Sevilmek İçin Altı Yol

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Misafir
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
M

Misafir

Forum Okuru
Sevilmek İçin Altı Yol
1.İnsanlarla İlgileniniz

[FONT=Verdana,arial]İnsanlarla ilgilenirseniz iki ay içinde çok dost kazanırsınız. Başkalarının sizinle ilgilenmelerini beklerseniz iki yıl içinde bir tane bile dost kazanamazsınız.

Newyork'ta bir telefon şirketi telefon konuşmalarında en çok kullanılan kelimeyi bulmak için geniş araştırmalar yapmıştı: Bu kelimenin ne olduğunu siz de tahmin etmişsinizdir:



"Ben" 500 konuşmada bu kelime 3.990 kez kullanılmıştı. Çünkü herkes "Ben" "Ben" diyordu.

Arkadaşlarınızla çektirdiğiniz bir fotoğrafa bakarken resimde önce kime bakarsınız?

Şayet siz herkesin sizinle ilgilendiğini sanıyorsanız şu soruya cevap verin:

Bu gece ölseniz cenazenize kaç kişi gelir?

Siz insanlarla ilgilenmezseniz insanlar sizinle niçin ilgilensin? Biz başkaları üzerinde iyi bir izlenim bırakarak onların bizimle ilgilenmelerini beklersek hiçbir zaman hakikî, samimi dost sahibi olamayız. Hakikî dostlar beklemekle kazanılmazlar.

Napolyon Josephine ile son buluşmalarında şu sözleri söylemişti: "Josephine! Yeryüzündeki herhangi bir insan gibi ben de şanslıydım. Fakat şu anda dünyada senden başka güveneceğim kimse yok!" Tarihçiler Napolyon'un bu kadına da güvenip güvenmediğinden şüphe etmektedirler.

Meşhur ruhiyatçı Alfred Adler: "Sizin için hayatın mânası ne olmalıdır?" isimli eserinde diyor ki: "Hayatın en acı güçlükleri ile karşılaşan ve insanlara en büyük kötülükleri yapan kişiler, arkadaşlarıyla ilgilenmeyen kişidir. İnsanların başına gelen bütün kötülükler, işte hep bu insanlardan gelir."

Bir zamanlar Newyork Üniversitesinde "Küçük hikâyeler" yazmak için bir kursa devam etmiştim. Bu dersleri Colliers veriyordu. Bir gün bize dedi ki: Bana her gün gönderilen hikayelerin birkaç fıkrasını okuduktan sonra insanları makaleyi yazan kişinin insanları sevip sevmediğini anlarım, o başkalarını sevmiyorsa başkaları da onun hikayelerini sevmeyeceği bir gerçektir.



Aynı yazar bize şu sözleri söylemiştir: "Devamlı hatırlayın ki hikaye yazmada başarılı olmak istiyorsanız, başka insanlarla ilgilenin."

Hikaye ve roman yazmak için bu kural önemli ise insanlarla olan ilişkilerde daha önemlidir.

Sihirbazlar kralı Horward Thurston sahneye çıkmadan önce onunla soyunma odasında görüşmüştüm. Bu insan kırk yıldır dünyayı dolaşıyor, yaptıklarıyla herkesi hayrete düşürüyordu. Onu izleyenlerin sayısı 60 milyonu geçmişti ve ona 2 milyon dolarlık bir servet kazandırmıştı.

Ona bu başarısının sırrını sordum. Onun öğrenim durumu hiç önemli değildi. Çünkü küçük yaşlarda evden kaçmış saman yığınları içinde yatmış, kapı kapı dilenmiş ve demiryollarına koyulan işaretlere bakarak okumayı öğrenmişti.

Bu insanın öğrenim durumu iyi olmadığına göre insanları onu izlemeye çeken sadece onun sihirbazlığı mıydı?

Asla! kendisinin bana anlattığına göre illüzyon hakkında birçok eser yazılmıştı ve kendisinin yaptıklarını bilmeyen kimse kalmamıştı. Ama kendisi, başkalarının bilmediği iki şey biliyordu. Birincisi, yaptığı işe kişiliğini katmak. Her konuşmasına, mimiklerine dikkat ediyor ve her şeyi zamanında yapıyordu. Ayrıca insanlarla ilgileniyordu. Halkın karşısına çıktığı zaman gelenleri, yaptığı her şeye inanacak bir sürü budala saymıyor, tam tersine bunların kendisini görmeye gelmelerini memnuniyetle karşılıyor, gelenlerin kendisinin para kazanmasını sağladıklarını hatırlıyor ve elinden geleni yapmaya çalışıyordu.

Devamlı halkın karşısına çıkmadan önce kendi kendine "Beni görmeye gelenleri seviyorum diye tekrarladığını bana anlatmıştı. Budalalık mı diyeceksiniz, istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Ama sizin bunları uygulayarak büyük başarılar kazanacağınızı söylüyorum.

Teodore Roosevelt'in herkes tarafından sevilmesinin sırrından birisi de budur. Roosevelt'i hizmetçiler bile severlerdi. Onun zenci hizmetçisi Amos "Theodore Roosevelt hizmetçisine kahramanlık gösteren insan" adını taşıyan bir kitap yazmış ve bu kitabında şu olayı anlatmıştır:

"Bir gün karım Cumhurbaşkanına bıldırcının nasıl bir şey olduğunu sordu. Roosevelt bıldırcını tarif etti ve bir süre sonra karıma telefon etti. Ve kulübenin penceresinde bir bıldırcın bulunduğunu, pencereden bakarsa onu göreceğini söyledi. Cumhurbaşkanı böyle şeylere devamlı dikkat ederdi. Kulübenin yanından geçerken biz dışarıda olmasak bile bir arkadaş gibi: "Ooo-oo-oo Annie!" Veya Oo-oo-oo James!" diye mutlaka seslenirdi.

Böyle bir insanın sevilmemesine imkan var mıydı?

Roosevelt, Taft'ın Cumhurbaşkanlığı zamanında Beyazsarayı ziyaret etmişti. Ama Taft da karısı da sarayda değillerdi. Roosevelt sarayın bütün hizmetçilerini isimleriyle çağırarak ayrı ayrı selamlamıştı.

Archie Butt diyor ki: Roosevelt mutfakta çalışan Alice'i gördüğü zaman ona hâlâ çavdar ekmeği yapıp yapmadığını sormuştu, Alice de ara sıra yaptığını ama yalnız hizmetçilerin bunu yediğini Cumhurbaşkanının ve hanımının bu ekmeği sevmediklerini söylemiş ve bir dilim keserek eski Cumhurbaşkanı'na ikram etmişti. Roosevelt’te "demek ki ekmeğin zevkine varamamışlar, Cumhurbaşkanını gördüğüm zaman kendisine ekmeğin lezzetinden bahsedeceğim!" demiş ve bahçıvanları selamlamaya gitmişti. Onlara önceden nasıl davranırsa öyle davranmıştı. Bu insanlar hala, Roosevelt'i hatırladıkça onun bu ziyaretinden bahsederek fısıldaşırlar ve gözlerinden yaşlar gelir. Bunlardan birisi olan Ike Hoover diyor ki: "iki yıl içinde ancak o gün mutluluk hissettim, içimizde bu mutluluk hissini yüz dolara dahi hiçbirimiz değişmezdik.

Bu kural Doktor Charles Eliot'u üniversite rektörleri içinde en büyük başarıyı kazanan kimse yapmıştı. Onun nasıl çalıştığını gösteren bir örnek anlatayım: Bir gün Crandon isimli bir öğrenci rektörün dairesine girerek öğrenci yardım sandığından 50 dolar borç almak üzere müracaat etmiş, borcu almış ve rektöre teşekkür ederek ayrılmak işlemişti.

Crandon'un anlattığına göre:

- Ayrılmak üzere olduğum sırada rektör, bana oturmamı söyledi. Oturdum. Sonra beni hayrete düşüren bir şey anlattı: "Siz galiba kendi yemeğinizi odanızda hazırlıyor ve kendi odanızda yiyorsunuz. Hiç de fena değil. Çünkü hem yemeğin en temizini yiyorsunuz, hem de kendinize yetecek kadar yemiş oluyorsunuz. Ben de öğrencilik yıllarımda böyle yapıyordum. Acaba siz hiç dana eti pişirdiniz mi? Bu yemek iyi bir dana etinden yapılırsa çok ucuz ve çok besleyici olur. Ayrıca kolay kolay da bozulmaz. Ben onu şöyle yapardım, dedikten sonra, dana etini nasıl alacağımı, ağır ateşte yavaş yavaş nasıl pişireceğimi, piştikten Sonra dilimlere ayırarak iki tabağın arasına koyduktan sonra nasıl sıkacağımı, uzun uzun anlattı.

Tecrübelerim sonucunda, insanın Amerika'da en çok aranan kişilere ilgi göstermekle dikkatlerini çekeceğini ve yardımlarını kazanacağını anlamıştım.

Yıllar önce Brokliyn'de roman yazmak konusu üzerine bir kurs yönetiyordum.Tanınmış ve son derece meşgul olan yazarların (Norris, Fannie, İda Tarbell, Albert Payson, Terhune gibi) bize tecrübelerinden bahsetmelerini istiyorduk. Onlara eserlerini beğendiğimizi ve kendilerinden faydalanmak, başarılarının sırrını öğrenmek istediğimizi anlattık. Mektuplarda 150 kadar imza bulunuyordu. Mektupta bu yazarların meşgul olduklarını kabul ettiğimizi, bir konferans hazırlamak için vakitlerinin müsait olmadığını bildiğimizi, ancak gönderdiğimiz soru listesine cevap vermelerini rica ettik. Hepsi bu davranıştan memnun oldular ve Brokliyn'e kadar gelip konferansa katıldılar.

Aynı yöntemi kullanarak Theodore Roosevelt hükümetinde maliye bakanı Leslie Shaw, Taft hükümetinde Adalet Bakanı Wickersham gibi büyük şahsiyetlerin konferanslara katılmalarını sağladım.

Halkın hangi kesiminden olursak olalım, hepimiz de bizi beğenen, değer veren kimseleri severiz.

Aşağıdaki örnek bunu kavramamıza yardım edecektir.

Birinci Dünya savaşının son bulduğu günlerdi. Wilhem bütün dünyada nefretle karşılanıyordu. Kendi vatandaşları bile onu sevmiyordu, milyonlarca insan onu linç etmek, diri diri yakmak istiyordu. Bütün bu nefret ve hakaretler içinde küçük bir çocuk. Kayzere basit ve samimi bir mektup gönderdi ve onu imparatoru olarak sevdiğini yazdı. Kayzer bu mektuptan etkilenmişti ve çocuğu davet etmişti. Çocuk annesiyle birlikte gelmiş ve Kayzer bu çocuğun annesiyle evlenmişti. Bu çocuğun "dost kazanmak" kitabını okumaya ihtiyacı yoktu. Çünkü bunu kavramıştı.

Yıllar önce, bütün dostlarımın doğum günlerini öğrenmeyi bir görev bilmiştim. Herkesin doğum tarihini öğreniyor ve bu tarihleri defterime kaydediyordum. Sonra bu tarihleri her yıl başında, masa takviminin yapraklarına tarih sırasıyla yazardım ve zamanı gelince onlara mektup veya telgraf gönderiyor ve doğum günlerini kutluyordum. Herkes beni bunları hatırlayan tek insan sayıyor.

Newyork'ta bir telefon şirketi sekreterlere "lütfen numaranızı söyler misiniz?" demek için bir kurs açmış ve bu sözün "iyi günler, size hizmet etmekten mutluyuz" manalarını ifade edecek tarzda söylenmesini sağlamak istemiştir.

New York'un büyük bankalarından birisinde çalışan Charles Walters'ten bir şirket hakkında gizli bir rapor yazması istenmişti Onun aradığını bilen bir tek kişi tanıyordu. O da büyük bir endüstri şirketinin şefi idi. Walters bu kişiyi ziyaret ettiği zaman genç bir kadın kafasını kapıdan içeriye uzatarak o gün posta pulu bulamadığını söylemiş, şef de Walters'e dönerek:

" On iki yaşında bir oğlum var. Pul meraklısı. Ben de ona pul topluyorum!" demişti.

Walters ne istediğini anlattı ve sorular sormaya başladı, konuşma kısa ve faydasızdı.

Walters durumu şu şekilde anlatıyor: "Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ama sonra kâtibin söylediklerini, şefin oniki yaşındaki oğluna pul topladığından bahsettiğini hatırladım. Bizim bankamızın dışişler şubesine hergün mektuplar geliyor ve pullar toplanıyordu.

Ertesi gün aynı daireye tekrar uğrayarak oğlu için, bir miktar pul getirdiğimi kendisine bildirdim. Beni samimiyetle karşıladı. Yüzü gülümsüyordu ve pulları gözden geçirirken alnında adeta şimşekler çakıyordu.

- Oğlum bu pulu çok beğenecek... Belki de bir hazine sayacak! diyordu.

Yarım saat kadar konuştuk ve pullardan bahsettik ve çocuğun resimlerine baktık. Daha sonra şef bir saatini bana ayırdı, istediğim bütün bilgiyi kendisine hatırlatmadan bana anlattı. Memurlarından birkaçını çağırarak onların bilgilerine müracaat ettikten sonra, bana raporlarla herşeyi anlattı.

Romalı Şair Publilius Syrus:

"Başkaları bizimle ilgilenirse biz de onlarla ilgileniriz" demiştir.

O hale başkaları tarafından sevilmek istiyorsanız ilk kural şudur: Başkalarına karşı samimi bir ilgi gösteriniz.
[/FONT]
 
Ce: Sevilmek İçin Altı Yol

2. Gülümseyiniz

[FONT=Verdana,arial]York'un Central Parkında verilen bir ziyafete katılmıştım. Misafirler arasında kendisine miras kalan bir kadın vardı ve bu kadın toplantıya katılanlar üzerinde iyi bir izlenim bırakmak istiyordu ki; incilerine, elmaslarına çok para harcadığı belliydi. Fakat yüzünü değiştirememişti. Yüzünden sevimsizlik akıyordu. Bu kadın, herkesin bildiği bir şeyi anlamamıştı: Bir kadının yüzünde taşıdığı ifade, sırtında taşıdığı giysiden daha önemlidir.

Charles Schwab gülümsemenin bir milyon dolar değerinde olduğunu söyler. O'nun sözleri apaçık göze çarpıyor. Çünkü Schwab'ın kendini sevdirmek kabiliyeti, onun en önemli başarısı olmuştur. Ve O'nun en hoşa giden özelliklerinden birisi gülümsemesi idi.

Bir gün Moris Şövalyeyi ziyaret etmiştim. Ve bu ziyaret oldukça hoşuma gitmişti. Moris asık suratlı, durgun ve umduğumdan bambaşka bir adamdı. Fakat gülümsediği zaman durumu değişti. Bulutlar arasında bir güneş doğmuş gibi oldu. Moris'in bu gülümsemesi olmasaydı, belki de babası ve kardeşleri gibi Pariste ev eşyası satan basit bir esnaf olarak kalırdı. İnsanların hareketleri, sözlerinden daha önemlidir. Ve bir gülümseme: "Ben sizi seviyorum. Beni mes'ut ediyorsunuz. Sizi görmekle bahtiyarım!" der.

Köpeklerimizin bize karşı gösterdikleri bağlılık bu yüzdendir. Onlar bizi gördükçe üzerimize atılırlar ve adetâ bize sarılmak isterler. Biz de bu yüzden onları görmekten büyük bir zevk alırız. Sırıtmayla gülümseme çok ayrı kavramlardır. Sırıtma ile gülümseme arasındaki farkı tanımayacak ve hissedemeyecek kimse yoktur. Sırıtmanın yapmacık bir hareket olduğunu hepimiz anlarız ve ondan nefret ederiz. Biz gerçek gülümsemeden, kalbi ısındıran, insanın içinden doğan ve değeri olan gülümsemeden bahsediyoruz. Newyorkta büyük bir şirketin personel müdürü işe alacağı kızlar arasında seçim yaparken, hiçbir okul bitirmemiş, fakat gülümsemeyi bilen bir kızı, asık suratlı doktora yapmış bir üniversite mezununa tercih edeceğini söylemişti.

ABD'nin en büyük lastik fabrikalarından birinin yöneticisi bana, yaptığı işten zevk almayan bir insanın başarılı olamayacağını söylemişti. Ona göre sadece çalışmak her şeye çözüm değildi. "Öyle insanlar tanırım ki, çalışarak başarıya ulaşmışlardı, fakat daha sonra enerjilerini tüketmişler, işlerini sıkıcı bulmuşlar ve sonunda başarısız olmuşlardır."

İnsanların sizi iyi karşılamalarını istiyorsanız sizin de onları iyi karşılamanız lazımdır.

Kursuma katılan işadamlarına, saat başı bir adamın yüzüne gülmelerini ve hafta sonunda neticeleri sınıfta açıklamalarını söyledim. Newyork borsasında çalışan Steinhart'dan aldığım mektubu ele alalım.

"Onsekiz yıldır, evliyim. Karımın yüzüne nadiren, gülümser, onunla çok az konuşurdum. Asık suratlı bir insan olarak tanınmıştım. Sizin önerileriniz üzerine faaliyete geçtim. Ertesi gün saçlarımı tararken aynada asık yüzümü gördüm ve kendi kendime bu asık suratlılığı terkedeceksin, gülümseyeceksin ve bunu hemen şimdi yapacaksın!" dedim.

Sabah kahvaltısı için sofraya oturduğumda eşime güler yüzle:

- Günaydın! dedim.

Bunu eşimin hayretle karşılayacağını daha önceden söylemiştiniz, halbuki eşimin tepkisi tahmininizden fazla oldu. Karım şaşkına dönmüştü, sanki şok geçiriyordu. Ben de eşime bu davranışımı devamlı tekrarlayacağımı söyledim, iki aydır bunu yapmaktayım. Bu iki ay içinde son bir yıl içinde olduğumuzdan daha mutluyuz, işe giderken asansörcü çocuğa tebessümle karışık günaydın demeyi ihmal etmiyorum. Kapıcıyı gülümseyerek selamlıyorum. Para bozdurmam gerektiğinde sarrafa tebessüm ediyorum. Borsada bu zamana kadar bir defa gülümsediğimi görmeyenlere gülümsüyorum. Ve bu insanlar tebessümüme tebessümle karşılık veriyorlar. Bana şikayette bulunmaya gelenleri tebessümle karşılıyorum ve görüyorum ki anlaşmak daha kolay oluyor.

Gülümsemenin bana maddi bakımdan kazanç sağladığının da farkına vardım. Büromda başka bir komisyoncu ile birlikte çalışıyoruz. Onun memurlarından birisi çok sevimlidir. Güleryüzden elde ettiğim sonuçları ona anlattım.

O da bana ben ilk yazıhaneye geldiğimde beni kötü bir insan olarak düşündüğünü, fakat son zamanlarda hakkımdaki düşüncelerini değiştirdiğini ve gülümsediğim zaman daha cana yakın bir insan olduğumu söyledi. Artık insanları eleştirme huyumdan da vazgeçtim. ' Başkalarının kötü yönlerini açığa çıkarmak yerine onların iyi yönleri üzerinde durmaya çalışıyorum, itiraf etmeliyim ki bütün bunlar yaşam tarzımı değiştirdi. Şimdi daha mutluyum, daha çok dostum var ve daha zenginim."

Bu mektubu yazan kişinin New York borsasında çalışan ünlü bir işadamı olduğunu hatırlatırım.

İçinizden gülümsemek gelmiyor mu? O halde yapılacak iki şey var. Kendinizi gülümsemek için zorlayın. Veya yalnızsanız şarkı söyleyin. Kendinizi mesut hissediniz bu da sizi mesut eder. Profesör William James bunu şu şekilde açıklıyor.

"Hareketlerin duyguları takip ettiği görülür. Fakat gerçekte hareket ve duygular birliktedir, irademizin denetimi altında bulunan hareketlerimiz sonucunda irademizin denetimi altında bulunmayan duygularımız ortaya çıkar.

"Bundan dolayı neşemizin kaybolduğu zaman neşeli davranmak her şeyi halledecektir."

Dünyada herkes mutlu olmak ister ve mutluluk arar. Bunun bir tek yolu vardır. O da düşüncelerimizi kontrol etmektir. Mutluluk dış etkenlere bağlı değildir, iç dünyamızla alakalıdır.

Sizi mutlu eden şey ne olduğunuz, nerede bulunduğunuz veya ne iş yaptığınıza bağlı değildir. Sizin bunlar hakkındaki düşüncelerinize bağlıdır. Hemen hemen aynı şartlarda bulunan iki insandan birisi kendini mutlu, diğeri mutsuz hisseder. Neden? Çünkü bu iki insanın düşünceleri farklıdır.

Ben New York'un Park caddesinde gördüğüm mesut insanlar kadar Çin'in öldürücü sıcağı altında çalışan hamallar arasında da o kadar mesut insana rastladım.

Shakespeare: "Hiçbir şey iyi veya kötü değildir, bir şeyi iyi veya kötü yapan düşüncedir" demişti.

Abraham Lincoln "İnsanların çoğunun mutluluğu, kendi düşüncelerine bağlıdır." der. Ben buna şahit oldum. Bir gün New York'ta (Long İsland) istasyonunun merdivenlerinden çıkıyordum, tam önümde otuz veya kırk tane özürlü çocuk bastonlara ve koltuk değneklerine dayanarak güle oynaya merdivenlerden çıkmaya çalışıyorlardı. Hatta çocuklardan bir tanesini sırtta taşıyorlardı. Bu durumu görünce hayret ettim ve bunun nedenini çocuklara nezaret edenlerden birine sordum. O da bana dedi ki:

" Bir çocuk hayatı boyunca sakat kalacağını anlayınca önce buna üzülür, fakat buna zamanla alışır; kaderine razı olur ve normal çocuklardan daha mutlu olur." dedi.

Bu çocukları şapkamı çıkararak selamladım. Onlar bana unutamayacağım bir ders vermişlerdi.

Mary Picford Douglas Fairbanks'tan boşanmaya hazırlandığı zaman yanındaydım. Herkes onun mutsuz olduğunu zannediyordu. Fakat onu son derece mutlu gördüm. Neden mi? Kendisi bunu 35 sayfalık bir kitapla açıklamıştı. Okumaktan hoşlanacağınız bir kitap.

Bugün Amerika'da başarılı sigortacılardan birisi olan Franklin Bettger, bana güler yüzlü bir kimsenin hayatta başarılı olacağını söylemişti. Kendisi bir yeri sigortalamak için gittiğinde hayatın iyi yönlerini düşünür, gülümser ve gülümseme ifadesi yüzünden silinmeden içeriye girermiş. Sigorta işinde bu şekilde başarılı olmuştu.

Gülümsemenin hiç masrafı yoktur ve insana birçok şey kazandırabilir. Bir saniyede meydana gelir ve hafızalarda uzun süre yaşayabilir.

Gülümseme parayla satın veya ödünç alınamaz. Ama öyle bir şeydir ki kullanılmazsa kimseye fayda sağlamaz. Hızla bir yere yetişmek için giderken birisi size tebessüm edemeyecek kadar yorgunsa ona tebessüm ediniz. Çünkü gülümsemeye en çok muhtaç olan kişi, başkalarına verecek tebessümü olmayan kimsedir.

O halde herkesin sizi sevmesini istiyorsanız, 2. Kural şudur:

Gülümseyin!
[/FONT]
 
Ce: Sevilmek İçin Altı Yol

3. İnsanlara İsimleri İle Hitap Edin

[FONT=Verdana,arial]1898 yılında New York'un köylerinden birisi olan JL Rockland County'de kötü bir olay olmuştu. Küçük bir çocuk ölmüştü. Komşuları cenazesine gitmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Jim Farley atını eğerlemek için dışarı çıkarmıştı. Günlerdir ahırda kalan at dışarıya çıkınca biraz oynamak istemiş ve sahibine çifte atarak Jim Farley'i öldürmüştü.

Şimdi köyde iki cenaze töreni yapmak gerekecekti. Jim Farley geride dul bir eş, üç çocuk ve birkaç yüz dolarlık borç bırakmıştı.

Çocuklarından en büyüğü olan Jim on yaşındaydı ve bir tuğla imalathanesinde çalışmaya başladı. Bu çocuk okula gitme imkanını bulamamıştı. Ama kendisini herkese sevdirme konusunda büyük bir kabiliyeti vardı. Politikaya atılan Jim herkesin ismini aklında tutarak büyük bir başarı kazandı.

Jim ortaokula kadar okuyabilmişti. Ama kırk altı yaşına geldiğinde dört kolej onu fahrî doktorluk diplomasıyla şereflendirdi. Ve Millî Demokrat Komitesine başkan seçildi, bir süre sonra da Amerikan hükümetinin Posta Genel Müdürü oldu.

Birgün Jim Farley'le görüştüm ve başarısının sırrını kendisine sordum.

"Çok çalıştım" cevabını verdi. Kendisine çok şakacısınız, dedim. Bunun üzerine başarısının sırrı sözüyle neyi kastettiğimi sordu. Cevap verdim:

"Onbin kişinin ismini biliyor ve onlara isimleriyle hitap edebiliyormuşsunuz. Bunu kastediyorum" dedim.

"Hayır yanılıyorsunuz. Ben onbin kişiye değil ellibin kişiye isimleriyle hitap edebilirim" dedi.

Bu noktaya çok dikkat ediniz? Yanlış duyduğumu zannetmeyiniz. İşte hafızası Farley'in başarısının sebebi olduğu gibi Franklin D. Roosevelt'in Birleşik Amerika Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasına da yardım etmiştir. Jim Farley, alçı taşı satıcılığı yaptığı bir kasabada tanıştığı insanların isimlerini aklında tutmak için bir sistem buldu. Başlangıçta bu çok basit bir sistemdi. Kendisi bir yeni sistemle tanıştığı insanların isimlerini, ailesinin kimlerden olduğunu öğrenir, işi ve siyasî düşüncesi hakkında bilgi edinirdi ve bunları aklına iyice yerleştirirdi. Tanıştığı bir kimseyle bir sene sonra bile tekrar karşılaştığı zaman kendisinden çocuklarının durumunu sorar, kendisini gayet iyi tanıdığını hissettirirdi.

Jim Farley daha genç yaşlarda anlamıştı ki insanlar kendi isimlerine çok önem veriyorlar ve onu dünyadaki bütün isimlerden üstün tutuyorlar.

Bir kimsenin ismini hatırlayıp onu kolayca söylerseniz emin olun ki o insana en büyük iltifatı yapmış olursunuz. Bunu daima hatırlayın, ama o insanın ismini unutmuş veya yanlış söylemişseniz büyük bir hata yapmış olursunuz. Bunu da aklınızdan çıkarmayın.

Pariste vereceğim toplantı için şehirdeki insanlara mektuplar göndermiş ve onları toplantıya davet etmiştim. Sekreterler Fransız'dı, İngilizce bilmedikleri için bazı isimleri yanlış yazmışlardı. Büyük bir bankanın müdürü isminin hatalı yazılmasından dolayı davete katılmadı ve bana sert bir mektup yazdı.

"Andre Carnegie"nin başarısının sırrı neydi?

Çelik kralı diye hatırlanan bu kişi çelik imalatını çok iyi bilmiyordu. Çelik işini kendisinden daha iyi bilen yüzlerce çalışanı vardı. Ama o insanları idare etmeyi iyi biliyordu ve kendisini zengin yapan da buydu. On yaşına gelmeden insanların kendi isimlerine ne kadar önem vermekte olduklarını anladı. Carnegie İskoçya'da henüz bir çocukken bir tavşan yakalamıştı. Tavşan yavruladı. Carnegie'nin tavşanı besleyecek bir şeyi yoktu. Komşusunun çocuklarına kim tavşanlara yiyecek bulursa o arkadaşının ismini doğan yavrulara vereceğini söyledi. Ve planı başarıyla sonuçlandı. Carnegie bunu hayatı boyunca unutmadı.

Carnegie, aradan yıllar geçtikten sonra aynı psikolojiyi kullanarak milyonlar kazandı. Carnegie ile George Pullman yataklı vagon imalatı için birbirleriyle rekabet ettikleri zaman Çelik Kralı yine tavşanların dersini hatırladı. Carnegie'nin şirketi ile Pullman'ın şirketi rekabet ederken bu şirketlerden birisi Union Pacific Demiryolları idaresindeki yataklı vagon siparişini almak istiyor, fiyatları düşürmek suretiyle birbirleriyle yarışıyorlardı.

İki rakip şirket müdürü Union Pacific'in yöneticileriyle görüşmek üzere New York'a gelmişlerdi.

Bir akşam Carnegie ile Pullman St. Nicholas Otelinin önünde karşılaştılar. Carnegie "İyi akşamlar Bay Pullman, zannedersem ikimiz de delilik ediyoruz." dedi.

Pullman:

- Ne demek istiyorsunuz? diye sordu.

Bu soru karşısında Carnegie fikirlerini anlattı. Birlikte hareket etmeleri ikisinin de menfaatine olacaktı. Pullman dikkatle dinliyordu. Fakat ikna olmuşa benzemiyordu. Sonunda Pullman şu soruyu sordu: "Peki anlaşmış olduğumuzu kabul edelim. Yeni şirketin ismi ne olacak? diye sorduğunda Carnegie "Pullman Palace Vagonları Şirketi olacak" diye cevap verdi.

- Pulman'ın yüz ifadesi değişti ve: "Odama geliniz ve bu mesele hakkında bir daha görüşelim" dedi. İşte bu görüşme sonunda sanayide tarihi bir adım atıldı.

Carnegie'nin arkadaşlarının ve iş ortaklarının isimlerini aklında tutabilmesi, onun başarısının sırlarından birisidir. İşçilerinin bir çoğunu isimleriyle çağırabildiğinden dolayı kendini mutlu hissettiğini söyler ve kendisi iş başında bulunduğu zaman çelik fabrikalarında asla grev yapılmadığını anlatarak bununla gurur duyardı.

Birçok kimse vardır ki isimleri hafızalarında tutmaktan veya böyle bir zahmete katlanma gereği görmediklerinden dolayı isim ezberlemezler ve bunu haklı göstermek için de fazla meşgul olduklarını söylerler.

Bunlar unutuyorlar ki kendileri Cumhurbaşkanı Franklin Roosevelt kadar meşgul olamazlar, halbuki Roosevelt şoförlerinin bile isimlerini öğrenmeye vakit bulmaktadır.

Franklin Roosevelt biliyordu ki insanları kendisine bağlamak ve onların iyi niyetlerini kazanmak için en önemli çare onların isimlerini hatırlamak ve onları pohpohlamaktır. Halbuki bunu aramızda kaç kişi yapar?...

Çoğu zaman bir yabancı ile tanıştırıldığımız zaman daha ona veda etmeden onun ismini unuturuz. İsim hatırlama kabiliyeti politikada olduğu kadar iş hayatında ve sosyal ilişkilerde de önemlidir.

Nepoleon'un yeğeni İmparator Üçüncü Nepoleon, hükümdarlığında tanıştığı her insanın ismini hatırlamakla öğünürdü.

Bu kadar ismi nasıl hatırlayabilirdi, diye mi soruyorsunuz? Karşısındakinin ismini duyamamışsa, "afedersiniz; duyamadım" der tekrar ettirirmiş. Şayet duyulmuş bir isim değilse; "isminizi oluşturan harfleri sayar mısınız? deyip hecelettirirmiş.

Konuşurken bu ismi birçok kez tekrar eder ve bunu aklında o insanın görünüşüyle birleştirerek yaparmış.

Şayet ismin sahibi önemli bir kişiyse daha büyük zahmetlere katlanır ve o kimsenin yanından ayrılır ayrılmaz ismini bir kâğıda yazar, onu birkaç kere gözden geçirir, sonra ezberden söylemeye çalışırmış. Bu şekilde yalnız kulağını değil gözünü de o isme alıştırırmış.

Şayet herkes tarafından sevilmeyi istiyorsanız üçüncü kural şudur:

"Başkalarının isimlerini daima aklınızda tutunuz. Çünkü bir kimsenin ismi kendisi için dünyanın en tatlı ve en önemli sesidir."
[/FONT]
 
Ce: Sevilmek İçin Altı Yol

4. İyi Bir Dinleyici Olunuz

[FONT=Verdana,arial]Geçenlerde bir briç partisine katılmıştım. Briç oynamayı sevmem. Misafirler arasında benim gibi briç oynamayan bir bayan vardı.

Bu bayan, benim görevim dolayısıyla seyahat ettiğimi ve Avrupa'da beş sene kaldığımı öğrenmiş olmalı ki bana "Seyahatlerinizde gördüğünüz ilginç şeyleri anlatır mısınız?" dedi.

Kanepeye oturduk, kendisi kocasıyla birlikte Afrika'da yaptığı seyahatten yeni dönmüş olduklarını söyleyince: "Afrika mı?" dedim. "Merak ettiğim yerlerden birisidir. Görmeyi çok istedim ama Cezayir'de bir gün kalmanın dışında Afrika'yı görme imkanım pek olmadı. Bana nasıl bir yer olduğunu anlatır mısınız?"

Afrika'da gördüklerini bana kırkbeş dakika anlattı. Dikkat ettim ki bir daha bana seyahatlerim hakkında bir şey sormadı, neler gördüğümü anlatmamı istemedi. Onun istediği tek şey anlattıklarıyla ilgilenecek birisiydi ve bütün gördüklerini anlatabilecek, sözlerini ilgi ile dinletebileceği birisini bulduktan sonra, bütün istediği yerine gelmiş oluyordu.

Bu hayan normal bir insan değil miydi? Hayır, çünkü hepimiz böyleyiz. İlgilenecek bir dinleyici bulduğumuz zaman hepimiz dinletmeyi severiz.

Bir süre önce tanınmış bir yayıncının verdiği ziyafete katılmıştım. Bu ziyafette bir botanik uzmanıyla görüştüm. Daha önce hiç botanik uzmanıyla konuşmamış olduğum için bana birçok şey anlattı.

Söylediğim gibi bir ziyafette bulunuyorduk ve birçok davetli vardı. Ama ben bütün görgü kurallarını bir tarafa bırakarak başkalarının haklarını çiğnemiş ve botanik uzmanıyla saatlerce konuşmuştum.

Gece yarısı olduğunda oradan ayrılıyordum. Botanik uzmanı ev sahibine dönerek hakkımda çok güzel sözler söyledi. Benim her şeyi anlayabilen birisi olduğumu anlattı, sonra benim çok konuşmasını bilen birisi olduğumu ilave etti.

Halbuki ben hiçbir şey söylememiştim. Konuyu değiştiremezsem de, tek kelime bile edemezdim. Bitkiler hakkında bilgim, penguenlerin anatomisi hakkındaki bilgimden fazla değildi. Fakat karşımdakini dikkatle dinlemiştim. Söylediği sözlerle ilgilenmiştim. O da ilgi mi hissetmiş ve bundan zevk almıştı. Jack Woordford'un söylediği gibi: "Heyecanlı bir dikkatten, ilgiden zevk almayacak insan çok azdır. Bense heyecanlı dikkat ve ilgi den daha ileri giderek, samimi bir sevgi göstermiştim ve kendisini takdirle karşılamıştım.

Onun beni konuşmayı bilen bir insan saymasının sebebi bu idi. Yoksa ben, iyi bir dinleyiciden başka bir şey değildim. Ama karşımdakinin konuşmasını sağlamıştım.

Güzel bir konuşmacı olmanın sırrı neydi? Charles Eliot'a göre "Bunun hiçbir sırrı yoktur. Sizinle konuşan kimseye bütün dikkatinizi vermektir" der.

Bunu öğrenmek için Harward'a gitmek mi gerekir diyeceksiniz. Ama ben içinizde öyle tüccarlar tanıyorum ki iş yerlerini en iyi şekilde dizayn ederler, ama söz dinlemeyi bilmeyen işçiler kullanırlar. Ve müşteriyi bir şey almadan gitmeye mecbur ederler.

Buna örnek olarak derslerimize katılan Wootton'un başından geçen şu olayı anlatalım. Wootton, New York'ta bir elbise almıştı. Fakat elbiseden memnun kalmamıştı. Ceketinin boyası gömleğin yakasını kirletiyordu. Elbiseyi mağazaya götürmüş ve tezgahtara olayı anlatmış, ama tezgahtar onu dinlememişti. Kendisinin olayı abarttığını söylemiş, bunun gibi binlerce elbise sattıklarını, fakat kimsenin şikayet etmediğini anlatmıştı. Yani ona yalancı demek istemişti, daha o sözünü bitirmeden başka bir tezgahtar söze karışmış:

"Zaten koyu renkli elbiseler ilk önce boyalarını çıkarırlar, bunu engelleyemezsiniz. Ucuz elbiselerin hepsi böyledir" demişti.

Wootton olayın devamını şöyle anlattı:

"Çok sinirlenmiştim. Birinci memur beni yalancılıkla suçladı. İkincisi benim adi mal alan birisi olduğumu yüzüme vurmuştu. Elbiseleri yüzlerine atıp gitmek üzere idim. Tam bu sırada tezgahtarların şefi göründü. İşini bilen birisiydi. Beni sonuna kadar itiraz etmeden dinledi ve tezgahtarlar itiraz etmeye başlayınca benim haklı olduğumu söyleyerek müşteriyi memnun etmeyen bir şeyin satılmaması gerektiğini anlattı. Sonra bana dönerek ne istediğimi sordu. Sinirim tamamıyla geçtiği için: "Boyanın bu şekilde yakama çıkmasının devamlı olup olmayacağını sordum."

O da elbiseyi bir hafta daha kullanmamı aynı şey devam ederse elbiseyi değiştireceğini söyledi ve beni üzdüklerinden dolayı özür dilediklerini söyledi.

"Elbiseyi bir hafta daha kullandım ve boyanın yakamı kirletmediğini gördüm. Mağazaya karşı güvenim tazelenmişti."

Mağazadaki şef, işini biliyordu. Tezgahtarlar bu şekilde devam ederlerse terfi edemeyecekler, belki de zamanla işten bile atılacaklardı.

New York telefon şirketi birkaç yıl önce, çok kötü bir müşteriyle karşılaştı. Bu adam sekreterlere bağırıyor, küfrediyor, hesaplara itiraz ediyordu. Bunların yalan yanlış tutulduğunu iddia ediyor, gazetelere mektuplar yazıyor ve telefon şirketi aleyhine durmadan davalar açıyordu.

Bir gün şirket memurlarından birisini bu adamla konuşması için görevlendirdi.

Müşteri memura ağzına geleni söylemiş ve memur müşterinin her sözüne hak vererek dinlemişti.

Memur olayı şu şekilde anlatıyor:

"Bu müşteriyle dört defa karşılaştım ve kendisini dört defa dinledim. Kendisi bu sırada "Telefon Abonelerini Koruma Derneği" adında bir vakıf kurma düşüncesindeydi. Bu vakfa beni de üye yapmıştı ve hâlâ bu vakfın tek âzası da benim!...

Çünkü ben onun konuşmalarını dinliyordum. Ve onunla aynı fikirde olduğumu belirtiyordum. Daha önce, telefon şirketinden hiç kimse onu dinlememiş ve onunla dost olmamıştı. Kendisiyle ilk görüştüğümde esas meseleyle ilgili hiç konuşmamıştık. İkinci, üçüncü konuşmalarımızda bile bu meseleyi konuşmamıştık, ancak dördüncü konuşmamızda konuşabilmiştik. Müşteri bütün hesaplarını ödemiş ve ilk defa zamanında bütün şikâyetlerini geri almıştı."

Şüphesiz bu insan da kendisini bir davanın mücahidi sayıyor ve halkın haklarını müdafaa ettiğini zannediyordu. Gerçekte bütün istediği kendisini önemli birisi olarak göstermekti. Bunu da bağırıp çağırmakla anlatmak istemişti. Şirket memurlarından birisinin kendisine hak vermesiyle bu hissi tatmin olmuş, bütün şikayetlerinden vazgeçmişti.

Yıllar önce bir sabah, bir yün şirketinin müdürü olan Dertmer'in yazıhanesine sinirli bir müşteri girmiş ve konuşmaya başlamıştı. Detmer olayı şu şekilde anlatıyor:

"Müşteri bize 15 dolar borçluydu. Ama bu borcu kabul etmiyordu. Muhasebe bölümü ise borçluya devamlı mektup yazıyordu. Müşteri çok sinirlenmişti, Şikago'ya kadar gelerek daireme girmiş, 15 doları vermeyeceğini ve bir daha mağazadan alış veriş etmeyeceğini söylemişti.

Onu dikkatle dinledim. Bazı şeylere müdahale etmek istiyordum. Ama bunun fayda sağlamayacağını çınladım. Müşteri içini döktü ve siniri yatıştı. Dedim ki: Öncelikle Şikago'ya kadar gelip bunları bana doğrudan doğruya anlattığınız için teşekkür ederim. Siz bu şekilde davranarak bana çok büyük bir iyilik yapmış oldunuz. Çünkü muhasebemiz size mektup yazmaya devam etseydi mağazamız sizin gibi bir müşteriden mahrum kalacak, belki de aynı hatayı başkalarına karşı da tekrarlayacaklar ve bu yüzden başka müşterilerimizi de kaybedecektik.

"Onun hiç beklemediği tarzda sözlerdi bunlar. Hatta şaşırmıştı bile, onbeş dolarlık hesabı sileceğimizi, çünkü kendisini dikkatli birisi olarak kabul ettiğimizi, memurlarımızın binlerce hesapla meşgul olduklarını, bu yüzden hata yapabileceklerini söyledim.

Sonunda müşterinin hislerini çok iyi anladığımı söyledim. Onun yerinde ben olsaydım aynı şekilde hareket edeceğimi de ilave ettim ve öğle yemeğim beraber yemeyi teklif ettim. O da istemeyerek kabul etti. Yemekten sonra mağazaya birlikte döndük. Büyük bir sipariş verdi ve gönül rahatlığıyla geri döndü. Çünkü bize karşı insaflı davranmak ihtiyacını hissetmişti. Kendi dairesine döndükten sonra hesapları bir kere daha gözden geçirerek yanlışını bulmuş ve 15 doları da göndermiş, hatta çocuğunun ismini Detmer koymuştu.

İyi konuşan bir insan olarak tanınmayı istiyorsanız, önce dinlemeyi öğreniniz. Northam Lee'in söylediği gibi "ilgi uyandırmak mı istiyorsunuz, ilgilenmeyi biliniz." Karşınızdakinin seve seve cevap vereceği sorular sorunuz ve onu kendisinden bahsetmeye teşvik ediniz.

Herkesin sizi sevmesini istiyorsanız dördüncü kural şudur:

Karşınızdakini dinlemeyi bilin ve ona kendisinden bahsetme fırsatını verin!
[/FONT]
 
Ce: Sevilmek İçin Altı Yol

5. İlgi Uyandırmanın Yolları

[FONT=Verdana,arial]Roosevelt'i ziyaret edenlerin büyük bir kısmı onun çok bilgili ve çok yönlü oluşuna hayran kalıyorlardı. Roosevelt kimle karşılaşırsa karşılaşsın ona ne söyleyeceğini bilir, onun ne iş yaptığını, bunu nasıl başardığını anlatırdı. Roosevelt, bunu nasıl mı başarıyordu. Gayet kolay. Görüşeceği kişiyle konuşmadan önce misafirinin hangi konuyla ilgilendiğini tahmin eder, geç saatlere kadar bu konu üzerinde yazılan eserleri gözden geçirirdi.

Çünkü Roosevelt her lider gibi bilirdi ki, insanlar en çok ilgilendikleri konu hakkında söz söylemeyi severler, insanların kalbine girmenin en kolay yolu, onları ilgilendiren konular üzerinde konuşmaktır.

Bunu çok iyi bilen Yale Üniversitesi Profesörü William Lyon Phelps diyor ki:

"Sekiz yaşında olduğum sıralarda teyzem Libby'yi ziyaret etmiştim. Bir gün onun evinde orta yaşlı birisiyle karşılaştım. Bu kişi, benimle ilgileniyordu. O sıralarda benim en çok ilgilendiğim gemi ve gemicilikti. Misafir gittikten sonra ondan bahsettim ve gemiciliğe karşı olan ilgisini takdir ettim. Teyzem onun New York'ta avukatlık yaptığını, gemicilikle hiçbir alakasının olmadığını söyleyince hayret ettim. Ve teyzeme sordum: O halde niçin bana hep gemilerden bahsetti?"

"Çünkü o bir centilmendi, senin gemilere karşı olan ilgini anladığı için seni ilgilendirecek, sevindirecek olaylar üzerinde konuştu ve bu şekilde kendisini sana sevdirdi."

"Bu dersi hayatım boyunca unutmadım!"

Bir gün izcilikle uğraşan Edward Chalif'den bir mektup almıştım:

"Avrupa'da yapılan büyük izci toplantılarının birisine gidecektik. Ve benim yardıma ihtiyacım vardı. Amerika'nın büyük şirketlerinden birisinin yöneticisinden bana refakat edecek çocuklardan birisinin masrafını karşılamasını rica edecektim. Onu görmeye gideceğim zaman kendisinin bir zamanlar bir milyon dolarlık bir çek yazdığını, sonrada bu çeki çerçeveletip astığını öğrendim.

Bundan dolayı yazıhanesine girer girmez ilk sorduğum şey bu çek oldu. Kendisine hiç bir milyon dolarlık bir çek görmediğimi söyledim ve izci çocuklara bundan bahsedeceğimi de ekledim.

"Çeki bana gösterdi. Buna hayret ettiğimi ve nasıl bu çeki yazdığını sordum"

Chalif, yöneticiyle karşılaşınca hemen izcilerin Avrupa'ya gideceğinden bahsetmemiş, ziyaretinin amacını damdan düşercesine anlatmamıştı. Önce muhatabını ilgilendiren bir konuyla söze başlamıştı.

Yönetici sözünü tamamladıktan sonra ne istediğimi sordu. Ben de anlattım. Beş çocuğun masraflarını üzerine almış, elime bin dolarlık bir çek vererek Avrupa'da tanıdığı kişilere tavsiye mektupları yazarak bize her türlü yardımı yapmalarını da eklemişti. Halbuki ben onu ilgilendiren bir şeyle konuyu açmamış olsaydım, elim boş geri dönebilirdim.

New York'un büyük fırınlarından birisini çalıştıran Duvernoy, New York'un otellerinden birisinin ekmek ihtiyacını karşılamak istiyor, hatta otelde kalarak yöneticisiyle tanıştığı halde başarılı olamıyordu.

Davranışlarımı değiştirmeye karar verdim. Ve otel müdürünün ne ile ilgilendiğini, ona neyin heyecan vereceğini anlamaya çalışıyordum. Onun otelcilere ait bir derneğe üye olduğunu öğrendim. Kendisi bu derneğin başkanıydı ve bütün toplantılarına katılıyordu. Demek ki dernek işi, onun en büyük zevkiydi.

"Kendisini ertesi gün gördüğümde otelciler derneği hakkında konuşmaya haşladım. Yarım saat bana dernek hakkında bilgi verdi. Görüyordum ki bu dernek, hayatının en büyük gayesi idi. Yazıhanesinden ayrılmadan önce dernekte bana bir âzâlık vermişti. Bu arada kendisine ekmek hakkında hiç bir şey söylemedim. Ama birkaç gün sonra bana telefon ederek ekmek fiyatlarını kendisine bildirmemi istedi.

"Ben onu dört senedir ikna etmeye çalışıyor ve oteline ekmek satmak istiyordum. Eğer kendisinin ne ile ilgilendiğini ve hangi konulardan zevk aldığını öğrenmek zahmetinde bulunmasaydım hala bu işi almak için uğraşacaktım."

O halde başkalarının sizinle ilgilenmesini istiyorsanız beşinci kural şudur:

Başkalarının ilgilendikleri şeyleri öğreniniz ve kendilerine onlardan bahsediniz.
[/FONT]
 
Ce: Sevilmek İçin Altı Yol

6. İnsanlara, Önemli Birisi Olduklarını Hissettiriniz

[FONT=Verdana,arial]Newyork'un Posta merkezinde taahhütlü mektup göndermek için sırada bekliyordum. Taahhüt memurunun bir hayli yorulmuş olduğunu gördüm. Kendi kendime: Bu insanı biraz sevindirmeliyim! dedim. Kendimi ona sevdirmek için ona iyi bir şeyler söylemem gerekiyordu. Onun beğenilebilecek bir yönünün olup olmadığına baktım. Ve saçlarının güzel olduğunu gördüm. Sıra bana geldiğinde O'na saçlarımın sizin saçlarınız gibi olmasını isterdim dedim.

Memur mektubu tarttıktan sonra başını tatlı bir gülümsemeyle:

-Siz onları eskiden görmeliydiniz, zaman onları tahrip etti! dedi.

Ben de söyledikleri doğru olsa bile saçlarının hala çok güzel olduğunu ilave ettim.

Bu sözlerim onun çok hoşuna gitti. Bir süre konuştuktan sonra bana: "Zaten herkes benim saçlarımı beğenir" dedi.

Eminim ki memur o gün öğle yemeğine çıktığı zaman mutluydu. Akşam evine gittiğinde olayı karısına anlattı ve aynanın karşısına geçerek başına ve saçlarına övünerek baktı.

Dinleyicilerden birisi sordu,

- Amacınız neydi?

Ne amacım olabilirdi? Bir insanı sevindirmek ve bu sevinç karşılığında hiçbir şey beklememek.

Ama benim bir amacım vardı ve bu amaç gerçekleşti. Onun hafızasında iyi bir anı, günler geçtikçe hafızasında cıvıldayacak mesut bir hatıra bırakmaktı. Kenan dağlarında ondokuz yüzyıl önce müritlerine ders veren bir filozof bir gün şu sözü söylemişti: "Vermek almaktan daha hayırlıdır."

Bu insan davranışlarının en önemli kuralıdır. Bu kurala uyarsak başımız hiçbir zaman derde girmez. Belki de bu kuralı uygulamak bize sayısız dostlar kazandırır. Kanunu şu şekilde özetleyebiliriz: Karşımızdaki insanın kendisini önemli birisi olarak kabul ettiğine dikkat etmek!

Profesör John Dewey der ki: "Önemli birisi olmak insanın doğasında vardır." Zaten insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik de budur. Hatta bütün medeniyet bundan meydana gelmiştir.

Filozoflar insan davranışları üzerinde binlerce yıldan bu tarafa düşünüyorlar ve bu uzun düşüncelerden ancak bir tek kural ortaya çıkarıyorlar. Bu kural yeni değil, tarih kadar eskidir. Zerdüşt bunu üç bin yıl önce İran'ın ateşperestlerine öğretti. Konfüçyüs yirmi dört yüzyıl önce Çinlilere anlatmıştı. Bu kural belki de dünyanın en önemli kuralıdır.

"Başkalarının sana nasıl davranmasını istersen, sen de onlara öyle davran."

Siz münasebette bulunduğunuz kimselerden saygı görmek, takdir edilmek ve çevrenizde önemli birisi olduğunuzun anlaşılmasını istersiniz. Samimiyetsiz, değersiz bir takım iltifatlarla değil, samimi takdir ile karşılanmayı özlersiniz. Dostlarınızın ve arkadaşlarınızın sizden iyi bir insan olarak bahsetmelerinden, özelliklerinizi anlatmalarından hoşlanırsınız. Hepimiz de aynı şeyi istiyoruz.

O halde hepimiz de bu altın kurala uymak ve başkalarından beklediğimiz muameleyi onlara göstermeliyiz.

Nasıl, ne zaman ve nerede mi? Her yerde, her zaman.

Birgün Radyo City'de Henri Souvaine'in daire numarasını bir polis memuruna sordum.

- Henry Souvaine 18 inci kat 1816 numaralı oda, dedi.

Asansöre bindim Fakat içeriye girmeden önce bir an durdum, geri döndüm ve memura:

- "Sizi tebrik ederim. Soruma çok hızlı ve çok güzel cevap verdiniz." dedim.

Memurun yüzü gülmüştü. Bana teşekkür etti.

Bu takdir felsefesini öğrenmek ve uygulamak için insanın cumhurbaşkanı veya başbakan olmayı beklemesine gerek yoktur. Bunu günlük hayatta uygulayarak onun sonuçlarıyla karşılaşmak mümkündür.

Bir lokantaya girdiğinizde garsondan kızarmış patates istediğinizde püre getirirse:

- Sizi yormak istemem! Ama kızarmış patates yemeyi tercih ederim! derseniz garson size:

- Önemli değil efendim, der ve kendisine saygı gösterdiğinizden dolayı bu işi severek yapar...

" Sizi rahatsız ediyorum" "lütfetmez misiniz" "teşekkür ederim" gibi küçük cümleler hayatın monotonluğunu ortadan kaldıran ve sizin iyi yetişmiş bir insan olduğunuzu gösteren sözlerdir.

Milyonlarca hayranı olan Hail Caine'in halk arasında sevilen bir yazardı. Yazar bir demircinin oğluydu. Hayatı boyunca ancak sekiz yıl okula gidebilmişti. Fakat bu insan öldüğünde dünyanın en zengin yazarlarından birisiydi.

Bunu nasıl mı başardı

Hail Caine, şiir ve destanı çok seviyordu. Dante'nin, Gabriel, Rossetti'nin bütün şiirlerini ezberden okuyabiliyordu. Hatta Rossetti'in sanattaki başarısı üzerine bir konferans hazırlamış ve kopyasını Rossetti'ye göndermişti. Rossetti, bu davranıştan memnun olmuştu. Şair: "Benim hakkımda bu kadar çok bilgi sahibi olan genç, herhalde zeki birisidir" diyerek demircinin oğlunu Londra'ya çağırmış ve onu kendisine sekreter yapmıştı. Olay Hal Caine için bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü yeni makamı dolayısıyla çok değerli insanlarla karşılaşıyordu. Bunların teşviklerinden cesaret alarak çalıştı. Ve günün birinde isminin en yüksek ufuklarda ışıldadığını gördü. İsle of Man'daki evi, Greeba Castle, dünyanın dört tarafından gelenlerin ziyaret ettiği bir yer oldu. Öldüğü zaman bıraktığı servet, iki milyon beşyüzbin dolardı. Kimbilir ünlü bir insan hakkında bu yazıyı yazmasaydı belki de tanınmadan ölürdü.

İşte en içten duygularla yapılan bir takdirin gücü. Roosetti, kendisinin önemli birisi olduğunu düşünebilen bir insandı. Bunda garip görünecek bir şey yoktu. Çünkü her insan böyledir. Ve kendisinin önemli olduğunu hisseder.

Bütün toplumlar da böyledir:

Meselâ siz kendinizin Japonlardan üstün olduğunuzu mu zannediyorsunuz?

Gerçekte Japonlar da kendilerini sizden üstün sayarlar, hatta muhafazakar bir Japon, bir Japon kadınının beyaz bir adamla dans ettiğini görürse çok sinirlenir.

Veya kendinizi Hintlilere üstün mü görüyorsunuz? Ama Hintliler de kendilerini size karşı üstün görürler ve üzerine gölgenizin düştüğü bir yemeği bile yemezler.

Kendinizi Eskimolardan üstün mü sayıyorsunuz? Eskimolar da kendilerini size karşı üstün sayıyorlar.

Eskimoların size karşı neler düşündüklerini bir bilseniz! Çünkü Eskimolar arasında işe yaramaz ve çalışmaktan kaçan insanlar vardır ki, Eskimolar bunlara "Beyaz adam!" derler. Bu iki kelimeyi en büyük hakaret olarak görürler. Her millet kendisini daha başka milletlerden üstün kabul eder, üstünlük, hissi vatan sevgisini doğurur ve bunun ileri gitmesi savaşları meydana getirir.

Şu bir gerçektir her insan, bir bakıma kendisini size üstün kabul eder, onun kalbine girmenin en kolay yolu da, kendi benliğinde duyduğu büyüklük hissini sizin de tanıdığınızı ona samimi bir şekilde hissettirmelisiniz.

Emerson şöyle demiştir: "Karşılaştığım her insan, bir bakımdan benden üstündür ve ben de bu sayede ondan yararlanırım."

İşin en hazin tarafı hayatta hiçbir değeri olmayan ve hiçbir başarı kazanmayan kimselerin yetersizlik duygularını, kuru gürültülerle örtmek ve herkesi aldatmak istemeleri ve bu şekilde hareket etmeleridir.

Shakespeare der ki: "Zavallı adam, kısa süren bir otoriteye bürünerek öyle oyunlar oynar ki melekleri bile kendisine ağlatır."

Bu prensipleri uygularken önemli sonuçlar elde eden üç kişinin hikayesini anlatacağım: Hikayelerin birincisi ismini vermek istemeyen bir avukata aittir. Biz de ona Bay R. diyeceğiz.

Bay R. Kursumuza katılmaya başladıktan kısa bir süre sonra bazı akrabalarını ziyaret etmek için Long Island'a gitmişti. Karısı diğer akrabalarını görmeye gider ve Bay R. bu kuralı karısının ihtiyar teyzesinde denemeye karar verdi. Etrafa bakarak övülmeye değer bir şey aramış ve sormuştu:

- Bu ev 1890'da mı yapıldı?

- Evet, tam 1890'da yapıldı.

- Bana doğduğum evi hatırlattı onun için burayı çok sevdim. Ne kadar güzel bir ev! Artık buna benzer evler yapılmıyor.

- Haklısınız! Yeni gençler ev sahibi olmaya önem vermiyorlar. Küçük bir apartman ve bir buzdolabı onlara yetiyor. Bunları elde ederlerse otomobillerine atlayarak gezmeye başlıyorlar. Kocamla ikimiz yıllarca bu evin rüyasını gördük, onu yapmak için mimara gerek görmemiştik. Çünkü onu kendimiz yapmıştık.

İhtiyar kadın evini Bay R.'ye gezdirmiş ve ona seyahatlerinde aldığı güzel şeyleri göstermiş, o da bunları samimi bir şekilde takdir etmişti.

"Evi gezip dolaştıktan sonra birlikte garaja gittik. Garajın içinde, yeni sayılacak Packard markalı bir otomobil duruyordu. Bayan otomobili göstererek şöyle dedi:

- Kocam, ölümünden kısa bir süre önce bu otomobili almıştı. Kocamın ölümünden sonra bu arabayı kullanmadım. Siz güzel şeyleri beğeniyor ve takdir ediyorsunuz. Ben de bu otomobili size hediye ediyorum.

- Bana çok büyük bir lütuf ta bulunuyorsunuz dedim. Arabaya sahip olmak isteyen başka akrabalarınız var, arabayı onlara hediye etseniz olmaz mı?

- Akraba mı dediniz, onlar bu arabaya varis olabilmek için benim ölmemi bekliyorlar. Ben de bu arabayı onlara bırakmak istemiyorum!

- O halde bu arabayı satın.

- Satmak mı? Ben o arabayı satamam. Çünkü hiçbir zaman yabancıların bu arabayla gezmelerine tahammül edemem. Arabamı satmak hayalimden bile geçmez. Bunu size hediye etmekte ısrar ediyorum. Çünkü güzel şeyleri takdir ediyorsunuz.

Bay R. arabayı almamak için bir hayli uğraştı, ama daha fazla direnmenin yaşlı kadını üzeceğini düşünerek arabayı kabul etti.

Bu kadın kocaman bir evde antikalarla ve anılarla yapayalnız kalmıştı. En çok istediği biraz ilgi görmekti. Herkesin kendisinden esirgediği bu ilgi ve alakaya kavuşunca, minnettarlığını çok kıymetli bir hediyeyle ifade etmişti.

İkinci olay ise şöyle:

Kursu açtığım sırada tanınmış bir avukatın bahçesi için bir plan hazırlıyordum. Plan üzerinde çalışırken ev sahibi, bahçe hakkında bir takım önerilerde bulundu. Bu önerileri beğendim ve kendisini takdir ettiğimi anlattım. Ve şunları ilave ettim.

- Güzel köpekleriniz var. Madison'da yapılan köpek yarışmasında köpeklerinizle mavi kurdele kazanabilirsiniz.

- Köpeklerimin yerini görmek ister misiniz?

- Tabii.

Bir saat benimle ilgilendi. Ve köpeklerinin özeliklerini bana anlattı.

En sonunda bana dönerek:

- Küçük bir oğlunuz var mı? diye sordu

- Evet dedim.

- O halde size bir yavru hediye edeyim! dedi ve bana, yavruyu nasıl besleyeceğimizi anlattı. Onun bu hediyesi ve benimle bir saat kadar ilgilenmesi onu takdir etmemden kaynaklanıyordu.

Büyük şöhret kazanan George Eastman sinemayı oluşturan, şeffaf filmi icat etmişti. Ve çok büyük bir servet kazanmıştı. Bu kadar başarıya rağmen o da bizim gibi takdir edilmeyi bekliyordu.

Şöyle ki: Birkaç yıl önce Eastman, Müzik okulu açmış ve annesinin hatırasını yaşatmak için Kilburn Hail isminde bir tiyatro yaptırıyordu. Newyork'un Superior Seating şirketi, bu binaların sandalyelerini karşılamak istiyordu, şirket müdürü Jams Adamson bu iş için Eastman'in mimarı ile görüşmeye gitmişti. Mimar Adamson'u karşılayarak:

- Misler Eastman'ı onbeş dakikadan fazla meşgul etmeyiniz. Çünkü çok meşgul. Söyleyeceklerinizi süratle söyleyiniz ve siparişi alıp gidiniz!

Adamson da ona göre hazırlanmıştı.

Adamson içeriye girdiğinde Eastman'ın önünde bir sürü kağıt vardı. Misafirin içeri girdiğini görünce ayağa kalkarak gözlüğünü çıkarmış, misafirini selamlamış ve mimar, Adamson'u takdim etmişti.

- Mister Eastman! Sizin tarafınızdan kabul edilmek için dışarıda beklerken dairenizin güzelliği gözüme çarptı. Gerçekten güzel bir daire. Şirketinizin dekorasyonunu yapmak istiyorum. Ama hayatımda bu kadar güzel bir daire görmediğimi söyleyebilirim.

Adamson çevresindekileri anlatmaya başladı:

- Bu İngiliz kerestesi! İtalyan kerestesinden çok farklıdır!

- Evet, bunu değerli kerestelerden çok iyi anlayan bir arkadaşım seçmişti! Ve İngiltere'den buraya göndermişti.

Eastman, misafire odasını göstermeye başladı. Oymaları, nakışları ayrı ayrı anlattı. Eastman bir pencerenin kenarında durarak insanlığa yardım etmek için yaptırdığı bazı yerleri gösterdi. Rochester Üniversitesi, Devlet Hastanesi, Dost Yurdu, Çocuk Hastanesi!

Adamson insanlık için yaptıklarını takdir etmiş ve bu sırada Eastman bir dolap açarak ilk satın aldığı ve bir İngiliz'in keşfettiği fotoğraf makinesini çıkararak ona göstermişti.

Adamson, Eastman'a, sorular sormuş, o da çocukluğunun yoksulluk içinde geçtiğini, annesinin fakirlik yüzünden evinin odalarını kiraya verdiğini ve kendisinin bir sigorta şirketinde günde elli sent karşılığında çalıştığını anlatmıştı. Daha sonra da yoksulluğun peşini bırakmadığını ama annesini çalışmaktan kurtarmayı kafasına koyduğunu söylemiş ve Adamson onun hayatını anlatmasını zevkle dinlemişti.

Adamson saat 10.15'te Eastman'ın yanına girmişti. Beş dakikadan fazla kalmaması için uyarılmıştı, ama iki saat geçmesine rağmen hala konuşmaya devam ediyorlardı.

En sonunda Eastman, Adamson'a dönerek şunları anlattı:

- En son Japonya'ya gittiğimde birtakım sandalyeler alarak getirdim. Güneş bunların renklerini soldurduğu için şehre gidip cila aldım ve kendim cilaladım. Benim nasıl cila yaptığımı size göstermek istiyorum. Eve birlikte gidelim, yemeği birlikte yiyelim ve bu sandalyeleri size göstereyim.

Eastman yemekten sonra sandalyeleri gösterdi. Sandalyelerin her biri birbuçuk dolardan daha kıymetli değildi. Eastman bunları kendisi cilaladığı için çok mutluydu.

Eastman'ın o gün sipariş vereceği sandalyelerin karşılığı 90.000 dolardı. Bu siparişi tabii ki Adamson almıştı.

O günden sonra Eastman ile Adamson arasında bir dostluk başlamış ve bu dostluk Eastman'ın ölümüne kadar devam etmişti.

Takdir işine nereden başlamalıyız? Tabii ki evimizden. Çünkü her yerden çok bunu tatbik etmemiz gereken yer evimizdir. Karınızın mutlaka özelikleri vardır. Olmasaydı onunla evlenmezdiniz. Fakat onun bu özelliklerini kaç kere takdir ettiniz.

Ömrünüzün kalanını huzur içinde geçirmeyi istiyorsanız, karınızın pişirdiği et, kızarttığı ekmek kömüre benzese bile şikayet etmeyiniz. Sadece onun hünerini göstermek imkanını bulamadığını söyleyiniz. Bunun sonucunda onun çok fedakarlık yaptığını göreceksiniz.

Fakat bu harekete aniden başlamayınız. Yoksa karınızı şüpheye düşürürsünüz.

Karınıza bir demet çiçek veya bir kutu şeker götürün. Bunları okuyunca: "Gerçekten bunları yapmak gerekir." deyip geçmeyin, yapın. Bunu yaparsanız, evinizde mutlu olursunuz. Her aile bunu yapmış olsaydı bugün birçok yuva yıkılmamış olacaktı.

Kendinizi bir kadına aşık etmek ister misiniz? Bu sırrı size açıklıyorum. Çünkü bunu size iyilik olsun diye anlatıyorum. Zaten bunlar benim fikrim değil Dorothy Dix'ten duyduklarımı anlatıyorum. Bayan bir yazar 23 kadınla evlenip bu kadınların kalplerini ve bankadaki paralarını elde etmeyi bilen birisiyle konuşmuştu. (Bu görüşme sırasında adam hapishanede bulunuyordu) Bayan yazar, bu adama kendisini bu kadar kadına nasıl sevdirebildiğini ve paralarını nasıl elde ettiğini sormuş, O da: "Yapılacak şey kadına hep kendisinden bahsetmektir." demişti.

Aynı teknik, erkekler için de geçerlidir. Disraeli diyor ki: "Bir adama kendisinden bahsediniz. Sizi saatlerce dinler."

O halde herkesin sizi sevmesini istiyorsanız, altıncı kural şudur:

Başkalarına önemli birisi olduğunu hissettiriniz ve bunu samimi bir şekilde yapınız.
[/FONT]
 
Geri
Üst