Tarihimizden Hikayeler

PeLiNiM

Yeni Üye
Üye
Tarihimizden Hikayeler
Türk zekası tarih boyunca öne çıkmıştır.İşte buna dair bir anekdot


2. Dünya Savaşı'nda İngiltere başbakanı Churchill Türkiye'nin Almanya'ya karşı savaşa girmesi için elinden geleni yapmış. Hatta sırf bunun için Türkiye'ye gelmiş ve İsmet Paşa'yla Adana'da görüşmüş. Ancak İsmet Paşa'yı savaşa girmeye ikna edememiş.

Churchill görüşmeden sonuç alamayacağını anlayınca gerisin geriye dönmüş. Ama Churchill bu. Hemen pes etmemiş kurt politikacı. İngiltere güçlü ama zaten Almanya ile savaş halinde. Bir başka savaşı göze alamadığından Türkiye'yi yolu yordamıyla tehdit etmek istemiş. Ne yapayım da edeyim diye düşünmüş taşınmış. En sonunda ne yapacağına karar vermiş. Hemmen yaverinden bir çuval buğday getirmesini istemiş. Bir mektup yazıp çuvalın içine koymuş. Yaverine "Bunu Türkiye'ye İsmet Paşa'ya bizzat götür. Ve Paşa'nın yanıtını almadan da geri dönme" demiş.

Çuval askeri uçakla anında yola çıkmış. Yaver çuvalı İsmet Paşa'ya teslim etmiş ve Churchill'in hemen yanıt beklediğini bildirmiş. İsmet Paşa bir çuval buğdayı görünce çok şaşırmış taabii. Çuvalı açmış bir bakmış ki çuval ağzına kadar buğday dolu ve en üstte de bir mektup var.

Mektupta "Biz İngilizler bu çuvaldaki buğdaylar kadar kalabalığız. Almanya'yla ilişkilerinizi kesin. Yoksa fena olur" gibisinden bir yazı varmış. İsmet Paşa'nın gözleri çakmak çakmak olmuş. Yavere beklemesini söylemiş. Odasına girmiş ve yardımcısından aç bir tavuk bulup getirmesini istemiş. Kendisi de oturup bir mektup döşenmiş. Mektupla tavuğu gelen buğday dolu çuvala koymuş. Churchill'in yaverine "İşte cevabım" demiş.

Yaver çuvalı almış uçağa atladığı gibi gıdak mıdak sesleri eşliğinde İngiltere'ye uçmuş. İngiltere'ye varır varmaz Churchill'in huzuruna çıkmış. Churchill kendinden emin biçimde çuvalı açınca bir de bakmış ki çuvalın içinde karnı yediği buğdaylardan şişmiş bir tavuk bir avuç buğday ve bir de mektup var. Hemmen mektubu açmış. İsmet Paşa mektuba şunları yazmış: "Bir tavukla başedemeyen İngilizler'den niye korkalım?"
 
Osmanlı’nın ortalığı toz duman ettiği yıllar... Avrupa’da “Arthur oğlum o tabakta bi köfte kalırsa seni Türklere veririm vallaha” lafının çıkıp da halk arasında deyim olduğu zamanlar yağni.

Bi İngiliz gasteci Türk ordusunun anlatıldığı kadar disiplinli olup olmadığını araştırmak için (Nereye gelmiş? Türkiye’ye mi? Osmanlı’ya mı? Anadolu’ya mı? Ülkemize mi?.. Ne denir bur’da?) şeye gelmiş eee gelmiş işte. O sırada çok büyük bi alay Konya Ovası’ndaymış. (Niye?) Gasteciyi de Konya’ya getirmişler. İngiliz bütün gün fotoğraf çekmiş askerlerle komutanlarla konuşmuş. Herkese aynı şeyi soruyomuş “Böyle disiplinli bi ordunun sırrı ne?” Her seferinde de aynı cevabı alıyomuş: “Çünkü biz Türküz!”

Gece olmuş yatılmış. İngiliz gasteci sabah çadırının penceresinden sızan ışıkla uyanmış. Bakmış saat daha sabahın beşi. “Kalkayım da şu nöbet yerlerini gezeyim. Bakarsın uyuyan bi nöbetçi filan yakalarım da heriflerin fiyakalarını bozarım” diye düşünmüş. Fotoğraf makinasını hazırlayıp ayağının ucuna basa basa dışarı çıkmış. Anaaa bi de ne görsün? Alaydan tek bi Allahın kulu yok! Herrr taraf silme Konya Ovası... Yani o kocca alay binlerce asker çıt çıkarmadan gasteciyi uyandırmadan atını topunu tüfeğini yüklenip çadırlarını toplayıp gitmiş.

Osmanlı deyince durup beş dak’ka düşünücen taabi. Kolay mı öyle yedi cihana kök söktürmek! İngiliz gasteci ülkesine dönüp bu olayı yazmış da kimse inanmamış adama. “Sana bu masalı anlatman için kaç kese altın verdiler” demişler alay ederek. Adam da o sinirle evini barkını satıp İstanbul’a gelmiş. Topkapı Sarayı’nın muhafız başısına hikayesini anlatıp Türk ordusuna katılmak istediğini söylemiş. Gavur diye temkinli davranmışlar ama adamın istediği olmuş yine de. Silahhane de namlu yağlama işine vermişler. Orada ömrünün sonuna kadar huzur içinde çalışmış gasteci.
 
İzmir dağlarında dolaşan bir efe varmış. Çok mert namuslu bir adammış. Bi tek kötü özelliği varmış: Bu adamcağız çok sık susar susadığı zaman da gözü başka bi'şey görmezmiş. Günlerden bi gün efemiz dağlarda gezerken yine susamış. İçecek bi'şeyler ararken sağdığı sütleri pazara satmak için götüren bir köylüye rastlamış.

Köylüye "Yanında içecek bir şey var mı?" diye sormuş. Bizim zavallı köylü az önce matarasındaki son damla suyu içtiğini söylemiş. Bunun üzerine "Güğümde ne var?" diye sormuş efe. "Süt" cevabına çok sevinmiş. Fakat ne yaptılar ne ettilerse bi türlü güğümün kapağını açamamışlar. Efe köylüye "Açıl bakalım hele biraz" demiş. Tüfeğini doğrultup güğüme nişan almış. Öyle bi atış yapmış ki güğümün sadece bi tarafını delmiş. E diğer tarafı da delecek olsa güğümü taşıyan eşek yaralanırmış. Efe açılan delikten kana kana süt içip sussuzluğunu gidermiş.

Bizim köylü akan sütü nasıl durduracağını bilememiş. Ne tıkadıysa süt akmaya devam ediyormuş. Efe bir müddet köylüyü izlemiş; sonra bi kez daha gök gürültüsü gibi sesiyle köylüye seslenmiş: "Hele bir kez daha çekil bakalım!" Köylü kenara çekilince efe nişan almış ve bi kez daha marifetini göstermiş: Az önce açtığı deliği tek kurşunla kapatmış. Ama kapatmak ne kelime kurşun güğümün üzerinde resmen perçin olmuş. Köylü mutlu efe gururlu ayrı ayrı yönlere devam etmişler. Bu olaydan sonra efenin namı "Perçinci Efe" olarak yürümüş.
 
Devir Kore Savaşı günleri. Ne idüğü belirsiz bi savaşın içine müttefiklere hoş görüneceğiz diye dalmışız. Amarikalılar "zaten bizim navy aslanları işi bitirir ama hadi Türkler de istiyor hevesleri kırılmasın gelsinler bari" diye hafiften burun kıvırarak karşılamışlar bizim hükümetin savaşa katılma kararını... Vaay Coni'ye bak. Sen ne zaman adam oldun lan gavur! Sen önce tuvaletine taharat musluğu taktır kıçındaki b.kla geziyosun...
İlk Türk birliği Kore'ye varmış diğer müttefik askerlerle birlikte teftiş için sıraya dizilmiş. Bizimkiler tam da Amerikan askerlerinin yanındalarmış. Yalnız Mehmetçikler Amerikan ayılarının yanında biraz çelimsiz kalmış taabi. Amerikalıların komutanı bizim komutanın yanına gelmiş alaycı bir tavırla 'Siz bunlarla mı geldiniz Kore'de savaşmaya Hiç gelmeseniz de olurdu canım' diyerekten bizim askerlerden birini şöyle iki yanından sallamış. Askercik sendeleyip düşer gibi olmuş arkadaşlarından biri tutmuş garibi. Türk komutan bütün sakinliğiyle "Bakın bayım" demiş (Yani İngilizce olaraktan "look mister" demiş. Hem de herifin konuştuğu Kuzey Virginia aksanıyla söylemiş bunu) "Bu asker size saygısızlık olmasın diye öyle sarsıldı. İsterseniz şimdi tekrar deneyin. Aynı şeyi bir daha yapabilirseniz biz tasımızı+tarağımızı toplayıp derhal ülkemize geri döneceğiz."

Amerikan komutanı alay eder vaziyette o çelimsiz dediği Mehmetçiği yine sallamaya çalışmış. Ama çocuğu bir milim bile yerinden oynatamamış. Adam bütün gücüyle bir daha denemiş ama nafile. Amarikan komutanı anlamış taabi yanlışını. Hemen bizim komutanın elini sıkmış bütün birliği de tek tek alınlarından öpmüş... "Zaten İngilizcenizin mükemmeliğinden anlamalıydım. Beni affedin" demiş
 
Churchill ile İsmet İnönü'nün ünlü Adana buluşmasında tarihin akışını değiştiren asıl olay İnönü'nün Churchill'e kanmayıp Türkiye'yi savaşa sokmaması değilmiş. Bu görüşme sırasında İnönü modern tıp dünyasına büyük bir yardımda bulunmuş.

İki lider buluştuklarında Churchill İnönü'yü ikna etmek için elini kolunu sallayarak hararetle konuşuyormuş. Ancak İnönü kurt politikacı tabii aslında karşısındakinin niyetini bildiğinden ve kararını çoktan verdiğinden pek de dinlemiyormuş. Öyle sağa sola bakarken Churchill'in elindeki lekelere gözü ilişmiş. Churchill'in ısrarlı konuşmasını durdurmak için bir ara "Sör elerinizin durumunu beğenmedim. Hayrola?" deyivermiş. İngiliz: "Hiç sorma İsmet Paşam! Egzama oldum ve tedavisi de yok mendeburun" demiş.

İsmet Paşa konuyu usturubuyla değiştirmenin yolunu bulduğu için gülümsemiş ve demiş ki: "Sör Winston sen bu işi oldu bil". Bundan sonra iki liderin görüşmesi egzamadan başlayıp geyiğe sarmış. Churchill de bir sonuç elde edemeden gerisin geriye dönmüş.

Görüşmeden sonra Ankara'ya dönen İsmet Paşa peynircibaşını çağırmış. Ustadan Churchill'e iki teneke küflü peynir yollamasını istemiş. Churchill'e gidecek pakete konması için bir de not yazmış. Notta "Azizim ellerini bunla sabah akşam ov. İki güne bir şeyin kalmaz. İmza: İsmet İnönü" yazıyormuş. Churchill Türkiye'den gelen paketi açınca dudak bükmüş önce ama bir kaç gün sonra elleri iyiden iyiye bozulmaya başlayınca İnönü'nün tavsiyesine uymuş. İki gün içinde ellerinde egzama megzama kalmamış. Churchill kalan bir tenekeyi hemmen labaratuara yollamış. Uzmanlar küflü Türk peynirinde acaip antibiyotikler keşfetmiş. Bugün egzema tedavisinde kullanılan kimi antibiyotikler İnönü'nün gönderdiği tenekede bulunanlarmış
 
İngiltere Cumhurbaşkanı Atatürk’ü ziyarete gelmiş Ankara’ya. Erzurumlu Teyyo Pehlivan da tesadüf Mustafa Kemal’in yanındaymış. Erzurum’un bi meselesi varmış kentin ileri gelenleri çok rica etmiş “Ata seni kırmaz n’olur şunu bi hallediver” demişler Teyyo Pehlivan da bu nedenle Gazi’ye gelmiş. Bi ara Atatürk’le İngiliz Cumhurbaşkanı satranç oynamaya karar vermiş. Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı’na “Oynayalım ama yenersem bana ne vereceksin?” demiş. Bunun üzerine İngiliz “Yenersen Kuzey İrlanda’yı sana veririm. Ben yenersem sen ne vereceksin?” demiş. Gazi biraz düşünmüş “Eğer ben yenilirsem sana Doğu Anadolu’yu veririm” cevabını vermiş.
Bunu duyan Teyyo Pehlivan hemen itiraz ederek “Oo Paşam bizim ev n’olacak o zaman?” diye sitem etmiş. Atatürk “Doğru” demiş “Doğu Anadolu’yu veririm ama Teyyo’nun evi hariç”. Bu kez itiraz sırası İngiltere Cumhurbaşkanı’na gelmiş “Teyyo Pehlivan’ın evi yoksa ben Doğu Anadolu’yu ne yapayım” demiş ve satranç oynamaktan vazgeçmiş.



KONUNUN UZMANI DİYOR Kİ :

Hayatının son yıllarında da olsa ulusal şöhreti yakalamayı başaran Erzurumlu Teyyo Pehlivan -Gerçek adıyla Tayyip İde- bilindiği gibi “masum” yalanlarıyla ünlü. 1998’in son ayında hayata veda eden Teyyo Pehlivan’ın kahvelerde insanları etrafına toplayarak anlattığı pek çok yalan daha şimdiden şehir efsanesi durumuna gelmiş bile. Emin olun bi’kaç yıl sonra bunların masum yalanlar olduğu “unutularak” her biri kendi başına yaşanmış birer hikaye gibi anlatılacak
 
Biliyorum Çocuğum..

Hatay sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi. Atatürk sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine içini döküyordu.
-Hatay işi benim kişisel davamdır. Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki beni meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız.
Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak:
-Atatürk! Üzülme arkanda biz varız diye bağırdı.
Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları kalkmış ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk onun bu sözüne karşılık olarak:
-Biliyorum çocuğum onu bildiğim için böyle konuşuyorum diye karşılık verdi
 
TÜRK ün Şanı...

Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.
-Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız? diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum.
Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıta çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.
Mustafa Kemal başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
-Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıta çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:
-Sen diyordu nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil sen onların ayağına su bile dökemezsin...
Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım.
-Yüzbaşı efendi susunuz!
Diye bağırdım birden şaşırdı sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.
-Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi ben de
-Evet çok fena hakaret ettiniz buna hakkınız yok bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir fakat senin de benim de Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir.
Yüzbaşı başını önüne eğdi utanmıştı.
Yıllar sonra bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:
-Bu ve buna benzer olaylar Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.
Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk Türk Milleti’nin asaletine büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir milletine:
-Ne mutlu Türküm diyene
hitabıyla seslendiği zaman buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı:

Ali Fuat CEBESOY Sınıf Arkadaşım ATATÜRK
 
ŞEHZADE

1921 Haziran’ında Ankara’daki Milli Devlet Birinci ve İkinci İnönü Zaferlerini kazanmış İngiltere ve Fransa ile görüşmeler yapılmış; varlığını bütün dünyaya tanıtmış bulunuyordu.
O zamana kadar saltanatı kurtarmak için düşmana yaranmak ve bu amaçla Türk milletinin zincire vurulmasına bile razı olmaktan başka çare görmeyen padişah şüpheye düştü:
-Ya milli hükümet bu davayı kazanırsa? O zaman Osmanlı sülalesi suçlu görülmeyecek mi? Her ihtimale karşı bir şehzadeyi Anadolu’ya yollamalı Milli Mücadele’de Osmanlı sülalesinin de payı olduğunu iddiaya hak kazanmalı!...
Veliaht Mecit Efendi’nin oğlu Şehzade Faruk bir vapura bindirildi; İstanbul’la Ankara arasında en kısa yolun başlangıcı olan İnebolu’ya gönderildi.
İleriyi göremeyenler için bir şehzadenin Ankara’ya gelmesi Türk milletinin hiç olmazsa manevi kuvvetini artırırdı; halbuki saltanat en büyük bela idi.
Şehzadenin geldiği Ankara’ya bildirildi; ne yapılacağı soruldu. İçişleri Bakanı şu emri verdi:
-Şehzadeyi layık olduğu tören ve saygıyla İnebolu’ya çıkarınız!
Şehzade Faruk Anadolu toprağına ayak bastı; onun şerefine İnebolu kasabası bayraklarla donatıldı; her tarafta şenlik havası vardI
Atatürk bunları öğrenince tehlikeyi sezdi; hükümet adına verilmiş ve uygulanmış olan emre rağmen kendi imzasıyla İnebolu’ya şu telgrafı çektirdi:
“Şehzadenin hemen vapura bindirilerek İstanbul’a geri gönderilmesi”

Bu telgraf mevcut tehlikeyi göremeyen ile ufkun ötesini görenin farkıydı
 
Kanije Destanı ...Mutlaka Okuyun..!!!!


Estergon gibi Avrupa içlerindeki serhad kalelerimizden biri de Kanije Kalesi idi. 1600 yılında ele geçirilen kale 1601 yılında 100 bin kişilik bir düşman ordusu tarafından kuşatıldı. İşte bu destan kalede bulunan 9 bin Türk gazisinin ihtiyar mücahid Tiryaki Hasan Paşa komutasında bu 100 bin kişiye karşı verdiği şanlı mücadeleyi anlatır...

Yıllardan beri Osmanlı'nın karşısına hiç bir devlet yalnız çıkamıyor en az üç - beş devletin ordusu bir araya gelerek hareket ediyordu. Yine öyle oldu. Avusturya İtalyan İspanyol Malta ve Papalık askerleri ile Macar ve Fransız gönüllüleri geleceğin imparatoru Arşidük Ferdinand komutasında Kanije Kalesi'ni kuşattılar.

Kanije Kalesi'nin etrafı bataklıkla ve kaleye ulaşmak için köprüler kurmak gerekiyordu. Daha bir yıl önce Türkler başarmıştı ama şimdi onların yaptıklarını taklide kalkışan düşman bunu beceremiyordu. Kurdukları köprülerin gece vakti kale içine çekildiğini görüp neye uğradıklarını şaşırıyor çok sayıda kayıp veriyorlardı.

Bu arada iki düşman askeri esir alınmıştı. Tiryaki Hasan Paşa onları sorguya çekince düşman ordusu içinde bulunan Macarlara pek güvenilmediğini anladı. Peygamber Efendimizin "Harp hiledir" Hadis-i Şeriflerini hatırladı ve düşündüklerini Kara Ömer Ağa'ya anlattı.

Kara Ömer Ağa iki esiri alıp götürdüğü ve onlara :

- "Aslında kendisinin de onlardan olduğunu küçükken devşirilip orduya alındığını" anlattı. "Her gece bin kadar Macar fedaisinin kaleye geçip Türklere yardımcı olduğunu bu durumda işlerinin çok zor olduğunu" söyledi. Kalede bulunan asker ve mühimmat hakkında da oldukça abartılı rakamlar verip onları salıverdi.

Esirlerin götürdüğü haberler düşman ordusunun moralini bozmaya yetmişti. Ferdinand bunu önlemek için askerlerine büyük vaatlerde bulundu. Burçlara ilk çıkacak olanlara 10 köy Tiryaki Hasan Paşa'yı yakalayacak olana ise 40 köy vaad ediyordu. Böyle dolduruşa getirilen düşman ordusu ertesi sabah toplu bir hücuma giriştiyse de Tiryaki Hasan Paşa'nın ustaca manevraları karşısında sonuç alamadılar ve üstelik 18 bin ölü verdiler.

Artık karşılıklı toplar konuşuyor ama Türk ordusunun stokları gittikçe azalıyordu. Bu savaş bir güç gösterisinden çok Tiryaki Hasan Paşa'nın kurnazlıkları ve harp hileleriyle ayrı bir havaya bürünmüştü. Türk ordusundan kaçan iki devşirmenin kaledeki gerçek durumu düşmana bildirmeleri üzerine yeni bir oyun oynadı. Ellerinde bulunan esirlere onların kendi adamı olduğunu inandırıp salıverdi. Böylece düşmanın yeni bir toplu hücuma kalkması önlenmiş oldu. Sahte mektuplarla Avusturyalılarla Macarların arası iyice açıldı. Avusturyalıların Macar beylerini idam etmeyi kararlaştırdıkları bir sırada Macar askerleri durumu öğrenip kaçtılar.

Böylece zaman kazanılmış ve kış günleri gelip çatmıştı. Düşman ne yapacağını düşünürken Kara Ömer Ağa yanına 300 kişi alıp dışarı çıktı ve baskın hareketlerinde bulundu. 900 kişiyi öldürüp 150 esir aldı ve ele geçirdiği 12 topla geri döndü. Düşman panik halindeydi. Bu durumu değerlendiren Tiryaki Hasan Paşa kalede yalnızca 600 kişi bırakarak dışarı çıktı ve hücum emrini verdi. Artık düşman dağılmış kaçıyordu. Akşama kadar 30 bin ölü verdiler ve kalenin çevresi tamamen boşaldı. Geriye düşmandan 47 büyük kuşatma topu 24 bin tüfek 60 bin çadır 14 bin kazma - kürek binlerce araba dolusu yiyecek - giyecek barut ve ilaç erzak ve mühimmat kaldı.

Bu dünya tarihinde eşi görülmemiş bir gerçek destandı. 9 bin Türk askeri kendisinden en az 10 kat fazla bir orduya karşı arslanlar gibi dövüşmüş ve düşmanı adeta topyekun imha etmişti. İşte "Bir Türk on düşmana bedeldir" sözünün isbatı ve işte bu destanın gerçek kahramanı 70 yaşındaki bir Türk büyüğünün bizlere verdiği ders...

Bu akıl almaz derecedeki büyük başarı üzerine Cihan Padişahı Üçüncü Mehmed Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik rütbesi veriyor ve alışılmışın aksine bizzat kendi eliyle hazırladığı "Hatt-ı Hümayun"u gönderip şöyle diyor:

"Yerin ve ğöğün sahibi olan Yüce Allah'a hamdolsun ki Osmanlı Devleti'ne senin gibi paşalar ve askerlerin sayesinde nice zaferler nasib eyledi.

Sevgili Peygamberimize salât ve selâm olsun ki seni ve Devlet-i Aliyye askerlerini kendi yolunda cihad eylerken görürüz.

Ettiğin hizmetler yüce dergâha arzedilip adın iyi adlılar defterine yazılır olmuştur. Berhudar olasın; sana Vezirlik verdim. Seninle birlikte bulunan askerlerim dahi manevi oğullarımdır yüzleri ak ola... Bu mektubumu al kahraman askerlerime okuyup 'Allah'a Peygamber'e ve sizden olan devlet reisine itaat ediniz' mealindeki ayet-i kerimenin yüce manasını onlara bildiresin. Seninle orada bulunanlara dilediklerini ver. Hepinizi Cenab-ı Hakk'a emanet ederim."

Ve işte iltifat karşısında mahçup olan gözyaşlarını tutamayıp ağlayan ve sevinecek yerde üzülen o büyük insanın yine gözyaşları içinde söylediği sözler:

"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmet karşılığı bize vezirlik vermişler ve 'Hatt-ı Hümayun' göndermişler. Halbuki Kanuni Sultan Süleyman Makbul İbrahim Paşa'yı tam bir selahiyetle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline böyle bir yazı vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve Sakız Adası'nın fethi gibi nice zaferler kazandığı halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslam Halifesi'nin Hatt-ı Hümayun'u Kanije savunması gibi küçük bir hizmete mükafaat olmaya başladı. Devletin vezirliği benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim?"

Tiryaki Hasan Paşa'nın o eli öpülesi pir ü fani'nin altın harflerle yazılıp günümüzde her evin her makamın baş köşesine çerçeveletilip asılması gereken bu sözleri üzerine söz söyleyip yorum getirmeye bilmem lüzum var mı
 
Geri
Üst