“Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”
Yeni Sayfa 1
7-8 Ocak 2002 tarihleri arasında Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığının girişimi ve Öger Turizmin katkıları ile düzenlenmiş olan bilgi şöleni yapılmıştır.
Türk dili ile doğrudan ilgili kurum ve kuruluşlar dışında, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarının, bazı eski, yeni sayın bakanların, milletvekillerinin, Kültür Bakanlığının eski müsteşarlarının, yazılı ve sözlü basın organı müntesipleri ile üniversite öğretim üyelerinin, Türk dünyasından gelmiş bilim adamlarının, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin katılımı ile Dedeman Otelinin büyük kongre salonunda gerçekleştirilen toplantı, genel akışı ve uyandırdığı ilgi bakımından gerçekten bir bilgi şöleni olmuştur. Hele sayın Yargıtay ve Danıştay Başkanları ile bazı milletvekillerinin toplantıyı sürekli olarak izlemeleri, biz dilcileri ayrıca duygulandırmıştır.
7 Ocak Pazartesi günü saat 9.00-9.15 arasında rahmetli Ulvi Cemal Erkin’in ünlü yaylı sazlar dörtlüsü ile başlayıp Anadolu yaylı çalgıları dörtlüsü ile sona eren 15 dakikalık müzik dinletisinden sonra, toplantının açılış oturumuna geçilmiştir. Bu oturumda Öger Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Vural Öger ile ilk Kültür Bakanı Sayın Prof. Dr. Talât S. Halman ve Kültür Bakanımız Sayın M. İstemihan Talay tarafından toplantının niteliği, önemi ve dilimizin bugünü ile yarına uzanan hedefini değerlendiren nitelikli ve anlamlı birer konuşma yapılmıştır. Daha sonra, toplantının sabah ve öğleden sonraki oturumları ile iki gün boyunca toplam beş oturumu içine alan konulara geçilmiştir. Her oturumda, bir yerli, bir yabancı bilim adamının başkanlık ettiği toplantı programında, dilimizi çeşitli yönleri ile değerlendirecek 41 bildiri yer almışsa da, hava muhalefeti ve uçak seferlerinin iptali dolayısıyla, 7-8 katılımcının gelemediği görülmüştür. Ama buna rağmen, toplantının iki günde tamamlanabilecek biçimde düzenlenmiş olması, ister istemez bir sıkışıklık yaratmış ve konuşmacılara kongrelerde gelenek hâlindeki 20 dakikalık sunuş süresi yerine 15’er dakika verilmiş olması, bildirilerdeki önemli bazı noktaların bile alt başlıklarla verilip geçilmesine yol açmıştır. Bu sıkışıklık yüzünden, her oturumun sonundaki yarımşar saatlik tartışma ve değerlendirme süresi de bazı oturum başkanlarınca yalnız soru sorma biçiminde sınırlandırılmıştır. Oturum başkanlarınca, katkı ve değerlendirmeye de izin verilen oturumlarda ise, ele alınan konulara başka yönleri ile de ışık tutulabildiğinden sonuç elbette daha verimli olmuştur.
Sayın okuyucular, toplantının genel akışı üzerine yapılan bu kısa açıklamalardan sonra, şimdi sizlere bilgi şöleninde ele alınan konularla ilgili bilgi vererek bazı noktalardaki görüşlerimi sunmak istiyorum:
Prof. Dr. Mustafa Canpolat, Nermin Tuğuşlu, Sedat Nuri Kayış, Mustafa Balbay, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın ve Erkan Tan tarafından sunulan birinci oturum bildirilerinde, günümüzün çok önemli güncel bir konusu olan yazılı ve görsel kitle iletişim araçlarında Türkçenin yazılışı, söylenişi, yazılışı ve söylenişte yapılan çok yönlü yanlışlar üzerinde durulmuş, konuşmacılar bu türlü yanlışların dilde yol açtığı yozlaşma eğilimini çarpıcı örneklerle dile getirmişlerdir. Bildirilerin birkaçında yalnızca bu yanlışlar ve çarpıklıklar dile getirilmekle yetinilmemiş; böyle bir yozlaşmaya yol açan nedenlerin özellikle eğitim yetersizliğinden, ana dili bilincindeki zayıflık ya da körelmeden ve yabancı dil hayranlığından kaynaklandığı vurgulanarak alınması gereken önlemler sıralanmıştır. Dilimizin bugün içinde bulunduğu durum dolayısıyla bu önlemlerin başlıcalarını sizlere duyurmak yararlı olacaktır:
1. İlk ve orta öğretim kurumlarında sağlıklı bir Türkçe eğitim ve öğretiminin sağlanması. Liseyi bitiren her gencin, ana dilini doğru konuşup doğru yazabilecek bir düzeye getirilmesi, yani ilk önce sağlıklı bir eğitim; eğitim ve eğitim!
2. Bu eğitim, ilk ve orta düzeydeki eğitim-öğretim kurumlarının öğrencilerine değil, gerekirse öğreticilerine de uygulanmalıdır. Çünkü vaktiyle Millî Eğitim Bakanlığının verdiği kararla, eğitim enstitülerinde üçer-beşer aylık kurslarla nasıl öğretmen yetiştirildiği, dil bilgisi derslerinin bir süre nasıl programdan çıkarılıp askıya alındığı ve okutulup okutulmaması öğretmenin isteğine bırakıldığı, imlâ kurallarının dilin yapı ve işleyişini temel alan bilimsel ölçülerle değil, yazboz tahtası gibi kişiden kişiye değişen bilim dışı ölçülere bırakılarak sağlıklı bir temele oturtulamadığı hatırlanırsa, bu durum daha iyi anlaşılır.
3. Şimdiye kadar yazılan dil bilgisi kitaplarında; konuların sınıflandırılması, değerlendirilmesi ve terimlere bağlanması açısından, yer yer bütünüyle çelişen, sorun oluşturan ve bilimsel ölçülere ters düşen durumlar ortaya çıkmaktadır. Bu da ister istemez dil bilgisi eğitiminde ve yetişenlerin şekillenmesinde bir sıkıntı, bir ayrılık yaratmaktadır. Bu nedenle, bilimsel ölçülerle ve dili sevdirecek metin parçaları ile bezenmiş yeterli dil bilgisi kitaplarına gereksinim vardır.
4. Yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlar, ana dillerine ilgi ve özen gösteren bir anlayışa sahip kılınmalı, bu konuda bilinçli duruma getirilmelidir.
5. Radyo ve televizyon kanallarında görev alan spiker, sunucu ve program yapıcıları, fizik yapılarındaki düzgünlük ve güzellikten önce, dili kullanma yeteneklerine bakılarak seçilmelidir. Bu işler için görevlendirme yapılırken, başvuranların ana dili sözlü ve yazılı olarak kullanabilme yeteneklerinin uzman kişilerden oluşan komisyonlarca değerlendirilmesi gerekir. Bu yetenek radyo ve televizyon daire başkanlarında da aranmalıdır.
6. Yazılı basında, radyo ve televizyon kurumlarında gerekirse birer “Dil Denetleme Kurulu” oluşturulmalı. Buralara Türk dili araştırmalarında, Türk dili tarihinde ve Türkiye Türkçesi alanlarında gerçekten ün yapmış kimseler alınmalıdır. Ayrıca, bir hizmet içi eğitim başlatılmalıdır.
7. Önemli bir nokta da bütün aydınlar için olduğu gibi, yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlarda da sahteci; dili yozlaştırıcı yabancı söz hayranlık ve özentisinin yerine ana dili sevgi ve bilincini aşılayacak önlemler alınmalıdır.
8. Türk Dil Kurumunca, dilimize yeni girmiş yabancı sözcüklere bulunan karşılıkları yazılı ve sözlü basın organlarına benimsetecek önlemler alınmalıdır.
9. Dilimizi ilericilik-gericilik gibi politik ve gereksiz çatışmalara alet etmekten ve tasfiyecilik saplantısından kurtararak, yüzyılların oluşturduğu bugünkü canlı yapısı ile geliştirip, çağdaş dünya koşullarının gerekli kıldığı yeni söz ve terimlerin üretilebilmesi için bütün dil uzmanlarınca el birliği ile çalışılmalıdır.
Devlet Bakanı Sayın Yılmaz Karakoyunlu’nun tartışmalarda yer alan reyting “izleme oranı”, primetime “altın zaman” ve viyadük “köprü yol” sözlerinden hareketle ve etkili konuşmasıyla başlayan ikinci oturum, daha sonra Prof. Dr. Şerafettin Turan, Zeki Sarıhan, Prof. Dr. İclâl Ergenç, Harid Fedaî, Dr. Aslan Tekin ve Doç. Dr. Sedat Sever’in bildirileriyle “Bilim, Eğitim ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” konusunda yoğunlaşmıştır. Her biri eğitim diline ayrı bir yönden ışık tutan bu bildiriler, genellikle yararlı sonuçlar ortaya koymuştur. Ancak, bu oturumun bildirilerinde var olan sorunlar dile getirilirken, bazen yanlış tespitlerin yapıldığına da tanık olunmuştur. Sayın Turan’ın “Türkçenin Bilim Dili Olmasına İlişkin Sorunlar” konusundaki bildirisi bunun tipik bir örneğidir. Sayın Turan, var olan birkaç sorun arasında, tarihî dönemlerdeki asıl sorunun İslâm dinine girişten sonra başladığına işaret ederken, bunun nedenini Osmanlı aydınlarının bilim dili Arapça, sanat dili Farsça olacak biçimindeki kabullerine bağlamıştır. Oysa, bu durum bir neden değil, bir sonuç ve nedenin dışa vuran görüntüsünden ibarettir. Ortaya çıkan sorunun asıl nedeni, Anadolu’da yeni bir yazı diline temel oluşturan Oğuz lehçesinin o dönemdeki dil yapısından kaynaklanmaktadır. 15-16. yüzyılların Osmanlı aydınları, Anadolu Beylikleri döneminde olduğu gibi filizlenip yeşermeye başlamış olan Türk yazı diline sahip çıkarak onun dil varlığını çeşitli kavramlar ve gerekli terimler açısından zenginleştirme yöntemini benimseyecekleri yerde kendilerini Arapçanın ve Farsçanın söz ve gramer kalıplarını benimseme gibi bir zihniyet yanlışına kaptırmışlardır. Sorun zihniyet hastalığıdır. Konuya yalnızca bir tarihçi gözüyle yüzden bakan sayın konuşmacı, dilci olmadığı için, bir dil tarihçisinin kolayca görebileceği bu nedeni görememiş, görüntüyü ve ortaya çıkan sonucu bir neden olarak sunmuştur. Bu nokta, dilimizin geçirdiği alın yazısı açısından son derece önemli olduğu için, burada özellikle belirtme gereğini duyduk. Gerçi Osmanlı aydını, Arapça, Türkçe ve Farsçadan oluşan bu yapma ve melez dile büyük emekler vererek onu o günün şartlarında muhteşem bir yazı, edebiyat, felsefe ve bilim dili düzeyine yükseltmiştir. Ancak, Türkçeyi öldürme pahasına... Eğer bu emeği Türkçe için verse ve ana dilini Mustafa Şeyhoğlu’nun da Hurşidnâme’de belirttiği biçimde göbüt “kötü, kaba”, sovuk ve yavan bir dil olarak nitelendirerek kendini onu hor görme hastalığına kaptırmamış olsaydı, Türk dil yapısında var olan çok yönlü cevherleri ile daha o dönemde katkısız zengin bir yazı ve kültür dili olabilirdi. Bizim burada söz konusu bildiri nedeniyle bu nokta üzerinde duyarlıkla durmamızın nedeni, bu aydın hastalığının yalnız o dönemle sınırlı kalmayıp Tanzimat dönemi aydınları ile günümüz aydınlarına da sıçramış olmasıdır. Tanzimat döneminde Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi ve daha başka edebî şahsiyetlerin Osmanlı Türkçesini sadeleştirme yönündeki çabalarının uygulamada yetersiz kalması, meydanı Fesahatçılarla Tasfiyecilerin birbirine uç oluşturan verimsiz çatışmalarına bırakmış; bu kez de aynı zihniyet hastalığı Fransız dili hayranlığına dönüşmüş ve dilimizi Fransızcanın akınına uğratmıştır. O devirde öyle de bugün durum başka mıdır? Ne gezer! Bildirilerde dile getirildiği üzere, 2. Dünya Savaşından sonraki dönemde, dilimizi yozlaşmaya sürükleyen önemli etkenlerden biri bu kez de İngilizce hayranlığının getirdiği yabancı sözcük ve terim akınıdır. Bu akın yalnız genel dilde kalmayıp iş yeri tabelâ adlarına, türlü üretim maddelerine kadar sıçrayarak sonunda, bir kısım yüksek öğretim kurumlarında, Türkçe eğitim-öğretim dili olamaz yaygarasıyla İngilizce eğitim ve öğretime kadar uzanmıştır. İşte bugün de ağır basan bu tutum, ta 15-16. yüzyıllarda başlayıp da günümüze kadar süregelen ve körü körüne yabancı dil hayranlığından kaynaklanan bir zihniyet yanlışından başka bir şey değildir. Bu yanlışlardan dönülmesi için sırası düştükçe açıklanması ve vurgulanması gerekir. Biz toplantının “tartışma ve değerlendirme” aşamasında, bu durumu açıklamak istedik. Ancak, kendisinin eleştirileceği endişesine kapılan sayın konuşmacı, o sıradaki oturum başkanlığı yetkisine dayanarak, yalnız soru sorulabileceğini, katkı ve değerlendirme yapılamayacağını bildirerek açıklamaya engel olmak istedi. Oysa, sonraki oturumlarda uygulandığı üzere o aşama “tartışma ve değerlendirme” aşaması idi. Toplantıyı izleyen sayın üyelerce Başkanın bu tutumu tarafsızlık ilkesine aykırı bulunarak ayıplanmıştır.
Bu bildiride eksik kalan önemli bir nokta da, konu “bilim dili” olduğuna göre, bir bilim dilinde aranan özelliklerin neler olduğunun açıklanmamasıdır. Türkçe bilim dili olamaz iddialarına karşı verilecek en iyi yanıt, dilin bu bakımdan taşıdığı nitelik ve özelliklerin sıralanması olmalıydı. Ne yazık ki bu da yapılmamıştır.
Söz konusu bildiride düzeltilmesi gereken bir başka önemli nokta da 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilen Türk Dil Kurumu çalışmalarının dinleyiciye yanlış yansıtılmasıdır. Sayın konuşmacı, burada eski ve yeni Türk Dil Kurumu gibi gereksiz ve maksatlı bir ayırıma giderek 1983 yılına kadar eski Türk Dil Kurumunda 65 alanda (!) çok sayıda terim sözlükleri çıkarıldığını ve 120.000 terimin tutunduğunu, daha sonra bu eserler yayımlanmadığı için bunların unutulup kullanımdan düştüğünü ve yerine yenilerinin konmadığını ileri sürmüştür. Böyle bir açıklama, sayın konuşmacının TDK’nın 1983’ten sonraki yayınları üzerine hiç eğilmediğini ve ezbere konuştuğunu ortaya koymaktadır. Bir kez çok küçük çaptaki bu eski sözlükler incelendiğinde görülür ki, oralarda yer alan ve terim olarak gösterilen sözlerin büyük bir bölüğü ayrı zamanda terimleşmiş olsa da genel dilde öteden beri zaten var olan ve kullanılagelen sözlerdir: Abdal “gezginci derviş”, ağıt, bağlama, benzetme, bunama, caize, danaburnu, delice, destan, dörtlük, ebced, halk edebiyatı, ilâhî, karamuk, oyun yazarı, pamukcuk, polis romanı, sarmaşık, sığırcık, suçiçeği gibi. Bunlardan bir bölüğü de toplumda genel kabul görerek benimsenmiş olan terimlerdir. Kullanımda oldukları için bunların unutulması söz konusu olamaz. Bir başka bölüğü ise taşıdıkları aşırılık veya kavram yanlışlığı dolayısıyla dile mal olma değerini yitirmiş olan terimlerdir. Gözyaşı tecimi, neden bilim, akışta “koşuk”, belgin, betimce, örge, örü, taşırılık, ülküt vb. bu küçük çaplı sözlükler bir dilcilik süzgecinden geçirilerek gerekli olanları yeniden yayımlanmıştır. Toplumda benimsenmemiş olanları yeniden yayımlamanın bir gereği var mıdır? Kaldı ki, bunlardan bir bölüğünün mevcudu bile tükenmemiştir.
Türk Dil Kurumunun 1983’ten önce 65 alanda terim yaptığı, sözüne gelince: Türk Dil Kurumunun 1932 yılından beri yaptığı yayınlar ortadadır. (TDK Yayınları Kataloğu 1932-1999, Ankara 1999). Bunun Atatürk dönemi dışında kalan 1950-1983 arasındaki yıllarında yayımlanan başlıca terim sözlüklerinin sayısı 20’dir. Bu da demektir ki, bu kadar alanla ilgili terim yapılmıştır. İleri sürüldüğü gibi 65 alanda değildir.
Türk Dil Kurumu 1983’ten sonra terim konusuna el atmamış ve yeni terim sözlükleri yayımlamamıştır iddiasına gelince: Sayın konuşmacı burada da bilerek veya bilmeyerek yanılgıya düşmüştür. Çünkü, Türk Dil Kurumu, 1983’ten sonra öteki alanlara olduğu gibi, terim alanına da ciddî ölçülerle eğilmiştir. TDK’nın 1973’te hazırladığı küçük boy Terim Hazırlama Kılvuzu’nu yetersiz bulduğu için, terim sözlükleri hazırlayacaklara öncülük etmek üzere, Prof. Dr. Hamza Zülfikar’a Terim Sorunları ve Terim Yapma Yolları başlıklı 213 sayfalık, kapsamlı bir eser hazırlatmıştır (Ankara 1991). Ayrıca Atatürk’ün geometri terimlerini de içine alan Geometri kitabını (1991) ve Anayasa Sözlüğü’nü yeni gereksinimlere göre genişleterek yeniden bastırmıştır (Ankara 1985). Daha önce Prof. Dr. Sevinç Karol tarafından hazırlanan Biyoloji Terimleri Sözlüğü, Sevinç Karol-Zekiye Suludere-Cevat Ayvalı tarafından yeni baştan işlenip genişletilerek 1067 sayfalık kapsamlı bir sözlük biçiminde yayımlanmıştır (Ankara 1998). Kurumca daha önce yayımlanan Dilbilim Terimleri Sözlüğü, birçok yönden yetersiz kaldığı için hem ülkemizdeki dil bilgisi ve gramer alanındaki terim kargaşasını önleme hem de sağlıklı bir terim sistemi geliştirme bakımından Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’a hazırlatılan birleştirici ve bütünleştirici nitelikte Gramer Terimleri Sözlüğü yayımlanmıştır (Ankara 1992). Buna Emine Gürsoy-Naskali’nin hazırladığı Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu da eklenebilir (Ankara 1997). Matematik Terimleri Sözlüğü (1983) ile Nükleer Enerji Terimleri sözlüğü de yayımlanmış bulunmaktadır. Prof. Dr. Turhan Baytop’un aynı zamanda terimleri ve 500 renkli resmi içine alan Türkçe Bitki Adları Sözlüğü (Ankara 1994) de değerli bir çalışmadır. Bunlara hazırlama, inceleme veya baskı aşamasında olan Kimya Terimleri Sözlüğü, Malzeme Bilimi Terimleri Sözlüğü, Bilgisayar Terimleri Kılavuzu gibi terim sözlüklerini de eklemek gerekir. Görülüyor ki, Kurum bu alanda da üzerine düşen görevi yapma gayretindedir. Gerçek durum bu iken sayın konuşmacının “eski Dil Kurumu”, “yeni Dil Kurumu” gibi gereksiz ve bölücü bir ayırımla, dinleyicilere yanıltıcı yanlış bilgiler vermesi olağan karşılanacak bir durum değildir. Nitekim, bu yanlış değerlendirme Türk Dil Kurumu Başkanı Sayın Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın tarafından dile getirilerek dinleyicilere doğru bilgiler verilmiştir. Ayrıca, TDK’ce yayımlanan, dilimize yeni girmiş Yabancı Kelimelere Karşılıklar başlıklı iki kitapta (Ankara 1995-1998) yer alan karşılıkların bir kısmı da terim niteliğinde olduğu için, bu yolla da ihtiyaç duyulan terimlere karşılıklar bulunmaktadır.
“Türk Dünyasında Ortak İletişim Dili Olarak Türkçe” konusuna ayrılan üçüncü oturumda, bildiri sunacak beş konuşmacı gelemediği için yalnız Prof. Dr. Nimetullah Hafız (Kosova) ile Sayın Dr. Mustafa Şerif Onaran’ın bildirileri dinlenebilmiştir. Bu konu, daha önce yapılan birkaç bilimsel toplantıda dile getirildiği üzere, çok dikkatli bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Prof. Dr. Olcay Önertoy ve Prof. Dr. Harid Fedaî’in başkanlığında “Yazı, Konuşma ve Çeviri Dili Olarak Türkçe” konularıyla, 8 Ocak Salı sabahı başlayan dördüncü oturum, Prof. Dr. Nevzat Gözaydın, Cornelius Bischoff, Feyza Hepçilingirler, Vural Öger, Prof. Dr. Hamza Zülfikar ve Dr. Abdülkadir Akgündüz’ün konuyu çeşitli yönleri ile değerlendiren bildirileri ve yapılan tartışmalarla sürmüştür. Konuşmaların her biri ilgi çekici özellikler taşımakla birlikte Sayın Öger ile Sayın Zülfikar’ın konuşmaları bizim özellikle ilgimizi çeken birer konu olmuştur.
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın ve Prof. Dr. Nimetullah Hafız başkanlığındaki beşinci ve son oturum, “Türkçenin Yabancı Diller Etkisinde Kalmasıyla Ortaya Çıkan Sorunlar” konusuna ayrılmıştır. Bu oturumda, Prof. Dr. Doğan Aksan’ın kısa ve özlü konuşmasını, Prof. Dr. Olcay Önertoy, Emin Özdemir ve Cemil Kurt’un konuşmaları izlemiştir. Adları bu oturumda yer alan ve Ankara dışından gelecek olan birkaç konuşmacı da hava muhalefeti dolayısıyla katılamamıştır.
Programda, her toplantı sonunda yarımşar saatlik bir tartışma ve değerlendirme süresi bulunduğu hâlde, bazı konuların niteliği bakımından 15 dakikalık konuşma süresini aşması veya soru sorma ve değerlendirmelerde çok kimsenin söz almak istemesi yüzünden, toplantı konularının kapsamı içine giren bazı hususlarda gerekli açıklamalar yapılamamış; bu hususlar bulanık kalmıştır. Oysa, Türkçenin yalnız dünü bakımından değil bugünü ve yarını açısından da önemli olan noktaların açıklanarak vurgulanması gerekirdi. Zaman yetersizliği dolayısıyla açıklanamamış olan bu noktalarda ilgililerin doğru bilgilendirilmesi gereğine inandığınız için bu konudaki bazı görüşlerimizi sizlerle paylaşmak istedik. Şöyle ki:
Bildiri sunuşları veya tartışmalar sırasında ileri sürülen görüşlerden biri (Cemil Kurt, Türkçenin Yabancı Diller Etkisinde Kalmasıyla Ortaya Çıkan Sorunlar), dilimize girmiş yabancı sözlerin, özellikle Arapça ve Farsça olanların dilin bir kültür dönemini yansıttıkları gerekçesi ile benimsenmesi ve dilden atılmaması yolundaki görüşüdür. Bizce burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, dile girmiş yabancı sözlerin niteliğidir. Dilimizde yer almış Arapça, Farsça ve batı kökenli yabancı sözleri ikiye ayırmak gerekir: 1) Bunların bir kısmı dile girdikten sonra, zamanla ses ve şekil yapıları açısından olsun, anlam açısından olsun, Türkçenin kendi kalıplarına uydurularak Türkçeleştirilmiş olan dolayısıyla da Türkçe sözlerden ayırt edilemeyen nitelikteki sözlerdir. Bunların Türk diline, işleyiş bakımından herhangi bir zarar getirmesi de söz konusu değildir: Aba, akıl, anahtar, bezi, bezelye, çamaşır, çarşamba, çarşı, çerez, çengel, çiltim, düven, efendi, fistan, halat, hasta, ıspanak, kale, kiremit, merdiven, perşembe, sınır, sakal, tavla, vatan, millet gibi yığınlarca söz, kökence Türkçe değildir ama bunlar Türkçenin kendi malı olmuştur. Konuya bu açıdan bakınca bugün artık biçim mi? / şekil mi?, araç mı? / alet mi?, koşul mu? / şart mı?, yapıt mı? / eser mi?, yanıt mı? / cevap mı?, kınamak mı? / ayıplamak mı?, kıyı mı? / kenar mı?, söyleşi mi?/ sohbet mi gibi tartışmalara girmek bizce gereksizdir. Zaman bunlar için en iyi süzgeçtir. Ya bunlardan birini tutar ötekini atar; yahut da aralarında bazı anlam incelikleri oluşturarak ve her ikisini de söz varlığına alarak dile zenginlik katar: Us ile akıl (uslu çocuk / akıllı adam), baş ile kafa (kafa çekmek / kafayı çekmek, kafa tutmak), yürek ile kalp (yüreksiz adam / kalpsiz adam), kuşku ile şüphe (amma kuşkulu adam / şüphe etmeyiniz) arasındaki anlam ayrılık ve incelikleri gibi. Bu türlü Türkçeleşmiş sözleri köken yapılarına bakarak dilden atmaya kalkmak, dile hiçbir şey kazandırmaz. Aksine, kullanımda söz varlığı bakımından bir büzülmeye ve anlam kısırlığına yol açar. Bugün gençliğimizin söz dağarcığının yetersizliğinden yakınıyoruz. Bu yetersizlik, kısmen okuyup öğrenme yetersizliğinden kaynaklanıyorsa, kısmen de belirli sözlere saplanıp kalma alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Kademe, basamak, safha, derece, rütbe gibi anlam ayrılıkları taşıyan sözlerin hep aşama ile; seviye, devre, dereke, plân gibi sözlerin hep düzey; adam, insan, şahıs, kişi, kimse sözlerinin hep kişi; sebep, sebebiyle, vasıtasıyla, dolayı, dolayısıyla, yüzünden gibi sözlerin de hep neden sözü ile karşılanması bu yüzdendir. Birçok gencimiz bayram dolayısıyla gelen kartlar yerine bayram nedeniyle gelen kartlar diyerek kar yüzünden yollar tıkanmış diyecek yerde kar nedeniyle yolar tıkanmış diyerek Türkçemizin tadını tuzunu kaçıran cümleler kurmaktadır. Bunlar aynı zamanda belirli sözlere takılıp kalmanın getirdiği anlam büzülmeleri, anlam yetersizlikleridir. Bu konuda bir ikinci örnek de olay sözüdür. Bugün birçok aydınımız oluş, kılış, eylem veya olgu ile hiçbir bağlantısı olmayan durumlarda bile olay sözüne saplanıp kalmaktadır. Onlar için konu, durum vb. sözler ile karşılanabilecek anlatımlar bir yana, her nesnenin adı bile olay’dır: ev olayı, masa olayı, yol olayı gibi. Bu konuda daha nice örnek sıralanabilir.
2. İkinci tür yabancı sözler, dilimize, geldikleri dilin ses yapıları ve gramer kalıpları ile birlikte girmiş olanlardır. Bunlar aydın dilinde yer eden, halka ve topluma mal edilmemiş olan sözlerdir: enformasyon “danışma”, entelektüel “aydın”, iane “yardım”, intihap “seçim”, kat’iyet “kesinlik”, mahrukat “yakıt”, mü’min “inançlı”, mücrim “suçlu”, nikbîn “iyimser”, plâsman “yatırım”, şayia “söylenti”, tenevvür “aydınlanma”, tolerans “hoşgörü”, zelzele “deprem” gibi. Bu sözler, vaktiyle Türkçe sözlerin yerlerini aldıkları ve dilimizin gelişme yolunu tıkadıkları için atılması gereken sözlerdir. Nitekim atılmışlardır da... Dilimizin Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsçadan, Tanzimat döneminde Fransızcadan bugün de, İngilizce sözlerden çektiği sıkıntı hep bu yüzdendir. Bu nedenle, günümüz bilim dünyasında uluslar arası ortak kullanım özelliği taşıyan bazı sözler bir yana, onların dışında kalan ve dilimize köstek olan yabancı sözler atılıp yerlerine sağlıklı Türkçe karşılıklar konmalıdır. Ancak, bunların dilde yerleşmiş olanlarını söküp atmanın kolay olmadığı da unutulmamalıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, gerek bir iki bildiride dile getirilen gerek değerlendirme konuşmaları sırasında, bir ara devrim sözünün yasaklanmış olması dolayısıyla çıkan suçlayıcı tartışmadır. Bu tartışmada devrim yerine inkılâp sözünün kullanılması eleştirilmiştir. Evet, eleştirilmesine eleştirilmiştir de, devrim sözünün neden yasaklanır olduğu açıklanmamıştır. Bize kalırsa, o söz o dönemde kendi kendisini devreden çıkarmış ve bazı aydınların kullanımından düşmüştür. Bu durum dil ile toplum ve sosyal yapı arasındaki sıkı bağlantının sonucudur. 1970-1980 yılları arasında ülkemizde boy gösteren ideolojik eğilim ve çatışmaların Atatürk ilkelerini ve Cumhuriyet rejimini uçurumun kıyısına sürükleme dışında, yer yer bazı kesimlerce dilin de bir ideolojik araç olarak kullanmaya yeltenilmesi, bir kısım aydınları devrim yerine inkılâp sözünü kullanmaya yöneltmiştir. Bunun Osmanlıca sözleri benimsemekle en küçük bir ilişkisi yoktur. Dev-yol, Dev-sol, devrim nikâhı gibi o dönemde türemiş illegal örgüt adları ile bazı kalıp sözlerde, devrim sözünün ideolojik bir kirlenme ile “ihtilâl, bozgunculuk, yıkım ve rejim düşmanlığı” anlatan kavram kargaşası, ben dâhil bir kısım aydını bu sözü kullanmaktan soğutmuştur. O çalkantılı yıllarda, dildeki bazı anahtar sözlerin var olan içeriklerinin boşaltılarak, kuzeyden esen ideolojik rüzgârların etkisi altında nasıl bir anlam yozlaşmasına uğradıkları bilinen bir gerçektir. Devrim sözü de bunların başında gelir. Bu sözün bir süre yasaklanmış olması da her hâlde bu durumla ilgili olmalıdır. Bugün çok şükür o dönem atlatılmış ve devrim sözcüğü de kendi kimliğini kurtarabilmiştir. Bu eleştiriyi yapanlar, dilin o günün sosyal çalkantılarına nasıl alet edildiğini bilirler. Hem de çok iyi bilirler. Ancak, toplantıda politik bir davranışla ve belki de özel bir maksatla, kapalı veya açık olarak hatta ad belirleyerek bazı kimseleri suçlamaya yeltenmişlerdir. Böyle bir tepki, belki de bilinçaltı bir etkiyle başkalarını suçlama görüntüsü altında kendilerini mazur gösterme eğiliminden kaynaklanmış olabilir. Ama değerlendirme aşamasında da bunlar hak ettikleri ağır cevabı almışlar ve bilimsel bir şamar yemişlerdir. Bu durum, bazı konuların hâlâ sen ben davasına alet edilmesinin acı bir göstergesidir. Bu yazıda isim belirtilmeden özel olarak vurgulanmasının nedeni de budur. Bu münasebetle belirtmek isteriz ki, biz, ilke olarak kelime yasaklanmasının da doğru olmadığı görüşündeyiz. Yukarıda özel olarak belirtildiği gibi, sağlıklı bir gelişme rayına oturtulabilmiş olan dilde, “zaman” böyle bir ayıklama için en iyi süzgeç görevindedir. TRT Yönetim Kurulunda görev aldığımız yıllarda, dil konusu dolayısıyla yaptığımız bazı uyarılar ve zabıtlara yansımış olan görüşlerimiz bu durumun tanıklarıdır. Bu konudaki en güzel değerlendirmeyi de dil devrimi uygulamalarının yöntem yanlışı yüzünden ortaya koyduğu bazı aksaklıklara bakarak yine Atatürk’ün kendisi yapmıştır. Onun 1936 yılında dil konusundaki bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe sözler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim “ketebe”, yektübü”, arabındır; “kâtip”, “mektup” Türkündür” sözleri, bu açıdan ne kadar anlamlı ve yol göstericidir.
Konuşma ve tartışmalarda altı çizilmesi gereken bir başka nokta da dilimizin gramer kuralları ile ilgili bazı yanlış değerlendirmelerdir. Sayın Emin Özdemir, kendi bildirisinde üzerlerine basa basa öz yaşam, ön deneme, ön yargı, alt yapı gibi örnekler sıralayarak, bunlardaki öz, ön ve alt sözcüklerinin artık birer ön ek durumuna geldiğini söylemiştir. Böyle bir değerlendirme, dilimizin kendi yapı ve işleyiş ölçülerine göre değerlendirilmesi gereken gramer konularının, adlandırma ve sınıflandırma açısından, yüzyıllardır nasıl bir yandan Arap dilinin bir yandan da batı dillerinin özellikle Fransız dilinin gramer kalıplarına kurban edildiğinin tipik örneklerinden biridir. Bilindiği gibi Türkçe, genel dil sınıflamasında sondan eklemeli diller (iltisaklı diller, agglutinative languages) grubunda yer alan bir dildir. ön, öz, alt, son gibi bağımsız sözleri birer ek saymak havsalanın alamayacağı bir yanlıştır. Bunlar ek değil birer bağımsız sözcüktür. Öz yaşam gibi bir kuruluşta, öz sözü sıfat görevindedir. Dolayısıyla bu söz kalıbı da bir sıfat tamlaması oluşturmuştur. Alt yapı gibi bir kuruluşta ise, sıfat tamlaması kalıbında bir birleşik ad niteliğindedir. Durum böyle iken bunları birer ön ek gibi göstermek, dilin yapısını tanımama ve bunları bir yenilik gibi gösterme gayretkeşliği değil midir? Bağlaç yerine bağlama edatı, ünlem yerine ünlem edatı, edat (ilgeç) yerine son çekim edatı, mı? / mu? soru eki yerine soru edatı gibi terim ve sınıflandırmalar da yine Arap gramerindeki isim, fiil, edat (veya harf) biçimindeki üçlü sınıflandırmanın bize yansıyan örnekleridir. Artık söz varlığında olduğu gibi, gramer konularının sınıflandırılıp terimlere bağlamasında da Türkçenin kendi malzemesinin verdiği sonuçlara ve gördüğü işlevlere bakılarak değerlendirilme yapılması kaçınılmazdır. Bu konudaki bilinçsiz taklitçiliğe son verilmelidir. Gramerlerimizde bu açıdan üzerinde durulacak epey konu vardır.
Değerlendirmeler sırasında, bazı konuşmacıların, dilimizin kaynak eser niteliğinde işlevsel bir gramere ihtiyacı olduğu noktasındaki dilekleri çok yerindedir. Türk Dil Kurumunun bu konuda yaptığı hazırlıklar sanırız kısa bir süre sonra meyvesini verecektir.
Üzerinde son olarak durmak istediğimiz bir başka önemli husus da gerek sunulan bildiriler gerek değerlendirmeler sırasında bazı konuşmacıların duygusal ve politik nedenlerle Türk Dil Kurumunun kapatılmış olduğunu bildirmeleri veya ayrımcılık yapmış olmalarıdır. Türk Dil Kurumu, bilindiği gibi yapageldiği yüzlerce kapsamlı ve nitelikli yayınları ile dilimize ve ülkeye yararlı çalışmalarını sürdüregelmektedir.
1932-1983 arası yıllarda, dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu ile Atatürk’ün 1936 yılındaki dileğine uygun olarak 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilerek akademik bir kuruluş durumuna getirilmiş olan Türk Dil Kurumunu birbirinden ayırıp suçlayıcı bir tutumla eski Dil Kurumu, yeni Dil Kurumu gibi bir ayırıma gidilmesi doğrusu çok yakışıksız kaçmıştır. Çünkü her ikisi de aynı amaç doğrultusunda hizmet veren birbirinin devamı niteliğinde bir kurumdur. Atatürk, birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan tarih ve dil konularının, yabancıların kasıtlı yorumlarından kurtarılması için, aslında birer bilim kuruluşuna ihtiyaç olduğunu daha Dil ve Tarih Kurumlarının kuruluşundan epey önce görmüştür. Hatta, Türk dilinin özel durumu dolayısıyla, bir dil akademisi kurulması direktifini de vermiştir. İsmet Paşa’nın 7 Kasım 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı “Millî harsa ait teşebbüsattan olmak üzere bu sene bir lisan akademisi, hars nokta-i nazarından Türk lisanı üzerinde vezaif-i esasiyeyi ifa etmek üzere en yüksek mütehassıslardan mürekkep bir akademi vücuda getireceğiz”1 biçimindeki konuşması, devletin bu konudaki kararının ifadesidir. Ancak, zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin 9 Şubat 1926 tarihinde gazetecilere verdiği demeçten anlaşıldığı üzere2o günün şartlarında böyle bir kuruluşu besleyecek bilim kadrosu bulunmadığı için Atatürk, dil ve tarih konularının ele alınması ve dil devrimin başlatılabilmesi için, bu kuruluşların başlangıçta birer dernek hâlinde çalışmalara başlamasının uygun olacağını düşünmüştür. Nitekim TDTC (daha sonra TDK)’nin kurulması ile başlayan çalışmalar; çok az sayıdaki bilim adamı, edebî şahsiyet ve gazeteci dışında hep taşradaki gönüllü aydınlar eliyle yürütülmüştür. Daha sonraki yıllarda yeniden ele alınan Derleme ve Tarama dergileri bu türlü çalışmaların ürünüdür. Atatürk bu yolla yapılacak çalışmaların birer ön çalışma olacağını biliyor ve ileride bu çalışmaları sağlam temellere oturtma gereğini duyuyordu. “Hayatta en hakikî mürşit (gerçek yol gösterici) ilimdir” diyen, Türk toplumunu sağlam sosyal temeller üzerine yerleştirmek isteyen uzak görüşlü bir devlet kurucusunun, Türk dilini, sürekli olarak amatör dilcilere emanet etmesi düşünülemezdi. Gerçi, o dönemde ön çalışmaların yapılabilmesi ve ulusa ana dili sevgi ve bilincinin aşılanabilmesi için bu gerekliydi. Ancak, bir süre sonra Kurumun akademik bir yapıya kavuşturulması da önemli idi. Nitekim, Atatürk’ün 1936 yılında TBMM’nin açış konuşmasını yaparken “Bu ulusal kurumkarın az zaman içinde ulusal akademiler hâlini almasını temenni ederim. Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin, dünya ilim âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmamızı dilerim”3 sözleri böyle bir gereğin ifadesidir.
İşte 1983 yılında gerçekleştirilen yeni düzenleme, Atatürk’ün bu dileğini yerine getirme amacına dayanan ve Kurumu bilimsel temellere oturtma hedefi güden bir düzenlemedir. Türk Dil Kurumunun bağımsız bir bilim kuruluşu olması belki daha uygun olurdu. Ne var ki, o günün şartlarında bu yol benimsenmiştir. Aslında TDK, bilimsel çalışmalarını bugün de tam bir özgürlük içinde yürütegelmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi, Türk Dil Kurumu böyle bir gelişme süreci gösterdiği hâlde, bunu eski, yeni gibi bir ayırıma sokan görüş çok yakışıksızdır. Türk Dil Kurumu 1932’den başlayıp bugüne uzanan bir bütünlük içindedir. Dil konusuna gönül vermiş olanlara da böyle gereksiz bir ayırımcılık yapmak değil, yapılacak çalışmalarda birleşip bütünleşmek gerekir. Çünkü, dava, sen ben davası değil, Türk diline hizmet davasıdır. Toplantıda, birkaç kişi tarafından da olsa söylenmiş olan bu tatsız söz ve tutumlar hem tarafımızdan hem öteki üyeler tarafından hem de kapanış değerlendirmesinde, TDK başkanı Sayın Akalın tarafından eleştirilerek ortak amaçta birleşme gereğine işaret edilmiştir.
Sonuç olarak, “Türk Dilinin Dünü Bugünü ve Yarını” konusundaki uluslar arası bilgi şöleni, Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesinin çok iyi organizasyonu, katılımcı kuruluş ve kişilerin düzeyli ve olgun tutumu dolayısıyla, genellikle çok başarılı ve verimli olmuştur. Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın oturumları sürekli olarak izlemesi ve kendisine yöneltilen bazı soruları cevaplandırırken gösterdiği olgunluk da takdire değer niteliktedir. Bakanlığın Yayımlar Dairesi Başkanı Sayın Ali Osman Güzel ile bu düzenlemede emeği geçen sayın görevlilere ve Bakanlığa maddî destek sağlayan Öger Turizm sahibi Sayın Vural Öger’e ne kadar teşekkür edilse azdır. Biz de bu alanın mütevazı bir mensubu olarak Sayın Kültür Bakanı başta olmak üzere bütün ilgililere Türk dili adına şükran duygularımızı ve içten gelen teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliriz.
“Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”
Uluslar Arası Bilgi Şöleni Üzerine Görüşler
Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ7-8 Ocak 2002 tarihleri arasında Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığının girişimi ve Öger Turizmin katkıları ile düzenlenmiş olan bilgi şöleni yapılmıştır.
Türk dili ile doğrudan ilgili kurum ve kuruluşlar dışında, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarının, bazı eski, yeni sayın bakanların, milletvekillerinin, Kültür Bakanlığının eski müsteşarlarının, yazılı ve sözlü basın organı müntesipleri ile üniversite öğretim üyelerinin, Türk dünyasından gelmiş bilim adamlarının, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin katılımı ile Dedeman Otelinin büyük kongre salonunda gerçekleştirilen toplantı, genel akışı ve uyandırdığı ilgi bakımından gerçekten bir bilgi şöleni olmuştur. Hele sayın Yargıtay ve Danıştay Başkanları ile bazı milletvekillerinin toplantıyı sürekli olarak izlemeleri, biz dilcileri ayrıca duygulandırmıştır.
7 Ocak Pazartesi günü saat 9.00-9.15 arasında rahmetli Ulvi Cemal Erkin’in ünlü yaylı sazlar dörtlüsü ile başlayıp Anadolu yaylı çalgıları dörtlüsü ile sona eren 15 dakikalık müzik dinletisinden sonra, toplantının açılış oturumuna geçilmiştir. Bu oturumda Öger Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Vural Öger ile ilk Kültür Bakanı Sayın Prof. Dr. Talât S. Halman ve Kültür Bakanımız Sayın M. İstemihan Talay tarafından toplantının niteliği, önemi ve dilimizin bugünü ile yarına uzanan hedefini değerlendiren nitelikli ve anlamlı birer konuşma yapılmıştır. Daha sonra, toplantının sabah ve öğleden sonraki oturumları ile iki gün boyunca toplam beş oturumu içine alan konulara geçilmiştir. Her oturumda, bir yerli, bir yabancı bilim adamının başkanlık ettiği toplantı programında, dilimizi çeşitli yönleri ile değerlendirecek 41 bildiri yer almışsa da, hava muhalefeti ve uçak seferlerinin iptali dolayısıyla, 7-8 katılımcının gelemediği görülmüştür. Ama buna rağmen, toplantının iki günde tamamlanabilecek biçimde düzenlenmiş olması, ister istemez bir sıkışıklık yaratmış ve konuşmacılara kongrelerde gelenek hâlindeki 20 dakikalık sunuş süresi yerine 15’er dakika verilmiş olması, bildirilerdeki önemli bazı noktaların bile alt başlıklarla verilip geçilmesine yol açmıştır. Bu sıkışıklık yüzünden, her oturumun sonundaki yarımşar saatlik tartışma ve değerlendirme süresi de bazı oturum başkanlarınca yalnız soru sorma biçiminde sınırlandırılmıştır. Oturum başkanlarınca, katkı ve değerlendirmeye de izin verilen oturumlarda ise, ele alınan konulara başka yönleri ile de ışık tutulabildiğinden sonuç elbette daha verimli olmuştur.
Sayın okuyucular, toplantının genel akışı üzerine yapılan bu kısa açıklamalardan sonra, şimdi sizlere bilgi şöleninde ele alınan konularla ilgili bilgi vererek bazı noktalardaki görüşlerimi sunmak istiyorum:
Prof. Dr. Mustafa Canpolat, Nermin Tuğuşlu, Sedat Nuri Kayış, Mustafa Balbay, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın ve Erkan Tan tarafından sunulan birinci oturum bildirilerinde, günümüzün çok önemli güncel bir konusu olan yazılı ve görsel kitle iletişim araçlarında Türkçenin yazılışı, söylenişi, yazılışı ve söylenişte yapılan çok yönlü yanlışlar üzerinde durulmuş, konuşmacılar bu türlü yanlışların dilde yol açtığı yozlaşma eğilimini çarpıcı örneklerle dile getirmişlerdir. Bildirilerin birkaçında yalnızca bu yanlışlar ve çarpıklıklar dile getirilmekle yetinilmemiş; böyle bir yozlaşmaya yol açan nedenlerin özellikle eğitim yetersizliğinden, ana dili bilincindeki zayıflık ya da körelmeden ve yabancı dil hayranlığından kaynaklandığı vurgulanarak alınması gereken önlemler sıralanmıştır. Dilimizin bugün içinde bulunduğu durum dolayısıyla bu önlemlerin başlıcalarını sizlere duyurmak yararlı olacaktır:
1. İlk ve orta öğretim kurumlarında sağlıklı bir Türkçe eğitim ve öğretiminin sağlanması. Liseyi bitiren her gencin, ana dilini doğru konuşup doğru yazabilecek bir düzeye getirilmesi, yani ilk önce sağlıklı bir eğitim; eğitim ve eğitim!
2. Bu eğitim, ilk ve orta düzeydeki eğitim-öğretim kurumlarının öğrencilerine değil, gerekirse öğreticilerine de uygulanmalıdır. Çünkü vaktiyle Millî Eğitim Bakanlığının verdiği kararla, eğitim enstitülerinde üçer-beşer aylık kurslarla nasıl öğretmen yetiştirildiği, dil bilgisi derslerinin bir süre nasıl programdan çıkarılıp askıya alındığı ve okutulup okutulmaması öğretmenin isteğine bırakıldığı, imlâ kurallarının dilin yapı ve işleyişini temel alan bilimsel ölçülerle değil, yazboz tahtası gibi kişiden kişiye değişen bilim dışı ölçülere bırakılarak sağlıklı bir temele oturtulamadığı hatırlanırsa, bu durum daha iyi anlaşılır.
3. Şimdiye kadar yazılan dil bilgisi kitaplarında; konuların sınıflandırılması, değerlendirilmesi ve terimlere bağlanması açısından, yer yer bütünüyle çelişen, sorun oluşturan ve bilimsel ölçülere ters düşen durumlar ortaya çıkmaktadır. Bu da ister istemez dil bilgisi eğitiminde ve yetişenlerin şekillenmesinde bir sıkıntı, bir ayrılık yaratmaktadır. Bu nedenle, bilimsel ölçülerle ve dili sevdirecek metin parçaları ile bezenmiş yeterli dil bilgisi kitaplarına gereksinim vardır.
4. Yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlar, ana dillerine ilgi ve özen gösteren bir anlayışa sahip kılınmalı, bu konuda bilinçli duruma getirilmelidir.
5. Radyo ve televizyon kanallarında görev alan spiker, sunucu ve program yapıcıları, fizik yapılarındaki düzgünlük ve güzellikten önce, dili kullanma yeteneklerine bakılarak seçilmelidir. Bu işler için görevlendirme yapılırken, başvuranların ana dili sözlü ve yazılı olarak kullanabilme yeteneklerinin uzman kişilerden oluşan komisyonlarca değerlendirilmesi gerekir. Bu yetenek radyo ve televizyon daire başkanlarında da aranmalıdır.
6. Yazılı basında, radyo ve televizyon kurumlarında gerekirse birer “Dil Denetleme Kurulu” oluşturulmalı. Buralara Türk dili araştırmalarında, Türk dili tarihinde ve Türkiye Türkçesi alanlarında gerçekten ün yapmış kimseler alınmalıdır. Ayrıca, bir hizmet içi eğitim başlatılmalıdır.
7. Önemli bir nokta da bütün aydınlar için olduğu gibi, yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlarda da sahteci; dili yozlaştırıcı yabancı söz hayranlık ve özentisinin yerine ana dili sevgi ve bilincini aşılayacak önlemler alınmalıdır.
8. Türk Dil Kurumunca, dilimize yeni girmiş yabancı sözcüklere bulunan karşılıkları yazılı ve sözlü basın organlarına benimsetecek önlemler alınmalıdır.
9. Dilimizi ilericilik-gericilik gibi politik ve gereksiz çatışmalara alet etmekten ve tasfiyecilik saplantısından kurtararak, yüzyılların oluşturduğu bugünkü canlı yapısı ile geliştirip, çağdaş dünya koşullarının gerekli kıldığı yeni söz ve terimlerin üretilebilmesi için bütün dil uzmanlarınca el birliği ile çalışılmalıdır.
Devlet Bakanı Sayın Yılmaz Karakoyunlu’nun tartışmalarda yer alan reyting “izleme oranı”, primetime “altın zaman” ve viyadük “köprü yol” sözlerinden hareketle ve etkili konuşmasıyla başlayan ikinci oturum, daha sonra Prof. Dr. Şerafettin Turan, Zeki Sarıhan, Prof. Dr. İclâl Ergenç, Harid Fedaî, Dr. Aslan Tekin ve Doç. Dr. Sedat Sever’in bildirileriyle “Bilim, Eğitim ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” konusunda yoğunlaşmıştır. Her biri eğitim diline ayrı bir yönden ışık tutan bu bildiriler, genellikle yararlı sonuçlar ortaya koymuştur. Ancak, bu oturumun bildirilerinde var olan sorunlar dile getirilirken, bazen yanlış tespitlerin yapıldığına da tanık olunmuştur. Sayın Turan’ın “Türkçenin Bilim Dili Olmasına İlişkin Sorunlar” konusundaki bildirisi bunun tipik bir örneğidir. Sayın Turan, var olan birkaç sorun arasında, tarihî dönemlerdeki asıl sorunun İslâm dinine girişten sonra başladığına işaret ederken, bunun nedenini Osmanlı aydınlarının bilim dili Arapça, sanat dili Farsça olacak biçimindeki kabullerine bağlamıştır. Oysa, bu durum bir neden değil, bir sonuç ve nedenin dışa vuran görüntüsünden ibarettir. Ortaya çıkan sorunun asıl nedeni, Anadolu’da yeni bir yazı diline temel oluşturan Oğuz lehçesinin o dönemdeki dil yapısından kaynaklanmaktadır. 15-16. yüzyılların Osmanlı aydınları, Anadolu Beylikleri döneminde olduğu gibi filizlenip yeşermeye başlamış olan Türk yazı diline sahip çıkarak onun dil varlığını çeşitli kavramlar ve gerekli terimler açısından zenginleştirme yöntemini benimseyecekleri yerde kendilerini Arapçanın ve Farsçanın söz ve gramer kalıplarını benimseme gibi bir zihniyet yanlışına kaptırmışlardır. Sorun zihniyet hastalığıdır. Konuya yalnızca bir tarihçi gözüyle yüzden bakan sayın konuşmacı, dilci olmadığı için, bir dil tarihçisinin kolayca görebileceği bu nedeni görememiş, görüntüyü ve ortaya çıkan sonucu bir neden olarak sunmuştur. Bu nokta, dilimizin geçirdiği alın yazısı açısından son derece önemli olduğu için, burada özellikle belirtme gereğini duyduk. Gerçi Osmanlı aydını, Arapça, Türkçe ve Farsçadan oluşan bu yapma ve melez dile büyük emekler vererek onu o günün şartlarında muhteşem bir yazı, edebiyat, felsefe ve bilim dili düzeyine yükseltmiştir. Ancak, Türkçeyi öldürme pahasına... Eğer bu emeği Türkçe için verse ve ana dilini Mustafa Şeyhoğlu’nun da Hurşidnâme’de belirttiği biçimde göbüt “kötü, kaba”, sovuk ve yavan bir dil olarak nitelendirerek kendini onu hor görme hastalığına kaptırmamış olsaydı, Türk dil yapısında var olan çok yönlü cevherleri ile daha o dönemde katkısız zengin bir yazı ve kültür dili olabilirdi. Bizim burada söz konusu bildiri nedeniyle bu nokta üzerinde duyarlıkla durmamızın nedeni, bu aydın hastalığının yalnız o dönemle sınırlı kalmayıp Tanzimat dönemi aydınları ile günümüz aydınlarına da sıçramış olmasıdır. Tanzimat döneminde Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi ve daha başka edebî şahsiyetlerin Osmanlı Türkçesini sadeleştirme yönündeki çabalarının uygulamada yetersiz kalması, meydanı Fesahatçılarla Tasfiyecilerin birbirine uç oluşturan verimsiz çatışmalarına bırakmış; bu kez de aynı zihniyet hastalığı Fransız dili hayranlığına dönüşmüş ve dilimizi Fransızcanın akınına uğratmıştır. O devirde öyle de bugün durum başka mıdır? Ne gezer! Bildirilerde dile getirildiği üzere, 2. Dünya Savaşından sonraki dönemde, dilimizi yozlaşmaya sürükleyen önemli etkenlerden biri bu kez de İngilizce hayranlığının getirdiği yabancı sözcük ve terim akınıdır. Bu akın yalnız genel dilde kalmayıp iş yeri tabelâ adlarına, türlü üretim maddelerine kadar sıçrayarak sonunda, bir kısım yüksek öğretim kurumlarında, Türkçe eğitim-öğretim dili olamaz yaygarasıyla İngilizce eğitim ve öğretime kadar uzanmıştır. İşte bugün de ağır basan bu tutum, ta 15-16. yüzyıllarda başlayıp da günümüze kadar süregelen ve körü körüne yabancı dil hayranlığından kaynaklanan bir zihniyet yanlışından başka bir şey değildir. Bu yanlışlardan dönülmesi için sırası düştükçe açıklanması ve vurgulanması gerekir. Biz toplantının “tartışma ve değerlendirme” aşamasında, bu durumu açıklamak istedik. Ancak, kendisinin eleştirileceği endişesine kapılan sayın konuşmacı, o sıradaki oturum başkanlığı yetkisine dayanarak, yalnız soru sorulabileceğini, katkı ve değerlendirme yapılamayacağını bildirerek açıklamaya engel olmak istedi. Oysa, sonraki oturumlarda uygulandığı üzere o aşama “tartışma ve değerlendirme” aşaması idi. Toplantıyı izleyen sayın üyelerce Başkanın bu tutumu tarafsızlık ilkesine aykırı bulunarak ayıplanmıştır.
Bu bildiride eksik kalan önemli bir nokta da, konu “bilim dili” olduğuna göre, bir bilim dilinde aranan özelliklerin neler olduğunun açıklanmamasıdır. Türkçe bilim dili olamaz iddialarına karşı verilecek en iyi yanıt, dilin bu bakımdan taşıdığı nitelik ve özelliklerin sıralanması olmalıydı. Ne yazık ki bu da yapılmamıştır.
Söz konusu bildiride düzeltilmesi gereken bir başka önemli nokta da 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilen Türk Dil Kurumu çalışmalarının dinleyiciye yanlış yansıtılmasıdır. Sayın konuşmacı, burada eski ve yeni Türk Dil Kurumu gibi gereksiz ve maksatlı bir ayırıma giderek 1983 yılına kadar eski Türk Dil Kurumunda 65 alanda (!) çok sayıda terim sözlükleri çıkarıldığını ve 120.000 terimin tutunduğunu, daha sonra bu eserler yayımlanmadığı için bunların unutulup kullanımdan düştüğünü ve yerine yenilerinin konmadığını ileri sürmüştür. Böyle bir açıklama, sayın konuşmacının TDK’nın 1983’ten sonraki yayınları üzerine hiç eğilmediğini ve ezbere konuştuğunu ortaya koymaktadır. Bir kez çok küçük çaptaki bu eski sözlükler incelendiğinde görülür ki, oralarda yer alan ve terim olarak gösterilen sözlerin büyük bir bölüğü ayrı zamanda terimleşmiş olsa da genel dilde öteden beri zaten var olan ve kullanılagelen sözlerdir: Abdal “gezginci derviş”, ağıt, bağlama, benzetme, bunama, caize, danaburnu, delice, destan, dörtlük, ebced, halk edebiyatı, ilâhî, karamuk, oyun yazarı, pamukcuk, polis romanı, sarmaşık, sığırcık, suçiçeği gibi. Bunlardan bir bölüğü de toplumda genel kabul görerek benimsenmiş olan terimlerdir. Kullanımda oldukları için bunların unutulması söz konusu olamaz. Bir başka bölüğü ise taşıdıkları aşırılık veya kavram yanlışlığı dolayısıyla dile mal olma değerini yitirmiş olan terimlerdir. Gözyaşı tecimi, neden bilim, akışta “koşuk”, belgin, betimce, örge, örü, taşırılık, ülküt vb. bu küçük çaplı sözlükler bir dilcilik süzgecinden geçirilerek gerekli olanları yeniden yayımlanmıştır. Toplumda benimsenmemiş olanları yeniden yayımlamanın bir gereği var mıdır? Kaldı ki, bunlardan bir bölüğünün mevcudu bile tükenmemiştir.
Türk Dil Kurumunun 1983’ten önce 65 alanda terim yaptığı, sözüne gelince: Türk Dil Kurumunun 1932 yılından beri yaptığı yayınlar ortadadır. (TDK Yayınları Kataloğu 1932-1999, Ankara 1999). Bunun Atatürk dönemi dışında kalan 1950-1983 arasındaki yıllarında yayımlanan başlıca terim sözlüklerinin sayısı 20’dir. Bu da demektir ki, bu kadar alanla ilgili terim yapılmıştır. İleri sürüldüğü gibi 65 alanda değildir.
Türk Dil Kurumu 1983’ten sonra terim konusuna el atmamış ve yeni terim sözlükleri yayımlamamıştır iddiasına gelince: Sayın konuşmacı burada da bilerek veya bilmeyerek yanılgıya düşmüştür. Çünkü, Türk Dil Kurumu, 1983’ten sonra öteki alanlara olduğu gibi, terim alanına da ciddî ölçülerle eğilmiştir. TDK’nın 1973’te hazırladığı küçük boy Terim Hazırlama Kılvuzu’nu yetersiz bulduğu için, terim sözlükleri hazırlayacaklara öncülük etmek üzere, Prof. Dr. Hamza Zülfikar’a Terim Sorunları ve Terim Yapma Yolları başlıklı 213 sayfalık, kapsamlı bir eser hazırlatmıştır (Ankara 1991). Ayrıca Atatürk’ün geometri terimlerini de içine alan Geometri kitabını (1991) ve Anayasa Sözlüğü’nü yeni gereksinimlere göre genişleterek yeniden bastırmıştır (Ankara 1985). Daha önce Prof. Dr. Sevinç Karol tarafından hazırlanan Biyoloji Terimleri Sözlüğü, Sevinç Karol-Zekiye Suludere-Cevat Ayvalı tarafından yeni baştan işlenip genişletilerek 1067 sayfalık kapsamlı bir sözlük biçiminde yayımlanmıştır (Ankara 1998). Kurumca daha önce yayımlanan Dilbilim Terimleri Sözlüğü, birçok yönden yetersiz kaldığı için hem ülkemizdeki dil bilgisi ve gramer alanındaki terim kargaşasını önleme hem de sağlıklı bir terim sistemi geliştirme bakımından Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’a hazırlatılan birleştirici ve bütünleştirici nitelikte Gramer Terimleri Sözlüğü yayımlanmıştır (Ankara 1992). Buna Emine Gürsoy-Naskali’nin hazırladığı Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu da eklenebilir (Ankara 1997). Matematik Terimleri Sözlüğü (1983) ile Nükleer Enerji Terimleri sözlüğü de yayımlanmış bulunmaktadır. Prof. Dr. Turhan Baytop’un aynı zamanda terimleri ve 500 renkli resmi içine alan Türkçe Bitki Adları Sözlüğü (Ankara 1994) de değerli bir çalışmadır. Bunlara hazırlama, inceleme veya baskı aşamasında olan Kimya Terimleri Sözlüğü, Malzeme Bilimi Terimleri Sözlüğü, Bilgisayar Terimleri Kılavuzu gibi terim sözlüklerini de eklemek gerekir. Görülüyor ki, Kurum bu alanda da üzerine düşen görevi yapma gayretindedir. Gerçek durum bu iken sayın konuşmacının “eski Dil Kurumu”, “yeni Dil Kurumu” gibi gereksiz ve bölücü bir ayırımla, dinleyicilere yanıltıcı yanlış bilgiler vermesi olağan karşılanacak bir durum değildir. Nitekim, bu yanlış değerlendirme Türk Dil Kurumu Başkanı Sayın Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın tarafından dile getirilerek dinleyicilere doğru bilgiler verilmiştir. Ayrıca, TDK’ce yayımlanan, dilimize yeni girmiş Yabancı Kelimelere Karşılıklar başlıklı iki kitapta (Ankara 1995-1998) yer alan karşılıkların bir kısmı da terim niteliğinde olduğu için, bu yolla da ihtiyaç duyulan terimlere karşılıklar bulunmaktadır.
“Türk Dünyasında Ortak İletişim Dili Olarak Türkçe” konusuna ayrılan üçüncü oturumda, bildiri sunacak beş konuşmacı gelemediği için yalnız Prof. Dr. Nimetullah Hafız (Kosova) ile Sayın Dr. Mustafa Şerif Onaran’ın bildirileri dinlenebilmiştir. Bu konu, daha önce yapılan birkaç bilimsel toplantıda dile getirildiği üzere, çok dikkatli bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Prof. Dr. Olcay Önertoy ve Prof. Dr. Harid Fedaî’in başkanlığında “Yazı, Konuşma ve Çeviri Dili Olarak Türkçe” konularıyla, 8 Ocak Salı sabahı başlayan dördüncü oturum, Prof. Dr. Nevzat Gözaydın, Cornelius Bischoff, Feyza Hepçilingirler, Vural Öger, Prof. Dr. Hamza Zülfikar ve Dr. Abdülkadir Akgündüz’ün konuyu çeşitli yönleri ile değerlendiren bildirileri ve yapılan tartışmalarla sürmüştür. Konuşmaların her biri ilgi çekici özellikler taşımakla birlikte Sayın Öger ile Sayın Zülfikar’ın konuşmaları bizim özellikle ilgimizi çeken birer konu olmuştur.
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın ve Prof. Dr. Nimetullah Hafız başkanlığındaki beşinci ve son oturum, “Türkçenin Yabancı Diller Etkisinde Kalmasıyla Ortaya Çıkan Sorunlar” konusuna ayrılmıştır. Bu oturumda, Prof. Dr. Doğan Aksan’ın kısa ve özlü konuşmasını, Prof. Dr. Olcay Önertoy, Emin Özdemir ve Cemil Kurt’un konuşmaları izlemiştir. Adları bu oturumda yer alan ve Ankara dışından gelecek olan birkaç konuşmacı da hava muhalefeti dolayısıyla katılamamıştır.
Programda, her toplantı sonunda yarımşar saatlik bir tartışma ve değerlendirme süresi bulunduğu hâlde, bazı konuların niteliği bakımından 15 dakikalık konuşma süresini aşması veya soru sorma ve değerlendirmelerde çok kimsenin söz almak istemesi yüzünden, toplantı konularının kapsamı içine giren bazı hususlarda gerekli açıklamalar yapılamamış; bu hususlar bulanık kalmıştır. Oysa, Türkçenin yalnız dünü bakımından değil bugünü ve yarını açısından da önemli olan noktaların açıklanarak vurgulanması gerekirdi. Zaman yetersizliği dolayısıyla açıklanamamış olan bu noktalarda ilgililerin doğru bilgilendirilmesi gereğine inandığınız için bu konudaki bazı görüşlerimizi sizlerle paylaşmak istedik. Şöyle ki:
Bildiri sunuşları veya tartışmalar sırasında ileri sürülen görüşlerden biri (Cemil Kurt, Türkçenin Yabancı Diller Etkisinde Kalmasıyla Ortaya Çıkan Sorunlar), dilimize girmiş yabancı sözlerin, özellikle Arapça ve Farsça olanların dilin bir kültür dönemini yansıttıkları gerekçesi ile benimsenmesi ve dilden atılmaması yolundaki görüşüdür. Bizce burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, dile girmiş yabancı sözlerin niteliğidir. Dilimizde yer almış Arapça, Farsça ve batı kökenli yabancı sözleri ikiye ayırmak gerekir: 1) Bunların bir kısmı dile girdikten sonra, zamanla ses ve şekil yapıları açısından olsun, anlam açısından olsun, Türkçenin kendi kalıplarına uydurularak Türkçeleştirilmiş olan dolayısıyla da Türkçe sözlerden ayırt edilemeyen nitelikteki sözlerdir. Bunların Türk diline, işleyiş bakımından herhangi bir zarar getirmesi de söz konusu değildir: Aba, akıl, anahtar, bezi, bezelye, çamaşır, çarşamba, çarşı, çerez, çengel, çiltim, düven, efendi, fistan, halat, hasta, ıspanak, kale, kiremit, merdiven, perşembe, sınır, sakal, tavla, vatan, millet gibi yığınlarca söz, kökence Türkçe değildir ama bunlar Türkçenin kendi malı olmuştur. Konuya bu açıdan bakınca bugün artık biçim mi? / şekil mi?, araç mı? / alet mi?, koşul mu? / şart mı?, yapıt mı? / eser mi?, yanıt mı? / cevap mı?, kınamak mı? / ayıplamak mı?, kıyı mı? / kenar mı?, söyleşi mi?/ sohbet mi gibi tartışmalara girmek bizce gereksizdir. Zaman bunlar için en iyi süzgeçtir. Ya bunlardan birini tutar ötekini atar; yahut da aralarında bazı anlam incelikleri oluşturarak ve her ikisini de söz varlığına alarak dile zenginlik katar: Us ile akıl (uslu çocuk / akıllı adam), baş ile kafa (kafa çekmek / kafayı çekmek, kafa tutmak), yürek ile kalp (yüreksiz adam / kalpsiz adam), kuşku ile şüphe (amma kuşkulu adam / şüphe etmeyiniz) arasındaki anlam ayrılık ve incelikleri gibi. Bu türlü Türkçeleşmiş sözleri köken yapılarına bakarak dilden atmaya kalkmak, dile hiçbir şey kazandırmaz. Aksine, kullanımda söz varlığı bakımından bir büzülmeye ve anlam kısırlığına yol açar. Bugün gençliğimizin söz dağarcığının yetersizliğinden yakınıyoruz. Bu yetersizlik, kısmen okuyup öğrenme yetersizliğinden kaynaklanıyorsa, kısmen de belirli sözlere saplanıp kalma alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Kademe, basamak, safha, derece, rütbe gibi anlam ayrılıkları taşıyan sözlerin hep aşama ile; seviye, devre, dereke, plân gibi sözlerin hep düzey; adam, insan, şahıs, kişi, kimse sözlerinin hep kişi; sebep, sebebiyle, vasıtasıyla, dolayı, dolayısıyla, yüzünden gibi sözlerin de hep neden sözü ile karşılanması bu yüzdendir. Birçok gencimiz bayram dolayısıyla gelen kartlar yerine bayram nedeniyle gelen kartlar diyerek kar yüzünden yollar tıkanmış diyecek yerde kar nedeniyle yolar tıkanmış diyerek Türkçemizin tadını tuzunu kaçıran cümleler kurmaktadır. Bunlar aynı zamanda belirli sözlere takılıp kalmanın getirdiği anlam büzülmeleri, anlam yetersizlikleridir. Bu konuda bir ikinci örnek de olay sözüdür. Bugün birçok aydınımız oluş, kılış, eylem veya olgu ile hiçbir bağlantısı olmayan durumlarda bile olay sözüne saplanıp kalmaktadır. Onlar için konu, durum vb. sözler ile karşılanabilecek anlatımlar bir yana, her nesnenin adı bile olay’dır: ev olayı, masa olayı, yol olayı gibi. Bu konuda daha nice örnek sıralanabilir.
2. İkinci tür yabancı sözler, dilimize, geldikleri dilin ses yapıları ve gramer kalıpları ile birlikte girmiş olanlardır. Bunlar aydın dilinde yer eden, halka ve topluma mal edilmemiş olan sözlerdir: enformasyon “danışma”, entelektüel “aydın”, iane “yardım”, intihap “seçim”, kat’iyet “kesinlik”, mahrukat “yakıt”, mü’min “inançlı”, mücrim “suçlu”, nikbîn “iyimser”, plâsman “yatırım”, şayia “söylenti”, tenevvür “aydınlanma”, tolerans “hoşgörü”, zelzele “deprem” gibi. Bu sözler, vaktiyle Türkçe sözlerin yerlerini aldıkları ve dilimizin gelişme yolunu tıkadıkları için atılması gereken sözlerdir. Nitekim atılmışlardır da... Dilimizin Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsçadan, Tanzimat döneminde Fransızcadan bugün de, İngilizce sözlerden çektiği sıkıntı hep bu yüzdendir. Bu nedenle, günümüz bilim dünyasında uluslar arası ortak kullanım özelliği taşıyan bazı sözler bir yana, onların dışında kalan ve dilimize köstek olan yabancı sözler atılıp yerlerine sağlıklı Türkçe karşılıklar konmalıdır. Ancak, bunların dilde yerleşmiş olanlarını söküp atmanın kolay olmadığı da unutulmamalıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, gerek bir iki bildiride dile getirilen gerek değerlendirme konuşmaları sırasında, bir ara devrim sözünün yasaklanmış olması dolayısıyla çıkan suçlayıcı tartışmadır. Bu tartışmada devrim yerine inkılâp sözünün kullanılması eleştirilmiştir. Evet, eleştirilmesine eleştirilmiştir de, devrim sözünün neden yasaklanır olduğu açıklanmamıştır. Bize kalırsa, o söz o dönemde kendi kendisini devreden çıkarmış ve bazı aydınların kullanımından düşmüştür. Bu durum dil ile toplum ve sosyal yapı arasındaki sıkı bağlantının sonucudur. 1970-1980 yılları arasında ülkemizde boy gösteren ideolojik eğilim ve çatışmaların Atatürk ilkelerini ve Cumhuriyet rejimini uçurumun kıyısına sürükleme dışında, yer yer bazı kesimlerce dilin de bir ideolojik araç olarak kullanmaya yeltenilmesi, bir kısım aydınları devrim yerine inkılâp sözünü kullanmaya yöneltmiştir. Bunun Osmanlıca sözleri benimsemekle en küçük bir ilişkisi yoktur. Dev-yol, Dev-sol, devrim nikâhı gibi o dönemde türemiş illegal örgüt adları ile bazı kalıp sözlerde, devrim sözünün ideolojik bir kirlenme ile “ihtilâl, bozgunculuk, yıkım ve rejim düşmanlığı” anlatan kavram kargaşası, ben dâhil bir kısım aydını bu sözü kullanmaktan soğutmuştur. O çalkantılı yıllarda, dildeki bazı anahtar sözlerin var olan içeriklerinin boşaltılarak, kuzeyden esen ideolojik rüzgârların etkisi altında nasıl bir anlam yozlaşmasına uğradıkları bilinen bir gerçektir. Devrim sözü de bunların başında gelir. Bu sözün bir süre yasaklanmış olması da her hâlde bu durumla ilgili olmalıdır. Bugün çok şükür o dönem atlatılmış ve devrim sözcüğü de kendi kimliğini kurtarabilmiştir. Bu eleştiriyi yapanlar, dilin o günün sosyal çalkantılarına nasıl alet edildiğini bilirler. Hem de çok iyi bilirler. Ancak, toplantıda politik bir davranışla ve belki de özel bir maksatla, kapalı veya açık olarak hatta ad belirleyerek bazı kimseleri suçlamaya yeltenmişlerdir. Böyle bir tepki, belki de bilinçaltı bir etkiyle başkalarını suçlama görüntüsü altında kendilerini mazur gösterme eğiliminden kaynaklanmış olabilir. Ama değerlendirme aşamasında da bunlar hak ettikleri ağır cevabı almışlar ve bilimsel bir şamar yemişlerdir. Bu durum, bazı konuların hâlâ sen ben davasına alet edilmesinin acı bir göstergesidir. Bu yazıda isim belirtilmeden özel olarak vurgulanmasının nedeni de budur. Bu münasebetle belirtmek isteriz ki, biz, ilke olarak kelime yasaklanmasının da doğru olmadığı görüşündeyiz. Yukarıda özel olarak belirtildiği gibi, sağlıklı bir gelişme rayına oturtulabilmiş olan dilde, “zaman” böyle bir ayıklama için en iyi süzgeç görevindedir. TRT Yönetim Kurulunda görev aldığımız yıllarda, dil konusu dolayısıyla yaptığımız bazı uyarılar ve zabıtlara yansımış olan görüşlerimiz bu durumun tanıklarıdır. Bu konudaki en güzel değerlendirmeyi de dil devrimi uygulamalarının yöntem yanlışı yüzünden ortaya koyduğu bazı aksaklıklara bakarak yine Atatürk’ün kendisi yapmıştır. Onun 1936 yılında dil konusundaki bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe sözler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim “ketebe”, yektübü”, arabındır; “kâtip”, “mektup” Türkündür” sözleri, bu açıdan ne kadar anlamlı ve yol göstericidir.
Konuşma ve tartışmalarda altı çizilmesi gereken bir başka nokta da dilimizin gramer kuralları ile ilgili bazı yanlış değerlendirmelerdir. Sayın Emin Özdemir, kendi bildirisinde üzerlerine basa basa öz yaşam, ön deneme, ön yargı, alt yapı gibi örnekler sıralayarak, bunlardaki öz, ön ve alt sözcüklerinin artık birer ön ek durumuna geldiğini söylemiştir. Böyle bir değerlendirme, dilimizin kendi yapı ve işleyiş ölçülerine göre değerlendirilmesi gereken gramer konularının, adlandırma ve sınıflandırma açısından, yüzyıllardır nasıl bir yandan Arap dilinin bir yandan da batı dillerinin özellikle Fransız dilinin gramer kalıplarına kurban edildiğinin tipik örneklerinden biridir. Bilindiği gibi Türkçe, genel dil sınıflamasında sondan eklemeli diller (iltisaklı diller, agglutinative languages) grubunda yer alan bir dildir. ön, öz, alt, son gibi bağımsız sözleri birer ek saymak havsalanın alamayacağı bir yanlıştır. Bunlar ek değil birer bağımsız sözcüktür. Öz yaşam gibi bir kuruluşta, öz sözü sıfat görevindedir. Dolayısıyla bu söz kalıbı da bir sıfat tamlaması oluşturmuştur. Alt yapı gibi bir kuruluşta ise, sıfat tamlaması kalıbında bir birleşik ad niteliğindedir. Durum böyle iken bunları birer ön ek gibi göstermek, dilin yapısını tanımama ve bunları bir yenilik gibi gösterme gayretkeşliği değil midir? Bağlaç yerine bağlama edatı, ünlem yerine ünlem edatı, edat (ilgeç) yerine son çekim edatı, mı? / mu? soru eki yerine soru edatı gibi terim ve sınıflandırmalar da yine Arap gramerindeki isim, fiil, edat (veya harf) biçimindeki üçlü sınıflandırmanın bize yansıyan örnekleridir. Artık söz varlığında olduğu gibi, gramer konularının sınıflandırılıp terimlere bağlamasında da Türkçenin kendi malzemesinin verdiği sonuçlara ve gördüğü işlevlere bakılarak değerlendirilme yapılması kaçınılmazdır. Bu konudaki bilinçsiz taklitçiliğe son verilmelidir. Gramerlerimizde bu açıdan üzerinde durulacak epey konu vardır.
Değerlendirmeler sırasında, bazı konuşmacıların, dilimizin kaynak eser niteliğinde işlevsel bir gramere ihtiyacı olduğu noktasındaki dilekleri çok yerindedir. Türk Dil Kurumunun bu konuda yaptığı hazırlıklar sanırız kısa bir süre sonra meyvesini verecektir.
Üzerinde son olarak durmak istediğimiz bir başka önemli husus da gerek sunulan bildiriler gerek değerlendirmeler sırasında bazı konuşmacıların duygusal ve politik nedenlerle Türk Dil Kurumunun kapatılmış olduğunu bildirmeleri veya ayrımcılık yapmış olmalarıdır. Türk Dil Kurumu, bilindiği gibi yapageldiği yüzlerce kapsamlı ve nitelikli yayınları ile dilimize ve ülkeye yararlı çalışmalarını sürdüregelmektedir.
1932-1983 arası yıllarda, dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu ile Atatürk’ün 1936 yılındaki dileğine uygun olarak 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilerek akademik bir kuruluş durumuna getirilmiş olan Türk Dil Kurumunu birbirinden ayırıp suçlayıcı bir tutumla eski Dil Kurumu, yeni Dil Kurumu gibi bir ayırıma gidilmesi doğrusu çok yakışıksız kaçmıştır. Çünkü her ikisi de aynı amaç doğrultusunda hizmet veren birbirinin devamı niteliğinde bir kurumdur. Atatürk, birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan tarih ve dil konularının, yabancıların kasıtlı yorumlarından kurtarılması için, aslında birer bilim kuruluşuna ihtiyaç olduğunu daha Dil ve Tarih Kurumlarının kuruluşundan epey önce görmüştür. Hatta, Türk dilinin özel durumu dolayısıyla, bir dil akademisi kurulması direktifini de vermiştir. İsmet Paşa’nın 7 Kasım 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı “Millî harsa ait teşebbüsattan olmak üzere bu sene bir lisan akademisi, hars nokta-i nazarından Türk lisanı üzerinde vezaif-i esasiyeyi ifa etmek üzere en yüksek mütehassıslardan mürekkep bir akademi vücuda getireceğiz”1 biçimindeki konuşması, devletin bu konudaki kararının ifadesidir. Ancak, zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin 9 Şubat 1926 tarihinde gazetecilere verdiği demeçten anlaşıldığı üzere2o günün şartlarında böyle bir kuruluşu besleyecek bilim kadrosu bulunmadığı için Atatürk, dil ve tarih konularının ele alınması ve dil devrimin başlatılabilmesi için, bu kuruluşların başlangıçta birer dernek hâlinde çalışmalara başlamasının uygun olacağını düşünmüştür. Nitekim TDTC (daha sonra TDK)’nin kurulması ile başlayan çalışmalar; çok az sayıdaki bilim adamı, edebî şahsiyet ve gazeteci dışında hep taşradaki gönüllü aydınlar eliyle yürütülmüştür. Daha sonraki yıllarda yeniden ele alınan Derleme ve Tarama dergileri bu türlü çalışmaların ürünüdür. Atatürk bu yolla yapılacak çalışmaların birer ön çalışma olacağını biliyor ve ileride bu çalışmaları sağlam temellere oturtma gereğini duyuyordu. “Hayatta en hakikî mürşit (gerçek yol gösterici) ilimdir” diyen, Türk toplumunu sağlam sosyal temeller üzerine yerleştirmek isteyen uzak görüşlü bir devlet kurucusunun, Türk dilini, sürekli olarak amatör dilcilere emanet etmesi düşünülemezdi. Gerçi, o dönemde ön çalışmaların yapılabilmesi ve ulusa ana dili sevgi ve bilincinin aşılanabilmesi için bu gerekliydi. Ancak, bir süre sonra Kurumun akademik bir yapıya kavuşturulması da önemli idi. Nitekim, Atatürk’ün 1936 yılında TBMM’nin açış konuşmasını yaparken “Bu ulusal kurumkarın az zaman içinde ulusal akademiler hâlini almasını temenni ederim. Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin, dünya ilim âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmamızı dilerim”3 sözleri böyle bir gereğin ifadesidir.
İşte 1983 yılında gerçekleştirilen yeni düzenleme, Atatürk’ün bu dileğini yerine getirme amacına dayanan ve Kurumu bilimsel temellere oturtma hedefi güden bir düzenlemedir. Türk Dil Kurumunun bağımsız bir bilim kuruluşu olması belki daha uygun olurdu. Ne var ki, o günün şartlarında bu yol benimsenmiştir. Aslında TDK, bilimsel çalışmalarını bugün de tam bir özgürlük içinde yürütegelmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi, Türk Dil Kurumu böyle bir gelişme süreci gösterdiği hâlde, bunu eski, yeni gibi bir ayırıma sokan görüş çok yakışıksızdır. Türk Dil Kurumu 1932’den başlayıp bugüne uzanan bir bütünlük içindedir. Dil konusuna gönül vermiş olanlara da böyle gereksiz bir ayırımcılık yapmak değil, yapılacak çalışmalarda birleşip bütünleşmek gerekir. Çünkü, dava, sen ben davası değil, Türk diline hizmet davasıdır. Toplantıda, birkaç kişi tarafından da olsa söylenmiş olan bu tatsız söz ve tutumlar hem tarafımızdan hem öteki üyeler tarafından hem de kapanış değerlendirmesinde, TDK başkanı Sayın Akalın tarafından eleştirilerek ortak amaçta birleşme gereğine işaret edilmiştir.
Sonuç olarak, “Türk Dilinin Dünü Bugünü ve Yarını” konusundaki uluslar arası bilgi şöleni, Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesinin çok iyi organizasyonu, katılımcı kuruluş ve kişilerin düzeyli ve olgun tutumu dolayısıyla, genellikle çok başarılı ve verimli olmuştur. Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın oturumları sürekli olarak izlemesi ve kendisine yöneltilen bazı soruları cevaplandırırken gösterdiği olgunluk da takdire değer niteliktedir. Bakanlığın Yayımlar Dairesi Başkanı Sayın Ali Osman Güzel ile bu düzenlemede emeği geçen sayın görevlilere ve Bakanlığa maddî destek sağlayan Öger Turizm sahibi Sayın Vural Öger’e ne kadar teşekkür edilse azdır. Biz de bu alanın mütevazı bir mensubu olarak Sayın Kültür Bakanı başta olmak üzere bütün ilgililere Türk dili adına şükran duygularımızı ve içten gelen teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliriz.