siz ne de ben boşuna beklerdik.' Biraz sakinleşmiştim, ama yine de, teknoloji karşıtlığıma lâf söyletmek istemiyordum. 'Boşuna beklemedik ki!' dedim. 'Haklısın, cep telefonum olsaydı, on dakika sonra aranırdım. Yalnışlık düzeltilir; o çok insanî olan tedirginlik, kızgınlık ve hayıflanma hâlini yaşamazdık. O zaman, ne ben size ne de siz bana kızar, şimdi de; yanlış bir anlamadan sonra yüzümüzde yayılan bu hoş tebessüm olmazdı. Farkında değil misiniz, teknoloji insanî olan her şeyi törpülüyor; bizi makinenin tekdüze, yalınkat, soğuk ve heyecansız dizgesine sokuyor.'

Arkadaşlarıma anlatamadığım o kadar çok şey var ki!... Okumayacakları, okusalar da yabancı kalacakları o çok şeyi yazıların (mektupların) satır aralarına bırakıp size gönderiyorum. Mektup yazmak, beklemek ve almak, hâlâ kışkırtıcı ve hoş! Rahatsız ettiğim korkusu içinde yazıyor olsam da, yine de rahat ediyorum sonunda. Acılarımı anlatsam biliyorum ki üzüleceksiniz! Ve siz, üzüleceğimi bile bile yazıyorsunuz! Herşeye rağmen yazıyoruz; çünkü bizi kovalayan barbarlar aynı! Kaçıyor ve bir sığınakta buluşuyoruz! Kalabalıkla aynı dili konuşmadığımız için; anlatsak bile anlamayacakları bir havzada yalnız yaşadığımız için.. hüzünlerimizi takas ediyoruz.
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret
Bilmezler.

Yer yer hüzünlensek ve böyle Orhan Veli'ce şiirler yazsak da, yine de, acılarımıza sarılarak ayağa kalkmayı biliyoruz.

...

Bugün martın üçü... Akşam güneşi yağmurlu bir günün birikintilerine vururken, oturduğum çay ocağının radyosundan türküler dinliyorum. 'Dağlarına bahar gelmiş memleketimin' diyor ozan. Bir saatten fazladır devam eden bu türkü ziyafetini bırakamıyorum. Farkedenlere ithaf edilen Yol Türküleri'nde, türkülere dair anlatılan o hoşluk duygusu tutuyor beni. Galiba güzele müşteri olmak için onu önce farketmek gerekiyor. Ahmet Turan Alkan'ın, Yol Türküleri'nin ithafında gönderme yaptığı meselde olduğu gibi... 'Yûsuf köle pazarında mezada çıkarıldığında alıcılar arasında sıraya giren bir acûzeye sordular: 'Ey acûze, sepetinde birkaç tutam paçavradan başka bir şey yok iken hangi cüretle Yûsuf gibi bir güzele müşteri olabiliyorsun?' O da dedi ki, 'Biliyorum ama bilinsin ki, ben de Yûsuf güzelliğini farketmiş olanlardan biriyim.'

Bir patolojiden değil, ozana 'şu yalancı dünyaya geldim gidiyorum / sana özge bir can bulamadım' dedirten, yakıcı ve kadîm duyarlılıktan bahsediyorum. Gurbet elde yaşayan ve dergiye gönderdiği en son yazı ve şiirinde, 'ölümün öteki yüzü'ne dikkat çeken gönül insanının dizelerinde beliriveren farkedişten...:
Yolculuk son bulmak üzere, ufuk göründü,
Sapsarı neyi varsa o yemyeşil baharın.
Ruh uçup gitmeye âmâde bir yaprak gibi,
Son noktayı koyacak kaleme kalmış karar.

Hayattaki ölümün, ölümdeki hayatın güzelliğini farketmek ve ona müşteri olmak... Şair farkeden bir müşteri!... Ya biz zamâne çocukları?!... Hangi zamanın içinde neyin müşterisiyiz?

Modern zamanlar, içinde ölümü taşısa bile, sanki ölüm yokmuş gibi bir sanı veriyor insana. Sanki ölüm yokmuş gibi yaşamayı salık veriyor ancak, yedeğinde; olmadık yer ve zamanlarda görünüveren ölümün vurgulu acılı yüzünü örtecek bir şal taşımıyor. 'Cami avlusundaki bir tabutun etrafında bekleşirken kederini, tedirginliğini ve şaşkınlığını gizleyemeyen kara gözlüklü simâlar, aslında ölüm fikrini zihninde nereye yerleştireceğini o âna kadar tespit edememiş olmanın gerginliğini aksettiriyorlar. Şehirlerimize ölüm, aslında bize ait olmayan bir unsur gibi uğruyor ve onu bir an önce şehir dışına çıkarıncaya kadar rahat edemiyoruz.' Modern zamanların içinde dünyevî hazları her şey görenler için ölüm, en hafifiyle berbat bir şeydir. Hayattaki ölümün acısına yaslanarak bakıldığında 'ölümün öteki yüzü' görünmüyor. Oysa öteki yüzde, ölümdeki hayat var; 'Dünyanın sıkıntısı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl! Yitirdiğin cennete ve ruhun asıl yurduna dön!' deniliyor. Bu hitaba kulak verenler içinse, ölüm; bir iltifat çağrısına ve aslî mekâna bir davetiyeye dönüşüyor.

...

Bugün martın dördü... Bu yazıya dün başlanmıştı.. ve hâlâ bitmedi! Yarın ise martın beşi, yani; son cemrenin toprağa düşeceği gün... Lütfen, Ahmet Rıdvan'ın yazısından aşağıya alınan uzun alıntı sebebiyle bana kızmayın! Fakiri heyecanlandıran bu metni okursanız, siz de sevineceksiniz:

'Cemre sözünden şimdi ne anlaşılıyor bilmiyorum. Fakat bizim çocukluğumuzda, ailemizde bu söz sık sık geçer, kara kışın yavaş yavaş sona ereceğine dair bir delâlet hissederdik o sözde. Küçük sobanın etrafında toparlanmış bir hâlde iken, biz çocukların dikkatini yeni mevzuya çekmek ihtiyacını duyarcasına ninem derdi ki, 'bugün cemre düştü!...'

Kuşkusuz bu sözden, o an için bir şey anlamazdık. Çeşitli yaş seviyelerine göre, kimimiz etrafına bakınır, düşen bir şey olup olmadığını araştırmaya kalkışır; kimimiz sıradan bir söz telâkki eder; kimimiz de hiçbirimizi muhatap almayarak sarfedilen bu sözlerdeki bir hikmetin peşine düşer, sorar da sorardık.

Ninem bu tür sözleri sarfederken, hakikaten hiçbirimizi muhatap almazdı. Elinde küçücük bir maşa, önündeki mangalın külünü karıştırarak içinden üç-beş ateş parçası daha çıkarmaya çalışırken, işte böyle yarı dalgın vaziyette bu tür sözler sarfederdi: -Bugün cemre düşecek, ya da cemreler geldi!...

O anda dışarıda tabiatı sarsan lodos uğultularından geçilmez olurdu. Yarım metreyi aşmış ve aylardır kalkmayan kar erimeye başlamış olurdu. Küçücük camlardan nasıl olur bilinmez, lodos, evlerin içinde de kendisini hissettirirdi. Ev içlerinde hafiften esintiler, bizim içimizde titremeler ve hepimizin yüzü mangala dönük!...

Biz çocukluğun itişip kakışmaları arasında, soğuğu daha az mı hissederdik bilmiyorum. Bu çocukluk halkasını soğuklar mı sağlardı, yoksa yaşlı ninemin sohbetleri mi temin ederdi, onu da bilmiyorum. İşte o anların birinde ninem, elindeki küçücük maşa ile mangalı karıştırıyor, kendi kendine mi, yoksa bize mi söylediği belli olmaz bir biçimde boşluğa konuşuyor: -Bugün cemre düşecek. Leyleklerin gelme zamanı!...'

Ne yazık ki ninemle aynı evde oturmuyoruz; içindeki közlerle evi ısıtan bir mangalımız da yok! Ve ne gariptir, her yılın başlarında evimize giren takvimler artık cemreye dair bir tarih vermiyorlar. Ninesiz evlerin eşyayla doluşan odalarında, çocuklar cemreyi duymadan ve bilmeden büyüyorlar. Ben bu çocukların, papatya yaprağındaki naif falı da bilmediğini düşünüyorum.

İsterseniz deneyelim!...

Elimizde bir papatya, bir bir yapraklarını kopartıyoruz:

Biliyor, bilmiyor.. biliyor, bilmiyor.. biliyor, bilmiyor.. biliyor, ...........

Ne yazık!...
 
Geri
Üst