Tasavvufta Kullanılan bazı söz ve terimler

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Tasavvufta Kullanılan bazı söz ve terimler
tasavvufta kullanılan terimler tasavvuf terimleri ve anlamları tasavvufi terimler ve anlamları bazi tasavvufi tasavvuf terimlerinin
Mürid:
Mürid (irade eden; bağlı olan); kalbini Allah-u Zülcelal'den gayri her şeyden yana öldürmüş, sadece O'nu arzulayan, O'na müştak, dünyanın süsünden, debdebe ve ihtişamından yüz çevirmiş kimsedir. Gerçek mürid, yüzünü Hakk'a yönelten ve O'na ulaşmak için tarikat disiplinine uyan, mürşidine bağlı bir vasfa sahiptir. Küllî iradeye teslim olana teslim olmak, Hakk'a teslimiyettir.

Keramet:
Mü'min ve sâlih bir kimseden meydana gelen harikulade haller, olaylardır. Mucize ise Peygamberlerden sadır olur. Kera-met velayetin şartı değildir, bir kimsenin veli veya mürşid olarak kabulü için görülmesi veya gösterilmesi gerekmez. Salih kimselerin dışında bazı kimselerden zuhur eden olağanüstü hallere ise "istidraç" denir. Fasık, günahkâr ve ahlakî kemalatı olmayan kişilerin bu tür halleri, istidraç veya sihir olup; Allah Dostlarının halleriyle hiçbir alakaları yoktur.
Nakşibendî sadatı, kerametlerini gizlemeyi, Allah-u Zülcelal'e edebin gereği saymışlardır. Kerametin hak olduğunu Kur'an-ı Kerim'deki; Ashab-ı Kehf, Meryem Kıssası, Belkıs Kıssası gibi bölümlerden anlamaktayız. Buna Kur'an-ı Kerim’den şöyle bir örnek verebiliriz.
Neml suresinde geçen Süleyman aleyhisselam'ın kıssası şöyle anlatılmaktadır:
"(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak gördü..." (Neml; 38-40)
İşte bu, hem alim ve salih olan evliyaların kerametine, hem de tevessüle çok büyük bir örnektir.

Keramete başka bir örnekte şudur.
Hz. Ömer radıyallahu anh, Sariye komutasında bir orduyu sefere yollamıştı. Bir süre sonra cuma hutbesini verirken, birden:
"Ya Sariye! Dağa çekil, dağa çekil!" diye bağırdı. Cemaat birbirine baktı. Hz. Ali radıyallahu anh:
"O, söylediklerinin altından çıkacaktır. Boşu boşuna konuşmaz." dedi. Namazdan sonra Abdurrahman bin Af radıyallahu anh, Hz. Ömer radıyallahu anh'ın yanına girdi ve:
"Halkın seni kınaması için verdiğin açıkların en kötüsü kendi kendine konuşmandır. Bu davranışınla onlara dedikodu imkanı veriyorsun. Konuşurken:
"Ya Sariye! Dağa, diye bağırdın. Bu ne demekti?" diye sordu. Hz. Ömer radıyallahu anh dedi ki:
"Vallahi kendimi tutamadım. Kardeşlerimizin dağın önünde çarpıştıklarını, düşmanın önden ve arkadan onlara saldırdıklarını gördüm."
Bir ay sonra Sariyenin postacısı geldiğinde durum açıklığa kavuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh'ın aleyhinde konuşanlar şöyle dediler:
"Bu adama ilişmeyin; Allah, ona lütuf ve ikramda bulunuyor." (Ebu Nuaym)

Murakabe:

Allah-u Zülcelal'in manevi olarak bütün hallerimize muttali olduğunu düşünerek; müridin kalbini daimi olarak gözetip masivadan ari tutması ve Rabb'inin her an onu gözettiğini bilerek o şuurla O'nun rızası doğrultusunda amel etmesidir. Murakabe üç kısımdır:

1- İbadetindeki murakabesi; ihlas, ikmal ve âdâbına riayet etmesi ve onun sıhhat ve sevabını giderecek afetlerden korumasıdır.

2. İsyan etmiş, günah işlemiş ise murakabesi, tevbe etmek, pişman olmak ve günahlardan sakınmak, haya üzere bulunmak ve tefekkürle meşgul olmaktır.

3. Mübah (gündelik) işlerinde murakabesi; edeblere riayet, nimet ile vereni müşahade ve O'na şükretmekle olur.

Mücahede-Muhasebe:
Mücahede, müridin, nefsinin isteklerini, arzu ve emellerini yerinde değerlendirip; Hakk'ın razı olacağı şeyleri yapmak, razı olmayacağı isteklerini ise terk etmeye çalışması ve bu yönde göstereceği gayret demektir. İnsan her üç saatte bir veya en az günde bir defa nefsiyle muhasebe (hesap) görmeli; bir hata veya günah yaptığı zaman onu cezalandırmalıdır.

Hal:
Müridin, manevî bir terbiyeden sonra, kazandığı güzel hasletlerin onda yerleşip istikrar bulduğu, gayri iradi bir durumdur. Hal, ilahî mevhibeden kalpte meydana gelen neşe, hüzün, kabz, bast, şevk, heybet, üns ve benzeri manalardır. Makamat gibi mücahade, İbadet ve riyazet yolu değil; murâkabe, kurb, muhabbet, havf, reca, müşahade ve yakîn gibi durumlardır.
Şeriat, Tarîkat ve Hakîkat (Ma'rifet):
Şeriat, dinin hükümleri; tarikat, bu hükümlerin zahiri ve batınlarıyla birlikte tatbikine gayret etmek; hakikat ise bu gayret neticesinde, şeriat ahkamının o kimse üzerinde sıfatlaşması, istikamet bulmasıdır.
Bir örnek verecek olursak; zekat vermek şeriatın hükmüdür. Fakat zekatı veren kimsenin, vermeden ve verdikten sonra: "Keşke vermeseydim, malım eksildi." veya: "Niçin bunu veriyorum?" gibi düşünceleri kalbinden geçirmesi, ibadetine zarar verir. İşte bu gibi düşüncelerle mücadele etmesi, bunları yenmek için her düşünce ve gayreti tarikattir. Bu mücadelelere girmeksizin, dinin hükümlerini; kolaylık, gayret ve muhabbetle yerine getirmesi haline ise hakikat denir. Hakikate ulaşan kişi her yaptığını derin bir idrak ve yakîn üzere yapar, yaptığı her şey Allah'ın rızasına uygundur.

Seyr-u Sülûk:
Seyr; tarikat kurallarının tatbiki neticesi mânevî yükselme demektir. Sülûk, yola gitmek, salik de yolcu demektir. Seyr-i Sülûk; Allah- Zülcelal'e ulaşmaya (vusûl) kabiliyet kazanmak için güzel ahlak sahibi olmaya çalışmaktan ibarettir.

Sohbet:
Sohbet, bir makam, bir derecedir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına ifade ve ivazlarını (söylemek istediği şeyleri) ekseriyetle sohbetle yapmışlardır.
Arifler bazen müridlerini bir sohbet ile Hakk'a ulaştırmışlardır. Her ne kadar ariflerin sohbetleri zahiri olarak vaaz ve nasihatlarda anlatılanlara benzemekteyse de gerçek manada diğer insanların sözleri ile kıyaslanamaz. Çünkü ariflerin sohbetlerinden feyz ve bereket yağdığı gibi nazarlarından da feyz ve bereket yağar. Çünkü onlar Allah-u Zülcelal'in nuru ile bakarlar.
Tarikat erbabı sohbete çok büyük önem vermiştir. Allah-u Zülcelal'in sevgisini celbetmeye en büyük vesile, Allah-u Zülcelal'i seven zatlarla sohbet etmektir. Nitekim, sohbet meclisi fenafiş-şeyh, fena fi'r-resul ve fena fillah olmanın vesilesidir.
Sırrı-i Sakati Hazretleri şöyle demiştir:
“Sohbetin hukuku ağır, vebali çoktur, edebi çok mühimdir. Mürid sohbet edeceği zata karşı çok edebli olmalıdır. Bu edebi bilirse, sohbette fayda çoktur.”

Bu açıdan sohbet iki kısımdır:

1. Eğer bir kimse, kendisinden daha olgun bir şeyh ile sohbet ediyorsa, ona hizmet ediyor ve onun hizmetinde bulunu-yor demektir.

2. Kendisinden aşağı olan bir kimse ile yapılan sohbet ise şefkat ve rahmet duygularından dolayı yapılan sohbettir. Çünkü, kendisinden aşağı olan bir kimse ile sohbet de dostluk, arkadaşlık, sevgiden dolayı yapılan bir sohbettir.
İbrahim b. Şeyban Hazretleri şöyle demiştir:
"Sadece kendi çıkarlarını düşünen kimselerle konuşmayız."
Bir gün adamın biri Sehl b. Abdullah Hazretlerine: “Seninle sohbet etmek istiyorum.” dedi. Sehl Hazretleri: “İkimizden biri ölünce kiminle sohbet edeceğiz?” diye sorunca, adam şöyle cevap verdi: “Allah-u Zülcelal ile sohbet edeceğiz.” O zaman Sehl Hazretleri: “Sen benim sohbetime layıksın.” buyurdular.
Zinnun-i Mısri Hazretleri şöyle demiştir:
"Seni hasta iken ziyaret eden, yokluğunda seni gözeten kimseler ile sohbet et."
Allah-u Zülcelal ile sohbet, O'nun emirlerine uymakla olur. Halkla sohbet ise onlara nasihat etmekle olur. Nefis ile sohbet de ona muhalefet etmekle olur. Şeytanla sohbet ise onu düşman olarak tanımakla olur. İhvanla sohbet yardımlaşmakladır. Mürşid ile sohbet, var olanı, ona feda etmektir.
Sohbette, karşılıklı samimiyet ve ihlas bulunmalıdır. Tek yönlü sohbetten hayır gelmez.
Hasan-ı Şazeli kuddise sırruh şöyle demiştir:
“Nefsini senin nefsinden üstün tutan kimse ile sohbet etme. Çünkü, bu kişiler kınayıcı olur. Seni kendi nefsinden daha üstün tutmayan biri ile de sohbet etme. Çünkü, bunların sohbeti çok fazla devam etmez.”
Ali Rabati Hazretleri şöyle rivayet etmiştir:
"Bir gün Abdullah Mervi Hazretleri ile yola çıktık. Şiddetli bir yağmur yağdı. Kendisi ile yola çıkmadan önce bana:
"Emir mi yoksa memur mu olmak istersin?" diye sormuş; ben de: “Memur olmak isterim.” demiştim. Şiddetli yağmur altında geceyi bir ovada geçirmek zorunda kalınca, bütün gece namazlığı üzerime şemsiyelik yaptı. Kendisine:
"Böyle yapmayın, oturun, ben sizi yağmurdan koruyayım." dedim. Kabul etmedi ve:
"Amir benim ve ben sana otur diyorum." dedi. Sonunda yolculuğumuz bitince: "Seni kendi nefsine tercih etmeyen biri ile sohbet etme!" dedi.
Hakiki ve kâmil bir mürşidin sohbetine devam etmek, en yüksek, en güzel ve en sağlam yoldur. Bundan dolayı sohbete se-verek ve sağlam bir şekilde bağlanarak devam edilmelidir.
Sohbet, ilmi ve tecrübeyi artırır. Batınî gözleri açar ve basireti kuvvetlendirir.
Sohbet, insanı zahiren ve batınen kuvvetlendirir.
Nakşibendi tarikatı sohbet yoludur. Şeyh Abdurrahman-i Tahi kuddise sırruh şöyle demiştir:
"Büyüklerle sohbet başlangıçta zordur. Onun içindir ki, ihvanların birbiriyle sohbet etmeleri daha faydalıdır."

Cezbe:

Şöyle bir söz rivayet edilmektedir:
"Rahman cezbelerinden bir cezbe, ins ve cinnin amellerine müsavidir."
Cezbe, Allah-u Zülcelal tarafından kuluna bir ikramdır.
Bu cezbe, ister namazda ister namaz haricinde olsun; gücü nisbetinde, kişinin, cezbesini tutması lazımdır. Şayet takatinin dışında olan ses ve hareketlerse, hiç kimse bir şey söyleyemez. Allah'ın rahmetinin ağırlığına kim dayanabilir ki?
İmam Ahmed b. Hanbel Müsnedinde, Hz. Ali radıyallahu anh'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Ali'ye:
"Sen bendensin." Hz. Cafer'e "Senin ahlakın ve yaratılışın benim ahlakım ve yaradılışım gibi." Hz. Zeyde de "Sen benim azadlığım (azad olmuş kölemsin.) sın." demiştir. Bu şe-kilde söylemesi üzerine, vecde (cezbeye) gelip, tek ayak üzerinde dolaşmaya başlamışlardır.
Bu sahabilerin, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda, böyle bir harekette bulunmaları mümkün değildir. Fakat takatlerini aştığı için kalkıp semaya başlamışlardır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda, takatin dışında böyle bir olay zuhur ediyorsa, zamanımızda da böyle şeyler zuhur edebilir. Onun için bu gibi durumlara dil uzatmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Ama özellikle namazda kendini tutması lazımdır. Çünkü namazda iki harf çıkması ya da üç hareket olması halinde namazı ifsad edeceği için çok dikkatli olunmalıdır.
Namaz dışında rahmet ve feyzin gelmesi halinde, kendini serbest bırakmalı ve ses çıkacak diye rahmet ve feyzi nehyetmeye çalışmamalıdır.
Çıkacaksa ses, o feyz ve nisbetten çıksın. Kişi kendini sıkıp, Allah-u Zülcelal'den gelen feyz ve berekete engel olmasın...
 
Tasavvufta Murakabe, Murakabe Nedir? Murakabe Nasıl Yapılır?
Varlık âleminde Allah’ın isim ve sıfatlarını görmeye ve üzerinde düşünmeye tefekkür, yapılan günahlar ve iyilikler üzerinde düşünmeye ve günahlara tövbe, güzel amellere şükretmeye muhasebe denir.

Murakabe, kulun Allahın kendisini gözetlediğinin şuurunda olduğunun çabasıdır. Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek doğru değildir. Bu hadis-i şeriflerde de yasaklanmıştır. Ama kulun Allah’ın (c.c.) kendisini gözetlediğini düşünmesi büyük bir ibadettir. Buna ihsan hali de denir. Tasavvufun gayesi bu ihsan halini meleke yapmaktır.

Bilindiği üzere ihsan, meşhur Cibril hadisinde çok güzel tanımlanmıştır. Hz. Cebrail Aleyhisselam insan kılığında bir gün Mescid-i Nebevi’ye gelerek peygamberimize (s.a.s) bazı sorular sormuş, sonra da verilen cevapları ‘Doğrudur.’ diye bizzat kendisi tasdik etmiştir. Bu durum orada hazır bulunan sahabelerin de dikkatini çekmiştir. En son olarak peygambere (s.a.s) sorduğu ‘ İhsan nedir?’ sorusuna şöyle yanıt almıştır: İhsan, senin Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen Allah’ı görmesen de Allah seni görmektedir. İşte murakabenin de amacı bu ihsan halini yakalamaktır. Namazda huşuyu temin için belirtilen huzur hali, yani Allahın (c.c.) karşısında ibadet etme duygusunu yaşatan hal, murakabenin de ta kendisidir. Murakabe namaz dışındaki vakitleri de namaz gibi büyük bir ibadete dönüştürür. Günlük beş vakit namaz, murakabenin yanında sanki arabanın kontak anahtarını çevirmek gibidir. Namaz dışındaki diğer zamanlar için yapılan murakabe ise arabanın hedefe doğru hareket etmesine benzer. Huzurla (yani Allah’ın karşısında olma duygusu ile) kılınan namazlar, zamanla kişiye ibadetteki ihsan halini yaşatmakla kalmaz, murakabeye de zemin hazırlar. Zaten ihsan hali ile murakabenin aynı şeyler olduğunu da ifade ettik.

Murakabe sırasında namazda olduğu gibi insanın üzerine Allah’tan feyz ve nur akmaya başlar. Devam eder.

Murakabe çok zor bir ibadettir. İnsanın tek başına bu hali gün boyu koruması şurada dursun beş dakika bile sürdürmesi imkânsızdır. Çünkü nefis murakabede çok zorlanır. İnsan namazda bile huzur halini birkaç dakika devam ettiremiyor. Namaz sırasında insan nefsi dünya işleri ile meşgul olarak huzur halini bozmaktadır. Namaz dışındaki murakabe hali de namazdaki huzuru yakalamamaya benzer. Nefis Allahın kendisini izlediği, Allahın kendisi ile beraber olduğu düşüncesinden hemen sıkılmaya başlar ve bunun doğal sonucu olarak da murakabeden kaçar.

Tarikatlar insan için çok zor bir ibadet olan murakabe yerine müridi önce rabıta yolu ile eğitmeye çalışırlar. Rabıta ile murakabe birbirlerine çok benzerler. Yöntemleri ve amaçları aynıdır. Rabıtada hayal edilen şeyh murakabede olduğu gibi müridin üzerine feyz ve nur dalgalarını serper. Şeyh somut ve bilindiği için rabıta nefse murakabeye göre daha kolay gelir. Onun için nefsin rabıtaya alışması zor değildir. Kişinin emmâre ve levvâme nefislerde rabıtayı alışkanlık haline getirip bütün hayatına yayması gerekir. Oysa bu evrelerde kişinin murakabeyi alışkanlık haline getirmesi ise adeta imkânsızdır.

Rabıtaya karşı olan bazı kişiler şu sözü çok dile getirirler: ‘Biz niçin ilk dönem velilerin eserlerinde, hayatlarında rabıtaya rastlamıyoruz?’ İlk dönem velileri murakabe gibi bir yolla nefislerini olgunlaştırmışlardı. Elbette rabıtanın yabancısı değillerdi. Çünkü onlar da peygamberlerin ve velilerin ruhlarından feyz, nur almayı ve onlarla konuşmayı biliyorlardı. Çünkü murakabelerinin tabii sonucunda veli olduklarında bu yetenekleri elde ediyorlardı. Daha doğrusu Allah onlara bunları hediye olarak da sonradan veriyordu. Ama puta tapma yasağının tabii sonucu bu sırlarının toplumda yanlış anlaşılacağını ve değerlendirileceğini bildiklerinden bunları sofilerin eğitiminde pek uygulamaya koymamışlardır. Daha sonra İslam toplumlarının olgunlaşması ve tarikat pirlerinin ortaya çıkışı ile birlikte murakabeye zemin hazırlayan ve sofinin yetişmesinde, olgunlaşmasında, seyr ü sülukunda, nefis merhalelerinin kat edilmesinde bu son derece önemli bir yeri olan rabıtaya da yer ve değer verilmiştir.

Mülhime nefse ulaştığında sofinin telebbüsü rabıta ile birlikte murakabeye yönelmesi gerekir. Telebbüsü rabıta şeyhin kılığına bürünme, kendisini ortadan kaldırıp vücudunda şeyhi ikame etme çabasıdır. Bu halle kendisinin Allah’la birlikte olduğunu düşünme veya Allah’ın kendisini gördüğünü, izlediğini, kontrol ettiğini, takip ettiğini düşünmesidir. Bu durum kişide zamanla meleke halini alır. Artık her zaman Allah’la birlikte olur. Görünüşte zor gibi olan bu durum zamanla sanki araba kullanan bir insanın yanındakilerle konuşması, sigara içmesi, başka ufak tefek işleri de yapması gibi rahat bir durum halini alır. İşte bu murakabe halini yakalayanlar Allah’a yükselmede şimşek hızını elde ederler. Çeşitli halleri yaşamaya başlarlar. Bütün bunlar yalnız başına yapılabilecek ve yaşanabilecek şeyler değillerdir. Bir yol göstericiyi gerekli kılarlar. Bu yola girecekler için mürşid-i kâmil zorunludur. Zira bu sırada insana ezeli düşmanı şeytanlar da musallat olabilirler. Yaşanan bazı halleri Rahmani diye yutturmaya kalkarlar. Bu yolda daha önce yürümüş birisinin rehberliği olmadıkça insanın ayağı her an kayabilir.

Murakabe ile insanın üzerine nur ve feyz dalgaları akmaya, daha doğrusu adeta yağmur gibi yağmaya başlar. Bu sayede ezeli düşmanı şeytana karşı ruhu da güçlenir. Zira nur ve feyz ruhun gıdalarıdır. Ruhun güçlenmesi ve şeytan karşısında kendisini savunabilmesi için nur ve feyz ekmek ve su gibidir. Şeytanlar nur ve feyzden rahatsız olurlar. Bu rahatsızlığın sonucu olarak da zzzzz veya sssss sesine, yani arı uğultusuna benzer ve sürekli devam eden bir ses çıkarırlar. Elbette şeytanlar mülhime nefsi birdenbire terk etmezler. Çünkü çok inatçıdırlar. Ordular halinde sıra ile insanlara musallat olurlar. Bu uzun bir zamanı alabilir. Bu sırada vücudu bir duman gibi sararak letaiflerin çalışmasına engel olurlar, nurun ve feyzin müride ulaşmasının önüne geçerler. Ama mülhime nefisteki mürit murakabeye, zikre, rabıtaya devam ede ede üzerindeki nur ve feyz dalgalarını artırır ve buna paralel olarak da ruhu güçlenir. Bu sayede şeytanların kendisinden yavaş yavaş uzaklaşmalarını sağlar. Nur ve feyz dalgaları onların dermanlarını keser, onları uzaklaşmaya mecbur ederler.

Şeytanlar müride emmâre ve levvâme nefislerde de musallat olabilirler. Bu durumlarda iken sofilerin rabıtaya, özellikle telebbüsü rabıta önem vermeleri gerekir. Mülhime nefse ulaştıklarında ise telebbüsü rabıta ile birlikte murakabeyi hayatlarına yaymaları gerekir. Yani otururken, yürürken, başkaları ile konuşurken, işlerini yaparlarken her zaman Allah’ı da akıllarını getirmeleri, O’nun istiva ettiği arş-ı alada kendilerinin yanındaymış gibi izlediğini, gördüğünü düşünmelidirler. Bu sayede gün be gün olgunlaşırlar. Nefisleri mutmainne nefse doğru ilerlemeye başlar. Nasıl güneş bitkileri ısı ve ışığıyla büyütürse Allah (c.c.) da kendisini murakabe eden kişileri feyz ve nuru ile olgunlaştırır. İnsan-ı kâmil olmalarını sağlar.

Murakabede gelen feyz ve nur elbette rabıtadan gelen feyz ve nurdan daha çoktur. Ama emmâre ve levvâme nefis sahibi için murakabe kullanışsızdır. Yani tarikata yeni giren veya fazla mesafe kat etmemiş, daha doğrusu nefsi mülhimeye ulaşmamış dervişlerin murakabe yapmaları güçtür. Yapmaya çalışsalar bile bir verim alamazlar. Ayrıca murakabeden zevk de alamazlar. Ama mülhime nefis sahibi daha önce rabıta yolu ile ruhunu yavaş yavaş olgunlaştırmıştır. Zamanla rabıta yolu ile nur ve feyz dalgalarını algılamaya da başlar veya en azından bu sırada vücudunda bir dirilik hali yaşar. Mülhime nefse ulaştığında letaifleri açıldığı için nurları kalp gözü ile gördüğü gibi göğsüne gelen hoş bir baskı ile feyzi de algılar. Artık böyle bir sofinin murakabe derslerine de geçmesi gerekir. Zira kalp gözü açık olduğu için şeytanların da tasallutuna uğraması an meselesidir. Bazı şeytani halleri de yaşayabilir.

Rabıta bir amaç değildir, murakabeye geçmek için bir köprüdür. Ama sofi murakabeye geçse bile rabıta derslerini ihmal etmemelidir. Onun ayrı bir kazancı vardır. Şeyhi ile sadatlarla (zincirdeki şeyhlerle) hatta peygamberle manevi âlemde görüşmesi ve konuşması ancak bu yolla mümkün olacaktır. Yalnız diğer zamanlarda her anını telebbüsü rabıtayla murakabe yolu ile geçirmeye bakar.

Mülhime nefis insanların ayağının kaydığı bir yerdir. Yalancı peygamberler, mehdiler, kutuplar, veliler hep bu makamda iken çıkar. Çünkü sofiler mülhimede iken hem şeytani hem de Rahmani halleri yaşayabilirler. Çoğunlukla bunları birbirine karıştırırlar. Neyin Rahmani neyin şeytani olduğunu bilemezler. Gelen bu hallerle şımarıp şeyhlerinden üstün olduklarını ve şeyhlerinin kendilerini kıskandığını da sanabilirler. Çünkü şeytanlar bu konularda çok vesvese verirler. Kısacası mülhime nefis çok tehlikeli ve ayakların kaydığı bir makamdır. Bundan ileriye geçmek elzemdir. Kişi bu nefiste şeytanların konuşmalarını da işittiğinden çok büyük badireler yaşayabilir. Şeytanlar çeşitli tehditler ve şantajlar da yapabilirler. Sofi onların bu tür tehdit ve şantajlarını köpek havlaması gibi saymalıdır, onlara bir parça bile ehemmiyet vermemelidir. Ayrıca şeytanlar öyle tiyatro sahneleri tertipler ki sofileri kolayca kandırabilirler. Özellikle sofiye güya cinlerin reisi, şeyhülislamı gibi manevi makamları tevcih ederek onları yine güya kendi dişi cinleri ile evlendirerek zinaya düşürebilirler. Tabii bunlar nefsin de hoşuna gider. Daha bunlar gibi nice akla hayale gelmeyen oyunlar olabilir. Zaten böyle bir yanlışa düşen sofinin bir daha o çukurdan çıkması çok zordur. Manevi ilerlemesi durduğu gibi, gün be gün gerilemeye, hatta psikolojisi ve ruhu da bozulmaya yüz tutar. Şeytanların tuzaklarına düşmüş olur. Manevi gıdasızlıkların sonucu olarak ruhsal ve psikolojik bozukluktan başka yüzdeki veya vücuttaki bazı organların işleyişini bozacak çeşitli çarpmalar da, felç halleri de bundan sonra yaşanmaya başlanabilir. Allah (c.c.) korusun.

İnsanların bazıları şeytanları çeşitli duyu organları ile algılamaya başlayınca hemen ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Genellikle bu konuları istismar eden ve bu yolla para kazanan insanlara başvuruyorlar. Hâlbuki yarar bekledikleri insanlar da kendileri gibidirler. Yalnız onlar bazı rahatlama tekniklerini biliyorlardır. Örneğin çeşitli muskalar veya abdestli iken üzerinde bir iki küçük Kuran-ı Kerim taşıma gibi. Bunlar duruma göre cinni şeytanları biraz da olsa uzaklaştırmaya yardımcı olabilirler. Yoksa kimse öyle sihirli sözlerle, okunan dualarla şeytanları tamamen üzerinden atamaz. Atsa bile yine gelirler. Bu dünyada onlarla imtihan edilmekteyiz. Dahası cihat halindeyiz. Bu savaş hali son nefese kadar da devam edecektir. Son nefeste imanı onlara kaptırmamak için çok zorlu bir imtihandan geçirileceğimiz hadislerde belirtilmektedir. Buna göre, demek ki, şeytan musallatlarında mücadeleci bir ruh takınmamız gerekir. Pes etmek, korkmak, kaçmak bir Müslüman’a yakışan tavırlar olmamalıdır. Bilakis ibadet hayatımızı artırarak nura ve feyze talip olup şeytanı mağlup etme yoluna girmemiz gerekir. Yukarıda emmâre ve levvâme nefislerde bunun yolunun nasıl olduğunu belirttik. Mülhimede ise şeytanla mücadelede zikir ve rabıtanın yanında murakabe en başlıca temel yoldur.

Şunu unutmamak gerekir ki, şeytan her Müslüman’a musallattır. Hatta namaz kılmayan insanlara bile musallat olabilir. Bu durum ayet ve hadislerle sabittir. Üzerinde şeytan olmayan Müslüman yoktur. Ama Müslümanların çoğu bundan habersizdir. Şeytanlar bunlara vesvese yolu ile sokulurlar. Yani kendisini pek belli etmezler. Ama Müslümanlar tarikat yoluna girdiği zaman bazen kartlar açık olarak oynanmaya başlanabilir. Aslında her şey Allah’ın (c.c.) emri ve izni ile olur. Böyle bir durumda düşman bizim için bir kamçıdır. Sofinin hak yolda nura ve feyze ciddi bir şekilde yönelmesini sağlar. İbadetlere, özellikle rabıta ve zikre yönelmesine vesile olur. Allah (c.c.) şeytanları boş yere sofilere musallat etmez.

Tabii murakabenin temel işlevi Allah (c.c.) rızasını kazanmaktır. Şeytanla mücadelede sağladığı kazanç ancak talidir (ikinci derecedir, yan kazançtır). İnsan ibadetleri sadece Allah (c.c.) rızası için yapmalıdır. Başka bir gaye gözetmemelidir. İnsan murakabe sırasında ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü çok söylemeli, kalbini de bu söze göre düzenlemelidir.

Burada sözünü ettiğimiz murakabeye, maiyyet murakabesi (Allah ile birlikte olma murakabesi) denir. Şu ayete dayanır: ‘Ve her nerede olsanız O (Allah) sizinle beraberdir (Hadid suresi, ayet 4).’ Maiyyet murakabesi, bu ayette anlatılan hususu tefekkür edip hallenmekten ibarettir.

Aslında maiyyet murakabesine geçmeden önce belli bir zaman süresince İhlas suresinin okunup tefekkür edilerek Allah’ın doğru bir şekilde tanınması gerekir. Buna Ahadiyyet murakabesi denir.

Maiyyet murakabesi hal olduktan sonra diğer murakabelere geçilebilir: Akrabiyyet, muhabbet, vahdaniyyet murakabeleri…

Murakabelerin temeli ve anası maiyyet murakabesi olduğu için onun üzerinde durma lüzumu hissettik. O hal olduktan sonra diğerleri de inşallah kendiliğinden gelecektir.

Allah (c.c.) hepimize murakabesini ve bunun tabii sonucu rızasını nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi
 
Geri
Üst