Yaşamış Evliyalar ve hikayeleri

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Yaşamış Evliyalar ve hikayeleri
ABAPÛŞ-İ VELÎ


Anadolu evliyâsından. İsmi Bâli Mehmed Çelebi olup, Bâlî Sultan olarak da bilinir. Germiyan şehzâdelerinden Hızır Paşanın oğludur. Dedesi Süleymân Şah, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlânâ hazretlerine ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği için "Abapûş-i Velî" lakabını vermiştir.

Abapûş-i Velî, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim tahsîlini tamamladı. Ahlâk ve edeb nümûnesi idi. Küçük yaşta Mevleviyye tarîkatı büyüklerinin mânevî bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icâzet, diploma aldı.

Devrinin büyük âlimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini tâkib ederlerdi. Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, onun bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince;
"Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi.
Tîmûr Han Abapûşî hakkında;
"Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.

Abapûş-i Velî ömrünün sonlarını babasından kalan dergâhında yalnız geçirdi. Devamlı ibâdetle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler, ondan istifâde ederlerdi. Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.

Vefâtından önce kendi evine geçen Abapûş-i Velî, üç gün sonra 1485 (H.890) senesinde vefât etti. Afyonkarahisar Mevlevî Dergâhının bahçesine defnedildi. Definden sonra bâzı hâller görüldü. Talebeleri bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tarafından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün vücûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin cezâsını hemen gördü.


1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye; (Sâkıb Dede; Mısır 1283) c.1, s.4


ABBÂDÎ


Meşhûr tasavvuf âlimlerinden. İsmi Muzaffer bin Erdeşir bin Ebî Mensur el-Mervezî'dir. Merv şehrinin bir köyüne nisbetle Abbâdî diye meşhur olmuştur. Künyesi Ebû Mansur, lakabı Kutbüddîn'dir. 1098 (H.491)'de Merv şehrinde doğdu. 1152 (H. 547) senesinde Huzistan'da, Asker Mükrem denilen yerde vefât etti.Sonradan Bağdâd'a nakledildi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin kabrinin bulunduğu Şunîziyye kabristanına defn edildi.

İlim öğrenmeye Merv'de başladı. Nasrullah ibni Ahmed bin Erdeşir, Nasrullah ibni Ahmed el-Huşamî, İsmâil bin Abdulgafûr el-Fârisî, Abdulgaffâr eş-Şirevî, Zâhir bin Tâhir, Abdülmünîm bin el-Kuşeyrî gibi zamânının meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi, hadîs-i şerîf dinleyip rivâyet etti. Kendisinden ise Ebû Muhammed el-Akdân hadîs-i şerîf işitti.

Güvenilir bir hadîs râvisidir. Vâz ve nasîhatlarıyla şöhret bulmuştur. Hitâbeti çok düzgün, tesirli ve anlatım gücü kuvvetli idi. Halk onun vâzlarından çok istifâde edip, şevkle dinlerdi. Ona, "Sultan-ı Suhan", "Hâce-i Mânâ" ve zamânının allâmesi, en büyük âlimi mânâsında "Allâme-i Rüzgâr" gibi medhedici ünvânlar verilmiştir. Bu derece tanınıp sevildikten sonra Selçuklu hükümdârı Sultan Sencer onu Abbâsî halîfesi Muktefî Liemrillâh'a elçi olarak gönderdi.

Abbâdî'nin tasavvuf ilminde, tasavvufun pekçok konularını açıklayan Sûfînâme adlı eseri vardır. Bundan başka Menâkıb-us-Sûfiyye, hazret-i Ali ve Ehl-i beytin fazîleti hakkında Merâsîmü'd-Dîn fî Mevâsim-ül-Yakîn adlı eseri bulunmaktadır. Mî'râcnâme ve Vesîle ilâ Fazîlet-il-Fazîle diğer eserleridir. İbâhat-ül-Hamr adlı bir eserinden bahsedilmiş ise de Semnânî ve İbn-i Hacer gibi âlimler böyle bir eserinin bulunmadığını bildirmişlerdir.

Buyurdu ki: "Kabre yılanlar dışardan gelir sanmayınız. Sizin kötü amelleriniz kabirde sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir."


1) Vefeyât-ül-A'yân; c.5, s.212
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.7, s.299
3) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.230
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.12, s.297
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.144

ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ


Hadîs âlimi, hatîb ve velî. Künyesi Ebü'l-Fadl'dır. Evliyâdan Ebû Bekr Hafîd'in torunudur. 900 (H. 288) senesinde vefât etti. Zünnûn-i Mısrî ve Bâyezîd-i Bistâmî ile sohbet etmiştir. Hadîs-i şerîf öğrenmek için memleketleri gezerdi. Evliyânın meşhûrlarından ve Şam'ın güzel kokulu çiçeği diye meşhur Ahmed bin Ebi'l-Havârî hazretlerinden hadîs-i şerîf okudu. Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. İnsanlara doğru yolu gösterir, İslâmiyetin emirlerine sıkı sarılmaları için çok gayret sarfederdi. Vâz ve nasîhatlar ederdi. Bu sebeple "El-Vâiz" lakabıyla meşhûr oldu.

Hasan bin Muhammed Nişâbûrî annesinden şöyle nakletti:
Annem vefât etmeden önce bana;
"Sana hâmile iken babandan izin alıp Abbâs bin Hamza'nın sohbet ettiği yere gittim. Münâsib bir yere durup, onu dinledim. Sohbetini bitirince;
"Ayağa kalkınız" dedi. Herkes kalktı ve hep birlikte ellerini açıp duâ etmeye başladılar. Ben de el açıp;
"Yâ Rabbî! Bana ilim sâhibi sâlih oğul ihsân et" diye duâ ettim. Sonra eve döndüm. Gece bir rüyâ gördüm, bir zât bana;
"Müjde Allahü teâlâ senin duânı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlâd verecek. O âlim ve uzun ömürlü olacak" dedi.

Hasan bin Muhammed bunu anlattıktan dört gün sonra vefât etti. Annesinin rüyâsında müjdelendiği gibi âlim ve uzun ömürlü bir zât idi...

Abbâs bin Hamza hazretleri, hocası Zünnûn-i Mısrî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi."

"Ey Allahım! Ben nasıl senin rızân için çalışmayayım, çünkü sen beni yoktan vâr ettin ve İslâmiyetle şereflenmemi nasîb ettin."

Abbâs bin Hamza (r.aleyh) buyurdu ki: "Hocam Ahmed bin Ebi'l-Havârî, hocası Ebû Süleymân Dârânî'den nakletti:
"Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok ümid içinde olmalarıdır."

"Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz."

Yine hocası Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den nakleder:
"Dünyâyı tanıyan ondan vazgeçer, âhireti tanıyan ona sarılır, Allahü teâlâyı tanıyan da O'nun rızâsına kavuşmak için çalışır."



1) Tabakât-üs-Sûfiyye; s. 25,26,139
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.3, s. 26
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s. 121
4) Tabakât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s. 119
5) Hazînet-ül-Meârif; c.2, s.165
6) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.43
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.54

ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ


Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarından. Ömerî ismiyle de tanınmıştır. 800 (H.184) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Babasından ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Süleymân bin Muhammed bin Yahyâ bin Urve bin Zübeyr, İbn-i Uyeyne, İbn-i Mübârek, Mûsâ bin İbrâhim gibi âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.

İbn-i Hibbân; "O, zamânının en zâhidi idi. Dünyâya düşkün olmıyan, âbid, hadîs ilminde sika, güvenilir bir âlim idi." demiştir.

Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Abdullah bin Abdülazîz ile İbn-i Mübârek'in huzûruna gidip, yanında bulunmayı çok seviyorum."

Ebû Ca'fer el-Hızâ, Abdullah Ömerî'nin bir gün büyüklerden birisinin şu sözünü naklettiğini bildirdi:
"Kur'ân-ı kerîmi çok okumalı. Çünkü, Kur'ân-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu zaman Cennet'e götürür."

Abdullah Ömerî hazretleri dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hiç ayırmazdı. Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona;
"Niçin kitapları bu kadar seviyorsun?" dediler. O, bunlara şu sözlerle cevap verdi:
"İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve samîmî bir arkadaştır."

Bir gün şöyle duâ etti:
"Yâ Rabbî! Sana, büyüğümüz, küçüğümüz tövbe ederiz. Tövbelerimizi, doğru kıl. Bizi tövbesine uymayanlardan eyleme, Allahım!".

Ebû Münzir İsmâil bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî şöyle diyordu:
"İnsanoğlu gaflete dalar ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan korkarak, emr-i ma'rûf ve nehy-i an-il-münker; iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma farzını terkeder."

Birisi Abdullah bin Abdülazîz'e; "Bana nasîhat et." dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek; "Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması, bütün dünyâya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin." dedi.

Talebelerinden biri; "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye sorduğunda, Enes bin Mâlik'den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dünyâ husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."

Eshâb-ı kirâma karşı çok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin en yakınları, dostları, arkadaşları olduğu için bütün müslümanların onları sevmesini emrederdi.

İbrâhim bin Sa'd'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "Eshâbım hakkında, Allahü teâlâdan korkun. Sakın benden sonra onlara düşmanlık yapmayınız. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden, kin tutan, bana düşmanlığından dolayı böyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü teâlâya eziyet etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu cezalandırması çok yaklaşmış demektir."

Duâların kabûl olması ile ilgili olarak sorduklarında Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîflerini nakletti: "Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmeden önce ma'rufu (iyiliği) emredip, münkerden nehyediniz. Günahınıza pişman olup, Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemeden önce, elbette Allahü teâlâ sizin duâlarınızı kabul etmeyecek. O zaman af ve mağfiret de olunmayacaksınız. Yahûdî âlimler ve hıristiyan din adamları emr-i ma'ruf ve nehy-i an-il-münkeri terkettikleri için, Allahü teâlâ onları, kendi peygamberlerinin lisânı üzere lânetleyip, umumî bir belâ vermiştir."

KABİR AZABINI HATIRLAYIN

Muhammed bin Harb el-Mekkî şöyle anlatır:

Abdullah bin Abdülazîz Ömerî hazretleri yanımıza gelmişti. Onun etrafına toplandık. Mekke-i mükerremenin ileri gelenleri de oradaydı. Bu sırada Abdülazîz Ömerî hazretleri başını kaldırınca, Kâbe-i muâzzamanın etrafında yükselen sarayları gördü. Şiddetli bir şekilde bağırarak;
"Ey bu köşkleri bu mukaddes mekanın yanına dikenler! Ölünce, yapayalnız kalacağınız mezarların zifiri karanlıklarını hatırlayınız. Ey zevk ve sefâ sahipleri, ey dünyâ nîmetleri içerisinde yüzenler! Kabirde, kurtların, böceklerin, yiyecekleri ve gıdâları olacağınızı, şu güzel vücutlarınızın, toprak altında çürüyeceğini, o gören gözlerinizin akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hiç düşündünüz mü?" Abdülazîz hazretleri bunları söyleyince gözleri doldu.

1) Hilyet-ül Evliyâ; c.8, s. 283

2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.5, s. 302
3) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s. 435
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.90
5) Tabakât-ül-Kübrâ (İmâm-ı Şa'rânî); c.1, s.65

ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Abdülazîz bin Ca'fer el-Yuneynî'dir. Künyesi Ebû Osman'dır. Doğum târihi bilinmemekle berâber 1136 (H.530) senesinden sonra Sûriye'de Ba'lbek beldesine bağlı Yuneyn köyünde doğduğu kaydedilmiştir. 1220 (H.617) senesinde vefât etti. Ömrü seksen sene civârında idi. Defnedildiği yere türbe yapıldı. Türbesi Ba'lbek'de olup, istifâde edilen bir ziyâretgâhtır. Şam'da zamânının âlim ve velîlerinden ilim ve feyz alarak yetişti. Zühd sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, heybetli, uzun boylu, cesur, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, gece-gündüz dîn-i İslâmı yaymak için uğraşan, Allahü teâlâyı bir an unutmayan, şânı yüksek, kerâmet sâhibi bir zât idi. Ba'lbek vâlisi kendisini ziyâret ettiğinde, ona adâletle davranmasını tenbîh eder ve nasîhatta bulunurdu.

Es-Sehâvî şöyle anlatır:
"Ebû Osman el-Yuneynî, senede üç dirhem ile geçinirdi. Bir dirhemiyle un alır, bir dirhemiyle yağ, bir dirhemiyle de bal alırdı. Bunları karıştırıp, yuvarlak yuvarlak üç yüz altmış tâne köfte gibi parçalar yapardı. Bayram günleri hariç devamlı oruçlu olduğundan her akşam biri ile iftâr ederdi."

İbn-i Şühbe Târih-i İslâm adlı eserinde onun için;
"Ebû Osman, aslen Ba'lbek köylerinden olan Yuneyn köyündendir. Kerâmet sâhibi bir zât olup, nefsiyle çok mücâdele ederdi. Kimseden bir şey almazdı. Aza kanâat eden iffet sâhibi bir zât idi." demiştir.

Şeyh Muhammed bin Ebi'l-Fadl şöyle anlatmıştır:
"Zamânın sultânı Sultan Îsâ, bir gün Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin huzûruna gelip;
"Efendim! Bize duâ ve nasîhat ediniz." deyince;
"Ey Sultan! Zulümden, kötülüklerden, şakî olmaktan sakın. Babanda bu haller görülmüştü. Sen öyle olma!" dedi."

Bu sultan da, tebeasına âdil davranmıyordu. Bu bakımdan, söylenilen sözlere kulak asmadan kalkıp gittiği gibi Abdullah bin Abdülazîz hazretlerine de bir hîle yapmayı düşündü. Üç bin altın götürüp, hediyemizdir, ihtiyaçlarınıza harcayınız diye vererek deneyecek, kabul ederse hemen geri alacaktı. Ertesi gün hilesini yapmak üzere huzuruna tekrar gitti. Yanında götürdüğü üç bin dirhemi önüne bırakıp;
"Efendim, bunlar size hediyemizdir. Buyurun, dergâhınızın ihtiyaçlarına harcarsınız!" dedi.
Abdullah bin Abdülazîz hazretleri sultana vakar ve heybetle bakıp;
"Ey câhil! Kalk hemen buradan git! Bizi denemeye kalkışıyorsun! Biz Allahü teâlâya duâ edersek yer yarılır seni yutar. Bizi parayla ölçmek istiyorsun. Biz isteyince Allahü teâlânın izniyle şu oturduğumuz seccâdenin altından, birinden gümüş diğerinden altın akan iki çeşme ortaya çıkar! Su gibi altın ve gümüş akar." dedi.

Bu sözleri söyledikten sonra seccâdenin kenarını kaldırdı. Huzûrunda bulunanlar iki çeşme gördüler, birincisinden altın diğerinden de gümüş su gibi akıyordu.

Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin zamânında Melîk Emced bir imârethâne yaptırıyordu. Binânın inşâsında büyük taşlar kullanmak istedi. Beldesinde bulunan büyük taşların kırılıp yontulmasını emretti. Ancak bu işle uğraşanlar taşları parçalamaya güç yetiremediler. Ne kadar uğraştılarsa da âletleri bu iş için kâfi gelmedi ve çaresiz kaldılar. Abdullah bin Abdülazîz hazretlerine gidip durumu anlattılar ve yardım istediler. O da yardım etmeyi kabûl edip taşların bulunduğu yere geleceğini söyledi. Beklemeye başladılar. Baktılar ki havada yürüyerek geliyor. Sonra, gelip havada tam taşların üstünde durdu. Taşlar onun himmetiyle ve Allahü teâlânın izniyle gözleri önünde istenildiği gibi parça parça ayrıldı. Bu hâdiseye çok şaşan işçiler, gidip durumu Melik Emced'e anlattılar. Melik buna hem çok hayret etti hem de pek memnun oldu. Derhal huzuruna gidip hürmetle elini öperek teşekkür etti.

İbn-i Şühbe şöyle anlatmıştır:

Hanımımın bir örtüye ihtiyâcı vardı. Satın almamı istedi. Borcum olduğunu, bu sebeple alamayacağımı söyledim. O gece uyudum. Rüyâda bana; "İbrâhim Halîlullah'ı görmek istersen, Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî'ye bak!" dendi.

Sabahleyin, Abdullah el-Yuneynî'nin bulunduğu yere gittim. Beni görünce, beklememi istediler ve evlerine gidip geldiler. Berâberlerinde, bir örtü ve borcum kadar para vardı. Onları bana verdi. Alıp evime döndüm.

Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtı şöyle anlatılır:

Bir cumâ günü yıkanmak üzere hamama gitti. Cumâ namazı için gusl abdesti aldı. Sonra câmiye gelip, cumâ namazını kıldı. Sonra Dâvûd ismindeki müezzine;
"Ey Dâvûd! Sen cenâze yıkar mısın? Yarın sabah bak neler olacak!" dedi.

Müezzin bir şey anlamayıp;
"Efendim biz sizin emrinizdeyiz." diyebildi.

Oradan ayrılıp dergâhına geldi. Talebelerini, her zaman altında oturduğu ağacın yanına çağırdı ve;
"Beni, buraya defnedin!" diye vasiyet etti. O gece bütün talebeleriyle sohbet etti ve onlara ayrı ayrı duâ etti.
Talebelerinden biri;
"Efendim zât-ı âliniz için, tatlı menbâ suyu getirmişler içer misiniz?" diyerek ikrâm etti.

Suyu alıp içti. Kalanıyla da abdest aldı. Sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra, her zaman çıktığı minderin üzerine çıkıp, kıbleye doğru bağdaş kurup oturdu. Her zaman olduğu gibi tesbihi elinde idi. O hâlde hiç kimse ile konuşmadı. Herkes onun uyuduğunu zannedip yavaşça oradan ayrıldı.

Bir ara hizmetçisi bir şey sormak için yanına girdi. Uyuyor zannederek geri çıktı. Bir süre sonra; "Hocamız bu kadar geç kalmazdı!" diye düşünerek, tekrar odaya girdi ve;
"Yâ Seyyidî, ey efendim!" diye seslendi. Ebû Osman el-Yuneynî hiç ses vermedi. Yanına gidip baktığında, vefât ettiğini gördü. Hemen Melik Emced'e haber verdiler. Derhal dergâha geldi. Ebû Osman Abdullah'ın hiç renginin değişmediğini ve bağdaş kurmuş bir hâlde vefât etmiş olduğunu gördü. Cenâze işlerine başladıklarında Müezzin Dâvûd gelip, Ebû Osman Abdullah'ı yıkadı. O zaman Müezzin Dâvûd'a;
"Yarın sabah bak neler olacak." demesinin, vefâtına işâret olduğunu anladılar. Vasiyeti üzere, talebeleriyle altında sohbet ettiği ağacın dibine defnedildi. Daha sonra buraya velilerden pek çok kimse defnedildi.

Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynîhazretleri bir şiiri devamlı okuyup, ağlardı. Bu şiirin mânâsı şöyledir:

"Ey benim şefâatçım! Bütün arzum, özlem ve iştiyâkım sizedir. Bütün kerîmler, cömertler kendilerinden şefâat istenilince kâbûl ederler. Benim özrüm, sizin arzunuzda esir olmaktır. Aşk ateşiyle yanıp esir olan kişilerin boynu bükük olur. Benim size olan bu özrümü kâbûl ederseniz ne iyi ve ne güzeldir. Eğer kabûl etmezseniz, seven büyük bir yük yüklenmiştir. Size karşı benim sabrım vardır. Benim için bu sevgiliye kavuşmak, ulaşmak vardır."

BUNLAR ŞARAPTI

Kâdı Yâkûb şöyle anlatır:

Birgün Şam'da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana;
"Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.

Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi sirke olmuştu.
Şarap satıcısı;
"Yazıklar olsun sana! Senden şarap getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.

Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve;
"Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s. 110
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.73
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.378


ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ


Evliyânın büyüklerinden, hadis ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Mûsâ olup, ismi, Abdullah bin Abdülganî bin Abdülvâhid bin Ali el-Makdisî'dir. Lakabı Cemâlüddîn'dir. 1185 (H.581) senesi şevvâl ayında doğdu. 1232 (H.629) senesi ramazan ayında cumâ günü Şam'da vefât etti.

Abdullah el-Makdisî, Kur'ân-ı kerîmi amcası Şeyh el-İmâd'dan öğrendi. Fıkıh ilmini Şeyh Muvaffakuddîn'den, Arab dilinin inceliklerini ise Ebi'l-Bekâ el-Akberî'den öğrendi. Şam'da; Abdurrahmân bin Ali el-Harkî, İsmâil el-Cinzevî ve Ebû Tâhir el-Huşûî'den, Bağdâd'da; Abdülmün'îm bin Küleyb, El-Mübârek bin Matuş ve Mes'ûd El-Cemâl'dan, İsfehan'da; Halîl er-Râzânî ve Ebü'l-Mekârim el-Lebbân'dan, Mısır'da; Ebû Abdullah el-Ertâhî ve oğlu Sa'd-ül-Hayr'dan, Nişâbûr'da; Mensûr el-Ferâvî, El-Müeyyid et-Tûsî'den ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi, yazdı ve rivâyette bulundu. Bunun yanında Mûsul, Erbil, Mekke ve Medîne'ye de gidip hadîs-i şerîf dinledi.

Kendisinden ise; Hâfız ez-Ziyâ, Şeyh Şemsüddîn, Şeyh-ül-Fahr, Şems ibni Hâzım, Şems İbn-ül-Vâsıtî, Nasrullah bin Iyâş, Nasrullah Sa'd-ül-Hayr ve birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular. Kendisinden icâzet (diploma) almak sûretiyle en son rivâyette bulunan, Kâdı Takıyyüddîn el-Hanbelî'dir.

İbn-ül-Hacîb onun hakkında

Hâfız Cemâlüddîn, sağlam, güvenilir, dînine son derece bağlı bir zâttır. Emâneti koruma, mârifet, ezberinin kuvvetli olması hususlarında, zamânımızda bir benzeri yoktu. Çok mütevâzî, heybetli, vakûr, ağırbaşlı, cömert, müsâmehakâr, aklı selîm sâhibi, özür dileyenin özrünü kabûl edici, çok ibâdet eden, vera' sâhibi, her an nefsi ile mücâdele eden bir zât idi." demektedir.

Hâfız ez-Ziyâ ise onun hakkında; "Kur'ân-ı kerîmi kırâatına uygun, doğru ve güzel okurdu. Ebû Mûsâ, fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde zamanının büyük âlimi oldu. Birçok yere ilim öğrenmek için gitti. Çok kere bu yolculukları yürüyerek yaptı. Her hâliyle örnek, kendisine uyulan bir zât oldu. İnsanlar, onun derslerinden çok istifâde ettiler." demektedir.

Ebû Mûsâ, İsfehan veNişâbûr'a ilim öğrenmek için yalınayak giderdi. Yolda açlık ve susuzluk sıkıntılarına da göğüs gererdi. Melik el-Eşref, onun için Sefh'de kendi ismiyle bir hadîs külliyesi yaptırdı ve Ebû Mûsâ'yı buraya idareci ve müderris tâyin etti.

Zekîyyüddîn el-Berzâlî ise; "Hâfız Cemâlüddîn, sağlam, dînine bağlı olup ve doğruyu yanlıştan ayırırdı." demiştir.

Muhammed bin Selâm onun için; "Ebû Mûsâ, bir müzâkere, ders meclisi kurdu. Pek çok kimse akın akın ona koştu. O, ilim ve edeb olarak bütün üstünlükleri kendisinde toplamıştır." demektedir.

Ebû Mûsâ hazretleri vefât ettikten sonra, talebelerinden pek çoğu rüyâda gördüler. Bir talebesi onu rüyâda gördü ve; "Size nasıl muâmele yapıldı?" diye sordu. "Allahü teâlânın ihsânı ve ikrâmı ile nîmetler içindeyim." dedi. Bir başkası onu rü'yâsında gördü ve; "Haliniz nasıldır?" diye sordu. Ona da; "Hayra kavuştum." diye cevap verdi.

Ebû Mûsâ el-Makdisî bir talebesine rü'yâda şöyle dedi:

Yavrum! Benim, dünyâda iken okuduğum ve size yazdırıp öğrettiğim duâya devâm et. O duâ, sana yazdırdığım falan kâğıttadır. O duâ; "Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni yoktan yarattın. Ben senin kulunum." duâsı olup, dünyâda çok okunması sebebiyle burada kurtuluşuma sebeb oldu. Ona devâm et!

Vefâtı sebebiyle, Yûsuf bin Abdülmün'îm, söylediği kasîdede onun hakkında özetle şöyle der: "Ölümüyle berâber sevinç ve neş'enin yok olduğu kimseye üzülmemek elde değildir. Şâyet o kişi yaşasaydı, dîni öğretir, insanlara Allahü teâlânın yolunu gösterir ve sünnetleri yayardı."


1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s. 185
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s. 131
3) Mu'cem-ül-Müellifin; c.6, s. 76
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s. 1408
5) Tabakât-ül-Huffâz; s. 495
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7 s. 381ABDULLAH EL-ACEMÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şeyh Abdullah el-Acemî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Haleb civârında Bire yakınındaki Kefertaşe köyünde ikâmet ederdi. Bağ-bahçe ile uğraşır, çiftçilik yapardı. Üstün hâller ve kerâmetler sâhibi bir zâttı. 1242 (H. 640) senesinde doğduğu yer olan Kefertaşe köyünde vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.

Menkıbelerinden bâzıları şöyle nakledilmiştir:

Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Abdullah el-Acemî hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:

"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar koparıp götürdü. Melik kesip tadına baktı ve; "Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.

Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını bilmiyordu. Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında namaza durdu ve iki rekat namaz kılıp şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı olduğunu bildir, gidip Melîk'e vereyim..."

Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu. Hayretle; "Ağaçlar! Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak Abdullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına kapandı.

Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik Zâhir; "Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun kerametiniz olduğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin."dedi. Abdullah el-Acemî'nin; "Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;

"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.

Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi kaynamıştı:

"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak isterim." O; "Efendim ben, malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını verdi.

Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî ve candan isteği karşısında teklîfini geri çevirmedi. Nikâhları yapıldı.

Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.

Düğün alayı Abdullah el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu Abdullah Acemî hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve üstünde tahtırevan içinde geliyordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp; "Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız; "Evet, buyurun söyleyin." dedi.

"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki bahçıvan evine gir." buyurdu.

Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.

Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak'ta evliyâ bir zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin köyüne geldiler.

Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni ile otlar bir yere toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra; "Niçin böyle yaptınız?" diye sordu. O zât; "Efendim sizin yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim." deyince de;

"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla toprağa döküldü. Sonra; "Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz." dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.

Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde bulundu.


1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2 s.113
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8 s. 12
ABDULLAH BİN AVN


Peygamber efendimizin arkadaşlarını gören büyük velîlerden. İsmi Abdullah bin Avn bin Ertabân el-Müzenî'dir. İbn-i Avn diye de bilinir. Basra'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Hadîs-i şerîf mütehassısı olarak Basra'da şöhret buldu. 768 (H.151) senesinde vefât etti.

Abdullah bin Avn, devrinin büyük âlimlerinden okudu. Hadîs-i şerîf ilminde zamânın önde gelen âlimleri arasına girdi. Semâme bin Abdullah bin Enes, Muhammed ibni Sîrîn, İbrâhim en-Nehaî, Ziyâd bin Cübeyr bin Hayve, Kâsım bin Muhammed, Hasan-ı Basrî, Şa'bî, Mücâhid ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Hadîs-i şerîf öğrenmek için Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve daha pek çok yere seyahat etti. İmâm-ı A'meş, Dâvûd bin Ebî Hind, Süfyân-ı Sevrî, Şû'be, Ebû Yahyâ el-Kattân, Abdullah ibniMübârek, Vekî bin Cerrâh, Muâz ibni Muâz, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî ve başkaları kendisinden hadîs rivayet ettiler.

Büyük âlim Kurre (rahmetullahi aleyh) der ki:

"Biz İbn-i Sîrîn'in verâsına, haram ve şüphelilerden sakınmasına hayrân idik. Fakat Abdullah ibni Avn, onu bize unutturdu. O bu hususta çok ileri mertebelerde idi."

Bikâr bin Abdullah es-Sîrînî anlatır:

"İbn-i Avn'ın kimseyle alay ettiğini görmedim. Çünkü o, kendi hâlinde ve nefsiyle meşguldü. Günden güne olgunlaşıyor, tasavvufta git-gide yükseliyor ve derecelere kavuşuyordu.

Abdullah bin Avn hazretleri her gün sabah namazını talebeleri ile kılar, kimseyle konuşmadan, kıbleye karşı oturur, Allahü teâlâyı zikrederdi. Bu hal güneşin doğmasına kadar sürerdi. Talebeleri de aynı şekilde yapardı. Güneş doğduktan sonra onlara dönüp, derse başlar ve nasîhat ederdi.

Bir defâsında; "Akıllı bir kimse bir hatâ işlediğinde ne yapalım?" diye kendisine soruldu. Buyurdu ki:

"Akıllı bir kimseyi, işlediği hatâ için azarlamak yakışmaz. Şu zamânımızda da durum budur. Kim birini incitirse, daha şiddetli azarı bir başkasından kendisi duyar."

Abdullah bin Avn, boş ve faydasız şeyler konuşmaz, insanların hayrına olan şeyleri anlatırdı. Bulunduğu yerde kendisinden çok güzel koku yayılırdı. Temiz ve güzel giyinirdi.Belli zamanlarda evine kapanır, sükût ve tefekkürle vakit geçirirdi. İyi işlerini gizler, belli etmezdi. Ana ve babasına iyiliği çoktu. Onların yediği kaptan hiç yemek yemezdi. Bu sebeple kendisine sordular: "Ey Allahın sevgili kulu niçin böyle yapıyorsun?" Cevâben buyurdu ki:

"Korkarım, yediğim kaptaki bir lokmada, onların gözü olur da farkına varmadan alıp yiyebilirim."

Bir gün annesi çağırdı. Biraz sert bir şekilde cevap vermişti. Sonra bu hâline çok üzüldü. Hemen gitti ve bu hareketine keffâret olsun diye, iki köle âzâd etti.

Evlerinin hepsinde müslümanlar parasız otururdu. İsteyeceği ücret onlara çok gelebilir düşüncesiyle hiç kira almazdı. Diline sâhib olup, hiçbir zaman kötü söz söylemezdi. Yaptıklarından pişman olmayan akl-ı selîm sâhibiydi. Kur'ân-ı kerîmi çok okur, cemâate devâm ederdi.

İbn-i Mus'ab'a; "Abdullah bin Avn hakkında ne dersin?" denilince;

"Avn oğlu ile yirmi dört sene berâber kaldım. Her şeyine dikkat ettim. Her hâliyle dînimize uygun yaşayışının netîcesinde meleklerin ona bir hatâ yazmadığı kanâatine vardım." cevabını verdi.

Yahyâ el-Kattân da;

"Avn oğlu Abdullah'ın üstünlüğü, insanlar arasında dünyâyı en fazla terketmiş olması bakımından değil, diline sâhib olması bakımındandır. O, insanlar arasında diline en fazla sâhib olanlardandır."

İbn-i Mübârek onun için; "Onun gibi namaz kılan görmedim." dedi. Âlimlerden Ravh ismindeki bir zât da; "Ondan daha ibâdet edici birisini görmedim." buyurdu.

Abdullah ibni Avn hiç kızmazdı. Bir gün birisi kendisini kızdırmak istedi, ona dönüp; "Allahü teâlâ sana iyilikler versin." cevabını verdi ve duâ etti.

Muhammed bin Fudale anlatır:

Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. "İbn-i Avn'ı ziyaret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ ve Resûlü onu çok seviyor." buyurdu.

Bikâr binAbdullah es-Sîrînî, onun bir gün oruç tutup bir gün tutmadığını söyler.

İbn-i Mübârek'e; "İbn-i Avn ne ile bu dereceye yükseldi?" diye sorulunca; "Doğrulukla." cevabını verdi.

Abdullah ibni Avn vasiyetlerinde;

"Ey kardeşlerim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi gece-gündüz okumanızı, cemâate devâmınızı ve kötü işlere mâni olmanızı." buyurdu.


1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.3, s. 37
2) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s. 156
3) El-A'lâm; c.4, s. 111
4) Tabakat-ül-Kübrâ; c.1, s.64
5) Tehzîb-üt-Tehzîb, c.5, s. 346
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild 2, s.91
ABDULLAH AYDERÛSÎ


Yemen evliyâsından. İsmi, Abdullah bin Abdullah bin Abdullah Ayderûs, künyesi Ebû Muhammed'dir. 1538 (H.945) senesinde Yemen'de doğdu.

Abdullah Ayderûsî küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Âlim bir zât olan babasından ilim öğrendi.Annesi Fâtıma binti Abdurrahmân da, evliyâlık derecelerine kavuşmuş bir hanımdı. Onun terbiyesi ile yetişti. Ayrıca dînî ilimleri Şihâbüddîn Ahmed, Hüseyin bin Abdullah, Ahmed bin Abdullah ve başkalarından öğrendi. Sonra, Hindistan'ın Ahmedâbâd şehrinde bulunan babasının yanına gitti ve okumaya devâm etti. Daha sonra hacca gitti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki birçok âlimden ilim öğrendi. Fıkıh, hadîs, tefsîr ve usûl ilminde yükseldi. Memleketine dönüp ilim ve edeb öğretmeye, ders vermeye başladı. Çok uzak yerlerden akın akın ilim öğrenmeğe geldiler. Hadramût beldesinde ilimde en üstün zat oldu. Pek çok kimse talebesi oldu. Muhammed ve Zeynelâbidîn adındaki oğulları ile,Abdurrahmân Sekkâf, Ebû Bekr Şiblî adlarındaki torunları, İmâm Abdullah bin Muhammed, Hüseyin bin Abdullah, Şeyhülislâm Ebû Bekr bin Abdurrahmân, Şihâbüddîn, Kâdı Ahmed bin Hüseyn, Fakîh Abdurrahmân bin Akîl, Seyyid Ebû Bekr bin Ali, Hüseyn ve başkaları kendisinden ilim öğrendiler.

Abdullah Ayderûsî'nin ömrü, hep ilim öğretmekle geçti. Allahü teâlâ ona uzun ömür verdi. Çok cömert olup, îtibâr sâhibiydi. Asrının büyük âlimlerinden olduğunu herkes kabul etti. Yumuşak huyluluğu yanında heybetli olması ile karşısındakine saygı telkin ederdi. Susması çok olup, lüzumsuz konuşmazdı. Evinde ibâdetle meşgûl olur, ancak cumâ namazı için veya bir düğün yemeğine çağrıldığında evinden çıkardı. Evinden çıktığında sokaklar onu görmek ve duâ almak isteyenlerle dolup taşardı. Çok kerâmetleri görüldü. Bir talebesine bir beldeye gidip orada bulunmasını söyledi, o da gitti. Hocasına bağlılığı ve muhabbeti sebebiyle çok geçmeden orada hizmetler yapıp mânevî derecelere kavuştu.

Sevdiklerinden birinin kıymetli bir eşyâsı çalınınca, bu duruma çok üzüldü. Ayderûsî onun bu hâlini görünce; "Falan yere git. Orada bekle, yanına gelen ilk kimseye aldığı malı getirmesini söyle." Getirip verirse güzel. İnkâr ederse onu al buraya getir." buyurdu. O da yanına ilk gelen kimseye söyledi. O kimse aldığı malı getirip eksiksiz teslim etti.

Ayderûsî, Yemen'in Terîm şehrinde çok hayır eserleri yaptırdı. Yaptırdığı mescidler meşhûrdur. Mescid-ül-ebrâr ve Mescid-ün-nûr bunlardandır. Yolcular ve fakîrlerin istifâdesi için hurma fidanları dikti. Uzun bir zaman gözleri görmez oldu. Sonra açıldı. Fazîlet sâhibi kimseler onu medh eden kasîdeler yazdılar.

1610 (H. 1019) senesinin Şubat ayının dokuzunda Perşembe günü ikindi namazının secdesini yaparken vefât etti. Cenâze namazı cumâ günü büyük bir kalabalık tarafından kılındı. Cenâzesinde sultan ve devlet adamları da yer aldılar. Önceden Yemen'de Terim kasabasının Zenbil kabristanında hazırladığı yere defnedildi. Sonra mezarın üzerine bir de türbe yapıldı.

KERÂMETLERİ ÇOKTU

Âriflerden biri rüyâsında, Peygamber efendimizi Müdeyhac Mescidinin mihrâbında namaz kılarken gördü. Abdullah Ayderûsî de Peygamberimize uymuş olarak namaz kılıyordu. Abdullah bin Ahmed de, Ayderûsî'nin arkasındaki safta idi. Ayderûsî, câminin sahn (ortasındaki boşluk) kısmında idi ve üzerine yağmur yağıyordu. Rüyâyı gören zât, bu rüyâsını sâlih bir kimseye anlattı. O kimse rüyâyı şöyle tâbir etti:

Bu rüyâ, Ayderûsî'nin Peygamber efendimize tam uyduğuna; yağmur da, kerâmetlerinin çokluğuna delâlet eder. Çünkü onun kerâmetleri çoktur.


1) Hulâsat-ül-Eser; c.1, s.49
2) Nûr-üs-Sâfir; s.200
3) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.135
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.196
ABDULLAH-I DEHLEVÎ


Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hızır'la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî'den aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O'nun büyüklüğünü tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.

Bir gün rüyâsında hazret-i Ali ona şöyle dedi:

"Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi'de hocası şeyh Nâsırüddîn'in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı. Abdullah-ı Dehlevî Delhi'ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti.Babası; "Oğlum! seni Şeyh Nâsırüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin." dedi.

O sırada Delhi'de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh Ziyâüddîn, Şeyh Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:

"Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.

Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek olsun."buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.

İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler geçirmişti. Bir gün rüyâsında gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmın tam karşısına da Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrif etti. Şâh-ı Nakşibend'in yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.

Elinde malı, mülkü kalmadığı için başlangıçda geçim zorlukları ile karşılaşan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla parçasını yastık edindi. Bu şekilde, on beş sene kanâat köşesinde oturdu. Bir defâsında o kadar çâresiz kalıp, bitkin düştü ki, "Artık bulunduğum bu hücre benim mezârım olacaktır." diye düşünmeye başladı. Nihâyet Allahü teâlânın yardımı yetişti. Tanımadığı birisi, bir mikdâr para bırakıp gitti. O günden sonra devamlı Allahü teâlânın bu şekilde yardımına kavuştu.

Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı. Uzak yakın her yerden, Diyâr-ı Rum, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile şereflenmek için yarışırcasına yanına koştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi bâzıları Resûlullah efendimizden aldığı mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu yolun büyüklerinin mânevî işâreti ile koşup teslim oldu. Şeyh Muhammed Can bunlardandı. Bâzısı ise,Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.

Dergâhında iki yüz kişi civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını temin ederdi. Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu. Bir gün bir köpeği görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasında vâsıta olayım. Bu yarattığın hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.

Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret ederdi. Az uyur, teheccüd, gece namazına kalktığında uyuyanları da kaldırırdı. Sonra murâkabeye oturur, peşinden Kur'ân-ı kerîm okurdu. Kur'ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyı anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr derslerine başlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebelerinin de yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi. Birisi para gönderse, şüpheli bir durumu yoksa, İmâm-ı a'zam hazretlerinin ictihadına göre bir sene dolmadan mal nisaba ulaştığında zekât vermek câiz olduğundan önce onun zekâtını verirdi. Çünkü bir kuruş zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün olduğunu bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka şeyler yaptırır dervişlere dağıtır, bir kısmı ile dergâhın borçlarını öder, birazını da yanına gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öğleye yakın sünnet-i şerîfeye uymak için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkıp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar okumak, bâzı mevzular üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve yazılması lâzım olanları yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuşeyrî'yi okur, sonra güneş batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile meşgul olurdu. Akşam namazından sonra, mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı kıldıktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastırdığında seccâdesi üzerinde sağ yanı üzere yatardı. Bazan otururken uyuyakalırdı. Hayâsının çokluğundan ayağını uzattığı görülmezdi.

Kur'ân-ı kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayınız, dayanamıyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini de çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsıl olur, coşar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat başkalarının yaptığı gibi dînin emir ve yasaklarına uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.

Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır, yasaklarından sakınmalarını emrederdi. Bir kerre Şimşîr Bahâdır Han papazlara mahsus bir şeyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette yanında oturmamasını istedi. Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir daha yanınıza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak ayrılan Bahadır Hanın içi rahat etmeyip, üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını istedi ve talebesi oldu.

Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Zamânın pâdişâhı defalarca dergâhın ihtiyaçlarını karşılayacak bir yardımda bulunmayı teklif ettiği halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da dergâhın ihtiyaçları için yardım teklif ettiğinde talebelerinden Raûf Ahmed'e; "Hediye gönderen Emîr Hana şu beyti cevap olarak yazınız.

Biz fakr-ü kanâati şeref biliriz,

Emîr Hana söyleyin mukadderdir rızkımız.

Ve biz, Allahü teâlânın meâlen; "Semâda ise, rızkınız ve vâd olunduğunuz Cennet vardır." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.

Bir sıkıntısı olduğunda din büyüklerinin yardımına kavuşurdu. Şöyle anlatır.

Bir defasında karnım ağrımıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedim. O anda kendisini gördüm. Yanıma teşrîf edip, rahatsızlığımı giderdiler.

Peygamber efendimizi son derece seven Abdullah-ı Dehlevî, O'nun şerefli ismini duyduğunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurdukları bir zâtsın." demişti. Bu sözden duyduğu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi değişti ve hizmetçinin alnından öpüp; "Ben kim oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru olayım." deyip tevâzu gösterdiler.

Yakın talebeleri anlatırlar; "Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel kokular duyardık. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve evliyânın rûhlarının ziyârete geldiklerini anlardık. Hocamız, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine o kadar bağlıydı. Bir gün bize; "Biz muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep; kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir." buyurdu.

Giyiminde Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalın elbise giyerdi. Birisi kıymetli bir elbise getirse onu satar, parasıyla birkaç elbise alır, fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. "Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden daha iyidir." buyururdu.

Buyurdular ki:

Rüyâda Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah; "Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüştür." sizin hadîsiniz midir? dedim. "Evet." buyurdu. Devamlı tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ okuyamadım. Rüyâda Resûlullah'ı, Tirmizî'nin Şemâil'inde anlatılan şekilde gördüm. Geldiler ve; "Okumadın!" buyurdular.

Bir defâ Cehennem ateşi korkusu beni kapladı. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e girmeyecek." buyurdu.

Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin efendisine sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet ziyadesi ile var idi.

Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk'ın feyz ve bereketlerini onların kalblerine akıtırdı. Bu büyük iş, onda çok görüldüğünden binlerce talebenin kalbi devamlı Allahü teâlâyı anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek makam ve hâllere eriştirdi. Bununla berâber kerâmetleri, Allahü teâlânın izni ve ilâhî ilhâm ile gaybdan haber vermeleri olurdu.

Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan hocalarına dönüyordu. Yolda kendi aralarında konuşurlarken; "Hocamızın yüksek huzurlarına kavuştuğumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?" dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir takke vermesini arzu ederim." diye konuştu. Huzurlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî herkese, arzu ettiği şeyi ikrâm etti.

İnsanların müşkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarının işleri onun duâları ile hallolurdu.

Beyt:

İşlerinin olması mutlak Allah'dandır,
Sakın zannetmeyin bu, kullardandır.

O yüksek makamlar sâhibinin her sözü hârika olup, Allah'ın Peygamberinin sallallahü aleyhi ve sellem mûcizelerinin şuaları idi.

Birçokları Abdullah-ı Dehlevî'yi rüyâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düşen şevk ile huzûrlarına gelir, yüksek makamlara kavuşup, memleketlerine dönerdi. Talebeleri çok olduğu hâlde, teveccühleri ile herbirini makamdan makâma geçirir, hâlden hâle kavuştururdu. Teveccühünün kuvveti sâyesinde, senelerce sürecek işleri, günlere sığdırırdı. Pek çok fâsık, fâcir ve günahkar, yüksek nazarları, bakışları ile tövbe edip, doğru yola geldiler. Bir kısım kâfirler de küçük bir iltifâtı ile müslüman oldular.

Bir gün yakışıklı bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisine, severek gelip, sohbetini dinlemeye başladı. Mec.

Meclistekilerin hepsi bu hâle hayret ettiler. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin mübârek nazarları o gence değince, gencin kalbinde bir değişiklik oldu. Hemen müslüman oldu.

Beyt:

Evliyâyla, onları candan severek otur,
Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine hasta sâhipleri gelir, hastalarının şifa bulması için duâ etmesini isterlerdi. O da, gelenleri boş çevirmez, sıhhate kavuşmaları için duâ buyururdu. Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsını kabûl buyurduğu için, hasta ânında iyi olurdu. Bunu işiten herkes, Abdullah-ı Dehlevî'nin hâne-i saâdetlerinin önünde birikip, dertlerine derman ararlardı.

Talebesinden Mevlevî Kerâmetullah, zâtülcenb hastalığına yakalanmışdı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin elini hastanın üzerine temas ettirmesiyle, hastalık Allahü teâlânın izniyle geçti.

Delhi Câmisinin imâmı Mevlevî Fadl Ahmed'in çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir gece rüyâda, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta oğluna bir şey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamâmen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Sıdk ve hâlis bir niyet ile biraz para alıp, huzûruna geldi ve; "Bunları kabûl ediniz." diye arzetti. Abdullah-ı Dehlevî tebessüm edip; "Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir?" diyerek keşf-i kerâmet buyurduğunda, Mevlevî Fadl Ahmed; "Hayır efendim, bunlar, bu geceki, lütuf ve inâyetinize şükür bile olamaz." dedi.

Abdullah-ı Dehlevî, bir gün Hakîm Nâmdâr Hanı ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde, gözlerini kapamış ve şuûru gitmiş buldu. Yakınları; " Hastalığının gitmesi için Allahü teâlâya teveccüh ediniz" dedi. O da, hastaya bir baktı. O anda hastanın şuûru yerine geldi, gözlerini açtı. Bir müddet onunla konuştu. Abdullah-ı Dehlevî kalkıp mübârek adımını, kapısından dışarı atıp çıkınca hasta hemen vefât etti.

Ölüm hâline yaklaşan birisini, dostlarından biri sırtına alıp, seher vaktinde Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna getirdi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra hastaya teveccüh buyurdu, o anda hasta iyileşti.

Talebelerinin büyüklerinden Mîr Ekber Ali'nin akrabâsından bir kadın hastalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden, hastalığının azalması için duâ ricâ etti. Fakat o duâ etmedi. Duâ etmesini istirhâm edince; "Bu kadın, on beş günden çok yaşamaz." buyurdu. Allahü teâlânın takdîri ile on beşinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadına teveccüh edip, hastalığının kalkmasına uğraşdı. Ama yaşamasına fayda vermedi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve; "Mîr'in teveccühlerinin bereketi, bu hanımın üzerinde açıkça görülmektedir." buyurdu.

Delhi'de kıtlık, kuraklık olmuştu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur yağması için Allahü teâlâya niyazda bulundu. Çok geçmeden yağmur yağdı.

Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çıkmıştı. Dönerken hocası Abdullah-ı Dehlevî'yi yanında yürüyor gördü. Ahmed Yâr'a; "Hızlı yürü, kâfile geride kalsın! Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardır. Kâfileyi basmak istiyorlar." buyurdu ve kayboldu. Ahmed Yâr sonradan bu hadiseyi; "Acele ettim. Kervândan çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip, ardımdan kâfileyi bastılar. Ben kurtuldum. Sağ sâlim evime geldim." diye anlattı.

Hazret-i Zülf Şâh anlattı:

Abdullah-ı Dehlevî'yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiştim. Memleketim Delhi'den çok uzaktı. Yolu şaşırdım. Heybetli bir zât karşıma çıkarak yolu gösterdi. "Sen kimsin?" dedim. "Ben, ziyâreti için yola çıktığın kimseyim." buyurdu. Bu hâl, başımdan iki kere geçti.

Ahmed Yâr'ın amcası, sultan tarafından hapsedilmişti. Ahmed Yâr ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ı Dehlevî; "Birisini gönder, onu hapisten çıkarsın." buyurdu. Ahmed Yâr ise; "Bu nasıl olur, kale muhafız askerler ve nöbetçilerle kuşatılmıştır." dedi. Hocası da; "Sen orasını düşünme, sözümü dinle git, onu kurtarırsın." buyurdu. Ahmed Yâr; "Gittik, onu hapisten kurtardık ve nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadı." diye anlattı.

Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna bir şahıs gelip; "Ey efendim! Oğlum iki aydan beri kayıptır. Çocuğumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?" dedi. O da; "Çocuğunuz evdedir." buyurdu. Gelen çok şaşırarak; "Ben şimdi evden buraya geldim." deyince tekrar; "Evinize gidiniz. Çocuğunuz evdedir." buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve gerçekten çocuğunu evde buldu.

Meyân Ahmed Yâr anlatır:

Bir gün mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir hanımın evine tâziyeye gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitâben; "Allahü teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadın; "Hocam! Ben ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık çocuğumuz olmaz." diye cevap verince, hocam; "Hak teâlâ her şeye kâdirdir." buyurdu. Sonra birlikte o evden çıktık ve eve bitişik bir mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rekat namaz kıldı. O kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; "Allahü teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için arz-ı hâcette bulundum. Duâmın kabûl olduğuna dâir alâmetleri gördüm. İnşâallah çocuğu olacaktır." buyurdu. Daha sonra hocamın buyurduğu gibi, Allahü teâlâ, o kadına bir oğul verdi ve çok yaşadı.

Onu üzenler yaptıklarının zararını görürlerdi.

Hakîm Rükneddîn Han başvezir olunca, Abdullah-ı Dehlevî, sevdiklerinden birini bir iş için ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma gelemedi. Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün vâli azledildi.

Mübârek dergâhlarının yakınında, Eshâb-ı kirâma düşman olan biri vardı. Abdullah-ı Dehlevî'nin talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için genişletilmesi lâzımdı. Kadından, o yeri istediler. Kadın vermedi. Nihâyet Delhi'nin ileri gelenlerinden Hâkim Şerîf Hanı ona gönderdiler ve; "Eğer satıp, para almaktan utanıyorsan, kıymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiğinizi söyleyin." dediler. Allahın velî kullarına düşman olan bu kadın, Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı Dehlevî hakkında, râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalktı. Abdullah-ı Dehlevî'nin yanına geldi ve durumu anlattı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ellerini açarak; "Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!" dedi. Allah'ın takdîri ile o evde bulunanlardan bir çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda öldü. Çocuk da hastalandı. Anladılar ki, yaptığımız kötü iş sebebiyledir. O çocuğu Abdullah-ı Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği binlerce âlim ve evliyâdır. Bunlar içinde en büyükleri; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Beşâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Cân, Mevlânâ Fâdıl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa'dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlâna Seyyid Ahmed, Mevlânâ SeyyidAbdullah Mağribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed Münevver'dir.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin gönülleri ferahlatan, kalplere neşe ve sevinç veren söz ve sohbetleri ayrı bir nîmet sofrası idi. Buyururdu ki:

"Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı ise küfrdür, îmânsızlıktır."

"Hizmet görmek isteyen hocasına hizmet etsin."

"Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun."

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yanında bulunanları terbiye edip, yetiştirdiği gibi uzakta olanlara da mektupları ile doğru yolu anlatır, gaflet, Allahü teâlâyı ve âhireti unutmaktan uyandıracak nasîhatlarda bulunurdu.

Bir mektûbunda şöyle buyurdu:

Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur'ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet'e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)

Abdullah-ı Dehlevî namaz hakkında şöyle buyurdu: Namazı cemâatle kılmak ve "tumânînet" (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkıp, ayakta her uzv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında "celse" (dik durma) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdıhân, bu ikisinin vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî sübhânallah demek), Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.

Resûlullah efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu. Bu hadîs-i şerîf; "Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor." demektir. Bir hadîs-i şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!" buyruldu ki; "Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur." demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer emirlerini daha çok kaçırır.

Îmânı olmayan kimsenin Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Ateşte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanın çâresini arar.

Bu ise, çok kolaydır. "Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun son peygamberi olduğuna ve O'nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak" insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini aramıyorum, derse, buna deriz ki: "İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, "Sonsuz olarak ateşte yanmak" felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı olan kimse bile böyle felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı?

Abdullah-ı Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı. İbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu ki:

Şu şiiri okuduğum zaman Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum.

Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta, dermansızım,

Yüzünü andıkça kuvvet gelir, gençleşirim.

Yâni; her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aşkı ve O'na kavuşma isteğinin cilvelerini gördükçe gençleşirim.

Vefâtları: Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzû ederlerdi. Lâkin buyururlardı ki: "Mürşidim ve üstâdımın, yânî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar çoktu. Onun için şehîd olmaktan vazgeçtim."

Abdullah-ı Dehlevî'nin son hastalığında bâsur ve kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov'da bulunan Ebû Sa'îd Fârûkî'ye kısa zamanda birçok mektuplar yazıp; "Benden sonra yerime siz oturursunuz." dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa'îd çok şaşırdı. Çoluk çocuğunu Luknov'da bırakıp süratle geldi. Huzurlarına gelince; "Sizinle karşılaştığım zaman içimden çok ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, ağlayacak gücüm de yok." buyurup, çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasiyetnâme yazdırırlardı. Şimdi de hem yazdırdılar hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki:

"Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhâfaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kazâ ve kader husûsunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve ferâgat üzerine olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin (Peygamber efendimize âit eserlerin) bulunduğu Delhi'deki Büyük Câmiye götürünüz Allah'ın Resûlünden şefâat isteyiniz."

Yine buyurdu ki:

Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend; "Bizim cenâzemizin önünde;

Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.

Şu boş zenbilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim

beytlerini okuyun!" buyurmuşlardı. Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel sesle okunmasını istiyorum:

Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,

Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise Kerîm.

Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib'e; "Çabuk Meyân Sâhib'i yâni Şâh Ebû Sa'îd'i (r. aleyh) çağırınız." buyurdular. Mevlevî Sâhib acele kalkıp, Ebû Sa'îd hazretlerini çağırdı. Kapıdan içeri girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar.

Vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı Büyük Câmide kılındı. Şâh Ebû Sa'îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdı Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.

Bugün oradaki üç kabirden biri de Şâh Ebû Sa'îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek'de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî'nin sağ yanına defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî'nin mezârı ortada olandır.

Abdullah-ı Dehlevî'nin vefâtı için; "Nevverallahu madca'ahü: Allahü teâlâ kabrini nûrlandırsın." ve "Cân be-Hak Nakşibend-i sânî dâd: İkinci Nakşibend Hakka cân verdi." târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de pek güzel bir rubâî söyledi ki şöyledir:

Zamânının kayyûmu Şâh Abdullah-ı Dehlevî,
Vefât etti, açıldı ona Cennât-i naîm.

Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:
Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na'îm (1240)

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin büyüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri meşhur dîvânında şöyle anlatmıştır:

"Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesîle oldu.

O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazînesidir.

O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.

O, Dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.

O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı), ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.

O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde mürâcaat yeridir.

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya dâvet edici, çağırıcıdır.

O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o kimseye; "Ey emsâllerine rehber olan zât!" diye hitâb et.

Nefs hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmıştır.

Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm kalmıştır.

Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.

O, noksan olanların kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını tamamlayandır.

Şânı yüceAllahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir."

Eserleri: 1) Makâmât-ı Mazhariyye: Hocası Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerini pek güzel anlatmaktadır. 2) Mekâtib-i şerîfe: Pek faydalı bilgiler ve nükteleri ihtiva etmektedir.

EYVAH!..

Abdullah-ı Dehlevî müslümanlara çok şefkatli idi. Seher vakti onlara duâ ederdi. Kötülük gördüklerine de iyilik yapardı. Hâkim Kudretullah Han Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı Dehlevî'yi gıybet eder, aleyhinde konuşurdu. Bir gün hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çıkartmak için çok uğraştı. Fakat bunu ona söylemedi.

Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisindi dünyâ ile ilgili sözler konuşulmazdı. Birisi gıybet etse ona mâni olur, gıybet edene; "O dediğine ben daha layıkım." derdi. Bir gün yanında; pâdişahı kötülediler. O gün oruçlu idi. Kötüleyene dönerek; "Eyvâh orucumuz gitti!" buyurdu. "Siz kimseyi kötülemediniz ki!" dendiğinde; "Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette söyleyende dinleyen de aynıdır." buyurdu.

O'NDAN GELENE RÂZIYIZ!

Abdullah-ı Dehlevî'nin mübârek vücûtlarında birkaç tane hastalık vardı. Bu hastalıklar sebebiyle namazlarını özürlü kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp; "Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da duâlarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifâya kavuşarak huzûrunuzdan ayrılıyor. Hâlbuki sizdeki hastalıkları biliyoruz. Duâ buyurup da bu dertlerden kurtulsanız olmaz mı?" diye sordu. O da; "Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için râzıyız. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûb olduğundan Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz." buyurdu.

O, insanların sıkıntılardan kurtulmalarına yardımcı olurdu.

SÂDIK TALEBE!

Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki;

Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah'dan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri anıldığında "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.

HASTALIK NÎMETTİR

Abdullah-ı Dehlevî, şânı büyük bir velî,
Meşhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.

Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,
"Oğlumuz çoktan beri, kayıptır" dedi ona.

Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,
Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."

Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,
Buyurdu ki: "Oğlunuz, evindedir şu saat."

O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,
Şimdi evden ayrılıp, huzûrunuza geldim."

O yine buyurdu ki: "Evine dön ki şu an,
Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."

"Peki efendim" deyip, evine gittiğinde,
Gördü ki oturuyor, oğlu gelmiş evinde.

Yine bir gün birisi, ölüm yatağındaki,
Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.

Dedi ki:"Ey efendim, çok ağırdır hastamız,
Belki bir şifâ bulur, duâ buyurursanız."

Şöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,
Kavuştu sıhhatine, o kimse hemencecik.

Böyle, binlerce kişi, duâ alıp o zâttan,
Şifâya kavuşurdu, her türlü mazarrattan.

Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardı,
Hattâ namazlarını, hep özürlü kılardı.

Sevdiklerinden biri, buna olup muttali
Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.

"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eğer,
Kapınıza gelerek, sizden duâ isterler.

Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,
Her biri, duânızla, kavuşuyor şifâya.

Hâlbuki sizin dahi, vardır hastalığınız,
Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatınız.

Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?
Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."

Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,
Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.

Biz ise Rabbimizin, verdiği bu dertlerden,
O gönderdiği için, râzıyız herbirinden.

Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,
Sevdiği kullarına, gönderir Hak teâlâ."

Kıtlık vâki olmuştu, bir zaman da Delhi'de,
Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevî de.

Mescidin avlusuna, çıktı bir gün nihâyet,
Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.

Dedi ki: "Yâ İlâhî, yağmur yağana kadar,
Buradan gitmemeğe, bu kulun verdi karar."

O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,
Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.

Çok nazlı kullarıdır, Allah'ın çünkü onlar,
Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.

Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,
Onların kalplerinden, herkese vâsıl olur.

Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,
Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; cild 6, s. 77
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s. 190
3) Makâmât-ı Mazhariyye; s. 159.
4) Hadâik-ul-Verdiyye; s. 209
5) İrgâm-ül-Merîd; s. 70
6) Âdab; s. 10.
7) Behçet-üs-Seniyye; s.8
8) Hadîkat-ül-Evliyâ; s. 122
9) Reşehât Zeyli; s.72.
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s. 431, 1081.
11) RehberAnsiklopedisi; c.1, s.18
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s. 282.
13) Nüzhet-ül-Havâtır; c.7, s.306.
14) Sefînet-ül-Evliya (Hüseyin Vassâf); c.2, s. 28.
15) Persian Literature; c.2, s. 1034.
16) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s. 703.
 
ABDULLAH BİN DÎNAR

Tâbiîn devri evliyâsından. İsmi Abdullah bin Dînar, künyesi Ebû Abdurrahmân'dır. Doğum yeri ve târihi bilinmektedir. 744 (H.127) senesinde vefât etti.

Abdullah bin Dînar, Abdullah ibni Ömer'in âzâdlı kölesi idi. İlim ve edeb üzere yetişti. Hadîs-i şerîf ilminde üstün bir dereceye yükselmiş olup müksirûndan yâni, çok hadîs-i şerîf rivâyet edenlerdendir. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Ömer, Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anhümâ), ayrıcaSüleymân bin Yesâr ve Ebû Sâlih bin Selmân'dan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti. İmâm-ı Nesâî onu müksirûndan kabûl eder. Kendisinden, Mûsâ bin Ukbe, Mâlik oğlu Abdurrahmân, Nâfi el-Kureyşî, Süfyân bin Uyeyne, Muhammed bin Sûka gibi âlimler hadîs rivâyet ettiler. Hadîs âlimleri onu sika, güvenilir saydılar. Rivâyetleri meşhûr hadîs kitapları olan Kütüb-i Sitte'de bulunmaktadır. Nasîhatleri ile yol göstermiş ve insanların kalbinde yer tutmuştur.

Abdullah bin Dînar hazretleri, ahlâkça Tâbiînin en ileri gelenlerinden idi. Ebû Hamza bir gün kendisine; "Allahü teâlâya yaklaşmak nasıl olur?" diyerek nasîhat isteyince;

"İnsanlardan uzak ve yalnız olduğunda kısaca her zaman Allah'tan kork. Beş vakit namazını cemâatle kıl. Yönünü harama çevirme, böylece, Allahü teâlâya yaklaşanlardan ol." buyurmuştur.

Abdullah bin Dînar bir sohbetinde talebelerine ve sevdiklerine buyurdu ki:

"Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: "Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır: Rûhunu Azrâil aleyhisselâm alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır. Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür."

1) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s. 125
2) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s. 626
3) Tehzib-ül-Esma, ve'l-Luga; c.1, s. 264
4) Mizan-ül-İtidâl; c.3, s. 417
5) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.5, s. 201
6) El-Menhel-ül Azb-ül Mevrûd; c.2, s. 286
7) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s. 162
8) İslam Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.93
 
ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Ebû Bekr bin Abdürrahmân es-Sekâfî el-Ayderûs, künyesi Ebû Muhammed'dir. 1408 (H.811) senesinde doğdu.

Babası, Abdullah Ayderûs doğmadan önce Allahü teâlâya kendisine sâlih bir evlat vermesi için yalvarırdı. Evine sohbet için birçok velî gelirdi. Bir defâsında onlardan duâ istedi. Onlar duâ edince, o sırada gâibden bir ses duyuldu. Bu ses; "Duâ kabûl oldu. İsteğiniz olacak." diye yankılanıyordu. Doğmadan önce dedesi; "Doğacak bu çocuk büyük bir velî, doğu ve batının kutbu olacak." buyurdu. Doğduktan sonra velîlerden olan dedesi ismini ve künyesini koyarak, mânevî himâyesine aldı. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdullah Ayderûs, dedesinin yanında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. 8 yaşında iken dedesi vefât etti. Vefât etmeden önce Abdullah'ın şânının yüksek olacağını söyledi. Sonra yetişmesini babası üzerine aldı. Babası ona çok değer verir ve; "Bu oğlum Abdullah'da Peygamber efendimizin kokularından bir koku duyuyorum." derdi. Fakat 10 yaşına basınca babası da vefât etti. Bunun üzerine yetiştirilmesini amcası Şeyh Ömer Muhdâr üzerine aldı ve onu kızı ile evlendirdi.

Amcası Ömer Muhdâr, aynı zamanda onu tasavvuf yolunda yetiştirdi. Amcasından birçok ilim ve ism-i a'zamı öğrendi. Ayrıca Sa'd bin Abdullah Ubeyd, Abdullah Bahrâve, İbrâhim bin Muhammed Hürmüz ve Abdullah Guşeyr'den fıkıh öğrendi, Tenbîh, Hulâsa ve Minhâc kitaplarını okudu. Ayrıca Muhammed bin Hasan ve amcaları Ahmed, Muhammed ve Hasan'dan tasavvuf ilmini öğrendi. Sayılamayacak kadar âlime talebelik etti ve ilim öğrendi.

Abdullah Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma tanesi ile açtı ve başka bir şey yemedi. Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da muhâlefet edemezdi. Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp uyumadı.

Ayderûsî yirmi beş yaşında iken amcasıÖmer Muhdâr vefât etti. Bunun üzerine halk, Muhammed bin Hasan'a mürâcaat ederek Ömer Muhdâr'ın vazîfesini yapmasını istediler. O da istihâre yaptıktan sonra bu işe Abdullah Ayderûsî'nin daha lâyık olduğunu söyledi. Ayderûsî ise bu vazîfeyi, genç olduğunu ve amcalarının bu işe kendisinden daha lâyık olduğunu söyleyerek kabûl etmek istemedi. Fakat amcalarının ısrarları üzerine, ders vermeye ve talebe okutmaya başladı. Dört bir taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu öğrendiler. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin İhyâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu. Neredeyse ezberlemişti.Bunu talebelerine de tavsiye ederek; "Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur. Bu yolu da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır. Bu eser, Kitab (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), tarîkat ve hakîkatin açıklamasından ibârettir." buyurdu.

Abdullah Ayderûsî cömerd, ikrâm sâhibi idi. Bütün malını, mevkıini müslümanlara tahsis ederdi. Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi. Konuştuğu kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı.

Abdullah el-Ayderûs; dünyaya düşkün olmayıp haram ve şüpheli şeylerden çok sakınan bir zât idi. Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur.

Abdullah el-Ayderûs'un hanımı Âişe binti Ömer Muhdâr çok ağır hasta oldu. Akrabâlarından bir hanım onun odasına girdi. Âişe hanımın sanki nefes alması durmuştu. Kadın iyice anlamak için, Âişe hanımı sağa sola çevirdi. Hiç ses alamadı. Abdullah el-Ayderûs'a haber verince, hanımının yanına girdi. Dedikleri gibi nefes almadan yatıyordu. Hanımına duâ edip üç defâ ismi ile seslendi, üçüncü seslenişte, Allahü teâlânın izni ile hanımı cevap verdi ve hastalıktan kurtulmuş olarak kalktı.

Allahü teâlâ, daha birçok hastaya, Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin duâsı ile şifâ ihsân etmiştir.

Şöyle anlatılır:

Ali bin Ömer Meşûs isimli sâlih bir zât vardı. Bu zât, bir gün hanımına bedduâ etti. Hanımı bir hastalığa yakalanıp bîtâb düştü. Bunun üzerine pişman olan ve üzülen o zât, hemen Ebû Muhammed el-Ayderûs'un yanına gidip durumu anlattı. Ebû Muhammed el-Ayderûs, o zâtı bir daha bedduâ etmekten men etti ve; "Sen şimdi hanımının yanına git." dedi. O zât hanımının yanına gittiğinde, onun, sapasağlam olduğunu gördü; "Sen nasıl oldu da böyle iyileştin?" diye sordu. Hanımı; "Sen gittikten bir süre sonra uyumuşum. Rüyâmda Şeyh Abdullah yanıma geldi ve benim üzerime Mâşâallah okudu. Sonra da bana; "Kalk." dedi. Uyanıp kalktım ve Allahü teâlânın izniyle yürüdüm." cevabını verdi.

Abdürrahmân Hatîb isimli bir zâtın, sağ elinde bir yara çıktı ve kısa zamanda yayıldı. Eli şişti. Bu durum karşısında çok korktu ve ne yaptı ise çâre bulamadı. Kime gitti ise, yarası daha da azdı. Sonunda o zât Ebû Muhammed el-Ayderûs hazretlerinin yanına gelip durumunu arz etti. Şeyh Ebû Muhammed, yarasına baktı. Sonra eliyle şişkin olan yaranın üzerini meshetti. Bâzı ilâçlar sürdü. "Şifâ Allahü teâlâdan." buyurdu. Orası iyileşti ve yaradan eser kalmadı.

Ebû Muhammed el-Ayderûs zamânında, bulunduğu beldenin ileri gelenlerinden bir kişinin, bir kız çocuğu vardı. O kişi kız çocuğunu çok severdi. Bir gün kızın gözü ağrımaya başladı. Sonunda kızın gözü kapandı. O zât, kızını alarak, Şeyh Ebû Muhammed'in yanına getirdi. Kızının sıhhate kavuşması için duâ istedi. Şeyh Ebû Muhammed, şifâsı için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra eli ile gözün üzerine meshetti. Allahü teâlânın izni ile o kızın gözleri iyileşti.

Süleymân bin Ahmed-i Bahnâk şöyle anlatır:

Bir zaman küffâr beldesinde idim. O sırada çok hastalandım. Yanımda Şeyh Abdullah el-Ayderûs'un bir elbisesi vardı. Onu giydim ve Abdullah Ayderûs'u vesîle ederek Allahü teâlâdan şifâ dileğinde bulundum. Sonra yatıp uyudum. Rüyâmda; kendimi katıra binmiş gördüm, peşimde de bir grup çocuk vardı. Çocuklar; "Yâ Hannân, yâ Mennân âfi Süleymân (Yâ Hannân, yâ Mennân Süleymân'a şifâ ver)!" diye yalvarıyorlardı. Sabah kalktığım zaman, hastalığımdan hiç eser yoktu.

Abdullah el-Ayderûs'un zamânındaki sultanın bir kız kardeşi vardı. Bu hanımın pekçok mücevheri vardı. Bir gün mücevherler çalındı. Bu hâle sultan çok kızdı ve; "Mücevherleri kim aldı ise, onu öldüreceğim." dedi. Abdullah el-Ayderûs bunu haber alınca, hemen sultanın yanına gitti ve bir süre nasîhat etti:

"Yâ Sultan! Sen hiç bir kimseye zarar verme. Mücevherler bulunur." dedi.

Bu söz üzerine sultan ferahladı. Gece olunca, Abdullah el-Ayderûs yanına bir talebesini alarak, sarayda çalışan bir görevlinin evine gitti ve mücevherlerin hepsini istedi. O kişi, Abdullah el-Ayderûs'un heybetinden korkarak mücevherleri verdi. Abdullah el-Ayderûs oradan ayrılıp, Şeyh Ömer mescidinin yanına geldi. Yanındaki talebesini saraya gönderip, sultanın kız kardeşini çağırttı. O gelince, ona mücevherlerinin nasıl olduğunu sordu. O da, hepsini bir bir târif etti. O kişiden aldığı mücevherler arasında bulunan ve târif edilen vasıflara uyan mücevherleri sultanın kız kardeşine verdi. Geri kalan mücevherleri de, sâhibine götürüp teslim etti.

Bir gün kadının biri küçük çocuğuyla birlikte bir bahçenin önünden geçiyordu. Kadın bahçedeki meyvelerden çalmak istedi ve çocuğu bir kenara bırakıp ağaca çıktı. Bir mikdâr meyve topladı. Aşağı indiğinde oğlunu hareketsiz bir hâlde buldu. Bunun üzerine ağlayıp feryâd etmeye başladı. Oradan geçenler bu bahçenin Seyyid Abdullah hazretlerine âid olduğunu söylediler. O zaman kadın tövbe etti. Topladığı meyveleri geri verdi. Çocuğunu alıp giderken çocuğunun tekrar eski hâline geldiğini gördü.

Abdullah el-Eyderûs hazretleri bir gün bir yerde uyudu. Bu arada namaz vakti girdi. Bir zât onu namaz kılması için uyandırdı. Namaz vaktinin girdiğini bildirdi. Bunun üzerine Abdullah-ı Ayderûsî ona; "Ben namazımı cemâatle kıldım." dedi. O zât kendi kendine; "Hâlbuki ben buradan hiç ayrılmadım. O ise cemâatle kıldığını söylüyor." diye düşündü. Dışarı çıkıp gördüklerine; "Size namazı kim kıldırdı?" diye sorunca onlar da; "Şeyh Abdullah-ı Ayderûsî" cevâbını verdiler. O zât bu durumun Abdullah-ı Ayderûsî'nin kerâmeti olduğunu anladı.

Duâsı makbuldü. Abdullah bin Ali Kesîri, vefât edince, oğulları Muhammed ile Bedr arasında ihtilaf çıktı. Bedr, Şuyun denen yeri işgâl etti ve burada yaşayan Ebû Bekr bin Herise isminde velî bir zâtı hapsedip çeşitli eziyet ve işkenceler yaptı. Bunun üzerine o zâtın talebeleri Abdullah-ı Ayderûsî'nin huzûruna gelip hocalarına yapılan işkencenin hafifletilmesi ve hapisten kurtulması için duâ etmesini istediler. Ona duâ edip, korkmaması için haber gönderdi. Ebû Bekr bin Herise bundan sonra yapılan işkencelerden acı duymadı. Bir müddet sonra onu hapishâneden çıkardılar.

Vefâtı yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatta bulundu. Oğlu Ebû Bekr'i yerine şeyh tâyin etti. Diğer çocuklarına; "Artık bu diyâra dönemeyiz." dedi. Hazırlık yaparak yolculuğa çıktı. Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek için bir müddet kalırdı. Şuhr denen şehre vardığında bütün halk onu karşılamak üzere yola çıktı. Burada bir ay kadar kaldı. Pazartesi ve perşembe günleri vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda rahatsızlandı. Yanındakilere, dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde okumalarını emretti. Terim şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460 (H.865) yılında vefât etti. Zembîl kabristanına defnedildi.

Abdullah el-Ayderûs'un diğer kerâmetleri, Fethullah el-Kuddûs fî Menâkibi Abdullah el-Ayderûs adlı eserde anlatılmaktadır.

Abdullah el-Ayderûs'un yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Kibrît-ül-Ahmer, 2) Şerhü Kasîdet-is-Sa'îd, 3) Menâkıb-i Sa'd bin Ali.

YÜZ VERMEDİN!

Fakîh Îsâ bin Muhammed şöyle anlatır:

Uzak bir diyârda idim. Abdullah el-Ayderûs'u açıkça bulunduğum yerde görmeyi temenni etmiştim. Mescide gittim. Oraya bir dilenci ve yanında birisi gelip benden bir şey istedi. Bir şey vermedim. Oradan ayrılıp başka yere gittim. O dilenci ve yanındaki kişi benim arkamdan geldi. Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir şeyler istedi. Yine yüz vermedim. Bunun üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp gitti. Bir müddet sonra ben, Abdullah el-Ayderûs'un bulunduğu yere döndüm. Şeyh Abdullah'ın yanına giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen görmeyi temenni ettim. Lâkin bu isteğim hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû Muhammed el-Ayderûs ; "Sana alenî görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ vaktinde sen falan mescidde idin. Senin yanına bir dilenci geldi. Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler istediler. Onlara bir şey vermedin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni tâkib etti ve yine bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin yanındaki ben idim. Ben, senin yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben; "Efendim! Sizin dedikleriniz doğrudur. Fakat o size fazla benzemiyordu." deyince, Şeyh Abdullah da; "Eğer ben bu hâlimle senin yanına gelse idim, sen beni tanır ve insanlara haber verirdin." buyurdu.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.123.
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.38
3) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s. 153
 
ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ

Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından. İsmi Abdullah bin Ebû Huzeyl el-Anezî olup künyesiEbü'l-Mugîre'dir. Doğum ve vefât yeri ve târihi bilinmemektedir.

Abdullah bin Huzeyl, hadîs-i şerîf rivâyeti ilminde üstün bir derecede idi. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Ali, Ammâr, Übeyy, İbn-i Mes'ûd, Habbâb, Ebû Hureyre ve başka sahâbîlerden, radıyallahü anhüm, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Vâsıl el-Ahdeb, Ebü't-Tâc ed-Dubeî, İsmail bin Recâ, Seclah el-Kindî, Selm bin Atiyye, Atâ bin Sâib, Ayam bin Havşeb gibi hadîs âlimleri kendisinden hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.

Abdullah bin Huzeyl, vaktin büyük nîmet olduğunu bilir ve zamanın boşa geçirilmesini istemezdi. Ebû Ferve anlatır:

Abdullah bin Hüzeyl ile oturuyorduk. Birisi gelip insanların kendi aralarında konuştuğu şeylerden söyledi. Bunun üzerine Abdullah bin Huzeyl; "Ey Allah'ın kulu biz bunları konuşarak vaktimizi öldürmek için yaratılmadık." diyerek onu susturdu.

Medhedilmekten hoşlanmaz şöhretten kaçardı. Bir gün bulunduğu yerde imâm olmasını teklif ettiler. Kabûl etmedi. Sebebini sorduklarında; "Buradan geçen birisi bu adam hayırlı ve muhterem bir zât da, onun için imâm yapmışlar diye düşünür." dedi.

İnsanların en çok neden sakınması gerektiği sorulduğunda; "Yâ Rabbî! Faydasız ilimden, ürperip yumuşamayan kalbten, kabûl olmayan duâdan, doymayan nefisten sana sığınırım." diyerek Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi ile cevap verdi.

1) Hilye; c.4, s.358
2) A'lâm-ün Nübelâ; c.4, s. 170
ABDULLAH EFENDİ (Himmetzâde)


Bayramiyye yolunun şeyhlerinden. 1640 (H.1050) yılında İstanbul'da doğdu. 1710 (H.1122) yılında vefât etti. İstanbul Üsküdar'daki Bezcizâde Tekkesinde babasının yanına gömüldü.

Babası Himmet Efendi de Bayramiyye yolunun şeyhlerindendi. Abdullah, küçük yaşta mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Bilhassa tefsîr ve hadîs ilimlerinde kendisini yetiştirdi. Bu arada Bayramiyye tarikatına intisâb ederek babasına mürid, talebe oldu. Tasavvuf yolunda ilerledi. 1669'da Kasımpaşa, on yıl sonra da Fâtih civârındaki Halil Paşa Câmiine vâiz oldu. 1684 yılında babasının vefâtı üzerine Yenibahçe'deki Himmetzâde dergâhına şeyh tâyin edildi. Nezâketi, zarâfeti ve sohbetlerinin tatlılığı ile meşhur oldu.

1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Viyana önünde uğradığı büyük bozgundan sonra, Almanlar ve Polonyalılarla berâber Ruslar ve Venedikliler de üzerimize saldırmışlardı. Dört düşmanla çarpışan ordularımız ağır mağlûbiyetlere uğruyordu. İstanbul halkı heyecan içinde idi. Padişah ve devlet ricâli aleyhinde her gün türlü dedikodular yayılıyordu. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın bu nâzik vaziyet karşısında Edirne'den dönmemesi, aleyhindeki sözlerin artmasına yol açıyordu.

Dördüncü Mehmed Han Eylül başında İstanbul'a geldiğinde câmilerdeki vâiz şeyhlerden ümit verici sözlerle halkın heyecanını yatıştırmalarını emretti. Kendisi cumâ namazını kılmak üzere Dâvûd Paşa Câmiine geldi. Himmetzâde Abdullah Efendiyi de vâz vermek üzere oraya dâvet etti.

Abdullah Efendi dâvet üzerine Dâvûd Paşa'ya gitti. Câmide pek acı sözlerle halkı hüngür hüngür ağlatan vâzında özet olarak şöyle buyurdu:

Ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), devlet sahipsiz kaldı. Şehir ve kaleler düşman eline düşüp câmi ve mescidler kilise oldu. Bütün bunlar günahlarımız sebebi iledir. Fiilimizi değiştirelim. Günahlarımıza tövbe edelim. Şimdiden sonra bize lazım olan gözümüz yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır. Sonra padişaha serzenişte bulunarak:

Nedir bu inip binme, bu hay huy ve nefs-i emmârenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatursız? Gerçi padişahlar ava gide gelmiştir. Ancak şimdi zamanı değil. Her zamanın bir îcâbı var.dedi."

Sultan Dördüncü Mehmed Han başı yerde olarak dinlediği bu vâz ü nasîhatten sonra devlet işleri ile bizzat ilgilenmeye başladı.

Himmetzâde Abdullah Efendi 1688'de hacca gitti. İliklerine kadar Resûlullah aşkı ile yanarak şu kıtayı söyledi:

Ravzana yüz süren bulur amân
El amân ey Fahr-i âlem el amân
Her gelen dilhaste, bulur tâze can
El amân ey Fahr-i âlem el amân.

Hacdan dönüşünde Sultan Selîm Câmii Cumâ Vaizliğine tâyin edilince selâtin câmileri kürsü şeyhleri silsilesine girmiş oldu. 1694'te FâtihCâmii vâizliğine nakledildi. 1697'de Sultan İkinci Mustafa'nın Avusturya seferine ordu vâizi olarak katıldı. Allah yolunda, İslâmiyet uğrunda savaşmanın fazîleti hakkında vâzlar vererek askeri gayrete getirdi. Yapılan savaşlarda Osmanlı askerinin fevkalâde cesâreti neticesinde Avusturya orduları bozguna uğratıldı ve zaferle dönüldü.

Hayatının son yıllarında Bâyezîd ve Süleymâniye câmileri vâizliklerinde bulunan Abdullah Efendi 1710 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu.

1) Vekâyi-ül-Füdelâ; c.2, s. 420.
2) Tuhfe-i Hattatîn; s.286
3) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.313.
 
ABDULLAH-I ENSÂRÎ


Evliyânın meşhûrlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden. İsmi Abdullah bin Muhammed bin Ali el-Ensârî el-Hirevî'dir. Künyesi Ebû İsmâil olup nesebi, türbesi İstanbul'da bulunan ve Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî'ye dayanır. Bu sebeple Ensârî nisbesiyle tanınmıştır. 1005 (H.396)te Herat'ta doğdu. 1088 (H.481) senesinde Herat'ta vefât etti. Türbesi çok ziyâret edilen yerlerden biridir. Hadîs ilminde yüksek derecede âlim idi. Üç yüz binden ziyâde hadîs-i şerîf ezberlemiştir. Ayrıca tefsîr, fıkıh, kelâm, târih, neseb ve diğer ilimlerde âlim idi.

Dört yaşında ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşından îtibâren Kâdı Ebû Mensûr ve Caruzî'nin sohbetlerine devâm etti. Hâfızası fevkalâde kuvvetli idi. Mektepte duyduğu ve yazdığı her şeyi hemen ezberlerdi. Daha o zamanlarda, çok güzel şiirler söylerdi. Gece-gündüz ilimle uğraştı. Abdül-Cebbâr el-Cerrâhî, Ebû Mensûr el-Ezdî, Ebû Sa'îd es-Sayrafî ve başka birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden de; Ebü'l-Vakt Abd-ül-Evvel, Ebü'l-Feth Nasr bin Seyyâr ve daha başka birçok kimse ilim öğrenip icâzet, diploma aldılar.

Onun büyük bir âlim ve evliyâ olacağını Hızır aleyhisselâm müjdelemiştir. Şöyle ki:

Hâce Ebû Âsım, Abdullah-i Ensârî hazretlerinin hocalarından ve akrabâsından idi. Bir gün ziyâretine gitti. Hocası kendisine yemek ikrâm etti ve sohbet edip bazı şeyler öğretti. Ebû Âsım'ın hanımı ihtiyar idi. Evliyâdan mübârek bir hâtun idi ve Hızır aleyhisselâmdan ilim öğrenirdi. Bu hâtun diyor ki:

Hızır aleyhisselâm bize geldiğinde, Abdullah'ı görüp kim olduğunu sordu. Böyle sormak onun âdetidir. Bildiği hâlde yine sorar. Ben;
"Filân kimsedir." dedim. Buyurdu ki:
"Doğudan batıya kadar herkes onun adını duyar. Şeyh-ül-islâm ismi ile meşhûr olur. Şimdi on yedi yaşındadır. Babası ve kendisi, ne olduğunu bilmez. Zamanında ondan büyük kimse olmaz. Yer yüzünde onun büyüklüğünü duymayan kalmaz."

O gerçekten müjdelendiği gibi yetişti. Kendini tamâmen ilme verdi. Geceleri kandil ışığında hadîs-i şerîf yazardı. Yemek yemeğe vakit bulamazdı. Annesi, ekmek parçalarını lokma lokma edip yedirirdi. Hadîs-i şerîf toplamak için çeşitli memleketlere gitti. Çok sıkıntılara katlandı.

İlim uğruna emsâline az rastlanan gayret ve fedâkarlıklar gösterdi.Bir defâsında Nişâbûr'dan Dezbad'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda şiddetli bir yağmura tutuldu. Koynunda hadîs-i şerîflerin yazılı olduğu kitaplar, nüshalar vardı. Bunların yağmurdan ıslanmaması için yol boyunca rükû vaziyetinde eğilerek yürüdü.

Üç yüz âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. Bunların hepsi büyük hadîs âlimleri olup, hepsi de Ehl-i sünnet idi. Hiç biri bid'at sâhibi değildi. Tefsîr ilmini Hâce Yahyâ İmârî'den öğrendi. Tasavvuf ilmini ise zamanının büyük âlimi ve rehberi Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden öğrenip kemâle erdi.

İlim tahsîlini tamamladıktan sonra insanların, Allahü teâlânın emrine uymaları, yasakladıklarından sakınmaları için gayret etti. Ömrünü insanların seâdete kavuşmaları, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaları için harcadı. Dünyâya düşkünlük göstermedi.

Abdullah-ı Ensârî, şeyhülislâm idi. Hanbelî mezhebinin büyük âlimlerinden olup, çok yüksek bir velî idi. Kerâmetleri pek çoktur. Vâzlarında Ehl-i sünneti müdâfaa eder, mezhebsizlik ve bid'atlerin kötülüğünü anlatırdı. Allahü teâlâya kavuşmak yolunda yürümek isteyenlerin, evliyâya ve hakîkî din âlimlerine çok bağlı olmasını isterdi. Bu yolda ilerleten vâsıtaların, onlara olan tam muhabbet ve bağlılık oduğunu söylerdi. O büyüklere dil uzatanların zavallılıklarını her defâsında ifâde eder ve; "Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan onları tanıyamıyor. Yâ Rabbî! Her kimi felâkete düşürmek istersen, onu dostlarının, evliyânın ve gerçek İslâm âlimlerinin üzerine atarsın." buyurmuştur.

Şöyle anlatmıştır:

Bir zaman bir arkadaş ile Basra'ya gittim. Altı gün geçtiği hâlde, hiç bir şey yemedik. Yedinci gün bir kimse gelip bize birer altın hediyye etti. Ben de o altını arkadaşıma verdim. Gidip yiyecek bir şeyler getirdi. Berâberce yedik. Sonra yolumuza devâm ettik. Deniz kıyısına geldik. Kalan bir altını gemiciye verip gemiye bindik. Gemide, köşede kendi hâlinde oturan biri vardı. Namaz vakitlerinde kalkar, namazdan sonra tekrar kendi hâlinde oturmaya devâm ederdi. Kendisine yaklaşıp, bir ihtiyâcı olursa yardımcı olabileceğimizi söyledik. "Olduğu zaman söylerim." dedi. Bir gün bize; "Ben, yarın öğle namazından sonra vefât edeceğim. Gemiciye, sizi sâhile çıkarmasını söyleyiniz. Elbiselerimden bir şey isterse veriniz. Dışarı çıktığınız zaman bir ağaçlık görürsünüz. Orada, büyük bir ağacın altında, benim kefenlenme ve defin işlerim için herşeyi hazırlanmış bulursunuz. İşlerimi tamamlayıp, beni oraya defnediniz. Benim bu yamalı elbisemi de kaybetmeyiniz. Hille'ye gittiğiniz zaman, zarîf bir genç, sizden bu yamalı elbiseyi ister. Ona veriniz." dedi.

Hakîkaten de ertesi günü öğle namazından sonra vefât etti. Bundan sonra biz dediklerini aynen yaptık. Her şey tam anlattığı gibi oluyordu. Hille'ye vardığımızda, târif ettiği genç karşımıza çıkıp; "Emâneti veriniz." dedi. Biz, yanımızdaki emâneti kendisine teslim ettik ve; "Allah rızâsı için bize izâh eder misin? O zât kimdi? Sen kimsin? Bu olanlar nedir?" dedik.

"O bir derviş idi. Mirâs bırakacak bir malı vardı. Kendisine bir vâris taleb etti. Beni gösterdiler. Siz, bir mikdâr bekleyin. Ben hemen geliyorum." dedi. Gidip biraz sonra geldi. Kendi elbiselerini çıkarmış bizim getirdiğimiz elbiseleri giymiş idi. Kendi elbiselerini bize verip; "Bunlar sizindir." dedi ve gitti.

Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyurdu ki:

"Öyle zaman olur ki, Allahü teâlâ bir kulunu ibâdetleri ile meşgûl eyler. O ibâdetler, o kulun azıtmasına sebeb olur. Yâni kibir ve ucba kapılmasına yol açar. Yine öyle zaman olur ki, o kulunu bir işe, bir günâha düşürür. O günâhı sebebiyle kul o kadar üzülür ki, bu üzülmesi o kimsenin hidâyetine sebeb olur. Hâline bakıp gafletten uyanır. Tövbe ve istigfâr eder. Bu her iki durumda da atılgan olmamalıdır. Allahü teâlâ, cesâret ve atılganlıkla günâh işleyip de; "O bizi affeder." diyen kullarını sevmez. Günâhları küçük görmekten daha zararlı bir şey yoktur. Günâhların küçüklüğünü değil de, kimin koyduğu yasakları çiğnemekte olduğunu düşünüp, hayâ etmelidir."

"Hak teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kıymet vermek, dünyâya düşkün olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde, dünyânın zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kıl çıkması gibi, kolayca bu yoldan çıkar. Allahü teâlânın dostları, dünyâya hiç kıymet vermezler, onun için gam yemezler. Bütün dünyâyı bir lokma hâline getirip, bir velînin ağzına koysan, israf olmaz. Gerçek israf, bir şeyi Allahü teâlânın rızâsına aykırı olarak sarfetmektir. Allahü teâlâ, dünyâyı eliniz ile terketmeyi değil, kalbiniz ile terketmeyi ister ve beğenir."

"İşlediğin tâat ve ibâdetleri beğenmemelisin. O tâat sana hoş gelmemeli, bir lezzet aramamalısın. Tâatini beğenmek şirktir. Yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için, buyurulduğu gibi, yânî ilmihâl kitaplarında bildirdiği gibi işlemeli. Tâatini Hak teâlâya ısmarla ve kendi beğenmeni şeytanın yüzüne çarp. Beyt:

Bir amel ki kalbine hoş gelir.

Bir günâhtır ki özrü müşkildir.

"Bedbahtlığın, zarar ve ziyân içinde olmanın en açık alâmeti, Allah yolunda hergün ilerleyememektir."

"Malı seviyorsan, yerine sarf et de sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de yok olsun."

"Allahü teâlâ, kendi rızâsını istiyenlerin yardımcısıdır."

"Üç kısım ilim vardır ki, bunlar tövbe, tevekkül ve hakîkat ilimleridir. Tövbe ilmi ki, bu ilmi seçilmişler, büyük zâtlar ve avâm, diğer insanlar kabûl ettiler. Tevekkül ilmini, seçilmişler kabûl etti, ama avâm kabûl etmedi. Hakîkat ilmini ise, insanların ilim, akıl ve anlayış seviyelerinin üstünde olduğu için, çok kimse anlıyamadı."

"Allahü teâlânın azâbına müstehak olanlar, her an gaflette bulunanlardır. Bunlar, başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler. Her zaman uyanık olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar. Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar. Dolayısı ile bu kimseler cezâya müstehak değildir."

"İnsana, âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır: Birinci olarak, îtikâd ve amel. Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip tatbik etmek lâzımdır. Bu ilim yolcuya yön verir, idâre eder. İkinci olarak, bir zikir lâzımdır. Bu, yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve zikir yardımı ile yalnızlık çekmez. Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve şüphelilerden sakınması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu uygun olmayan düşünce ve başka şeylerin kendisini meşgûl etmemesine sebeb olur. Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu gideceği yere kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur."

"Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey değildir."

"Sıdk ve muhabbetin alâmeti ahde vefâdır."

"Nefsiniz sizi uygun olmayan şeylerle meşgûl etmeden evvel, siz nefsinizi hayırlı şeylerle meşgûl ediniz."

"Hak teâlâya yakın olmayı istememek ve düşünmemek cinâyettir."

"Mürşid-i kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin mübârek cemâlini görmek ve sohbetine kavuşmak en büyük ganîmetlerdendir. Onların güzel cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez. Onu elden kaçırmamalıdır. Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük ganîmeti lâyıkıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini bilmelidir."

"Birisi, rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Evliyâdan bir grup ile bir yerde oturuyorlardı. Herkes, O'nu dinliyordu. Birden semânın kapıları açıldı. Elinde ibrik ve leğen ile bir melek geldi. Melek, ibrik ve leğen ile herkesin önüne geliyor, orada bulunanlar ellerini yıkıyordu. Rüyâyı gören kimse en sonda bulunuyordu. Sıra ona gelince; "Leğeni kaldırın. O, bu tâifeden değildir." dediler. Melek de leğeni alıp götürdü. O kimse, Peygamber efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah! Ben bunlardan değilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunları çok seven birisiyim." dedi. Peygamber efendimiz; "Bunlara muhabbet eden bunlardandır." buyurdu. Bunun üzerine melek, leğenle ibriği getirdi, o kimse de elini yıkadı. Peygamber efendimiz o kimseye dönüp tebessüm ettiler ve; "Bize muhabbet ettikçe bizimlesin." buyurdular. O kimse bu rüyâdan sonra bu yolun büyüklerinden biri oldu."

Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı:

"Tasavvuf ehli arasında;"Benim elbisem, benim ayakkabım." demek edebe uygun değildir. Dostlar arasında, hiçbir şeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onların âdâbındandır. Zarûret müstesnâ."

"Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlânın kıymetli bir kulu vefât edeceği zaman, Azrâil aleyhisselâm gelerek; "Korkma! Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük bayrama vâsıl oluyorsun. Bu cihan bir konaktır. Bu konak mü'minin zindanıdır. Ödünç olarak sana verilen bu varlık bir bahânedir. Bu sebepten, bu bahâne gider ve uzaklaşır. Hakîkat meydana çıkarak, kişi devamlı diri olan Allaha kavuşur." der. O kul için, dünyâda bundan daha tatlı, daha hoş ve daha rahat bir gün olmaz."

"Kişinin sözü amelinden çok olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."

"Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alâmeti; o kulun, kendisine faydası olmayan boş şeylerle meşgûl olmasıdır."

"Ümitsizlik, küfür içinde bir kapıdır. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek küfürdür."

"Ârif; kalbini Allahü teâlâyı düşünmek, unutmamak, vücûdunu da, insanların rahmet-i ilâhiyyeye kavuşmaları için seferber eden kimsedir."

"Bir zaman Hire'ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atları için saman aldı. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babası vardı. O asker ile dost oldu. İhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki:

Bugün, hacılar hac etmektedir. Keşke biz de orada olsaydık.

Asker:

-İster misin? Seni oraya eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.

-Söylemem.

Asker, Allahü teâlânın izni ile bir anda ihtiyarı Arafât'a ulaştırdı. Hac edip, lüzumlu vazifeleri yaptıktan sonra, yine bir anda geri döndüler. İhtiyar, askere dedi ki:

-Senin gibi bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu nasıl oluyor?

-Eğer benim gibi bir kimse bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayıf, muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardı? Kim alâkadar olurdu? Kim dostluk elini uzatırdı? İşte ben, birçok faydaları düşünerek bunlar arasında bulunuyorum. Sakın sırrımı kimseye söyleme.

-Peki, diyen ihtiyar, işin içinde önce farkedemediği nice hikmet ve faydaların bulunduğunu anlayıp, teşekkür etti ve ayrıldılar."

"Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." buyrulmuştur."

"Ebü'l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum."

Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın."dan murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i'tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.

Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer'in bildirdiği hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdu ki:

"İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor."

Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.

Yine buyurdu ki:

"Bâzı sâlih kimseler, bir hâdisenin nasıl netîceleneceğini firâsetle söyler. Bu hâdisenin netîcesini Allahü teâlâ ona müşâhede ettirir, gösterir. Bu müşâhede, o kimsede devamlıdır. Bâzı kimseler de vardır ki, bu müşâhede onda bâzan olur, devamlı olmaz. O, onu Allahü teâlânın aşkının sarhoşluğu içinde iken söyler veya o söz dilinden çıkar da, söylediği hakîkat olur. Ama, onun bu hâlden haberi bile yoktur. İşte bu iki hâlin birinci olanı, yâni firâseti devamlı olanı makbûldür. Firâseti devamlı olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu işler, "Abdal", "Ebrar" ve "Zühhâd"da olur. Firâseti ve müşâhedesi bâzan olanlar da "Muhakkik"lerdir. Muhakkiklerde hâdiseler, bâzan kapalı, bâzan açık olur. Eğer şaka ile söyleseler; Allahü teâlâ onları kırmaz, hakîkat eder. Eğer gaflet ile söylerse, cenâb-ı Hak yine dediğini vâki eder.Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır."

Abdullah-ı Ensârî buyurdu ki:

"Firâset iki türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup, talebenin istidâdını keşf etmek, Allahü teâlânın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. İnsanların çoğu, Allahü teâlâyı hatırlamayıp gece-gündüz dünyâyı düşündüğünden, dünyâ işlerinden ele geçirmek istedikleri şeylerden haber verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları evliyâ, Allahü teâlâya yakın sanıyorlar. Evliyânın maârifine, doğru, ince bilgilerine dönüp de bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı, gayb olan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek, evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar. Böyle, yanlış ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin doğru ilim ve maârifinden mahrûm kalıyorlar. Allahü teâlânın, o büyükleri, câhillerin gözünden saklayıp, kendine mahsûs kıldığını bilmiyorlar. O, evliyâsını dünyâ işleri ile meşgûl etmeyip, kendisi ile meşgûl etmiştir. Evliyâ, insanların hâllerine, işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın huzûruna lâyık olmazlardı".

Abdullah-ı Ensârî hazretleri yine buyurdular ki:

"Âhirette her incinin bir sedefi vardır. Her şeyin kendi hâline göre bir şerefi, değeri vardır. İnsanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir. Onun şerefi de ilim iledir. İlmi olmayan kimse, câhillik içinde kalır, muhabbet kadehini içemez, vilâyet libâsını giyemez. Allahü teâlâ câhili kendine dost edinmez."

"İlim, çok tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrıca bunun için az uyumalı ve Allahü teâlânın yardımını talep etmelidir. Âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:

"Geceleyin Allahü teâlânın korkusundan ağlayan göze ateş dokunmaz." Bir kimse, 40 gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pınarları zâhir olup, kalbinden lisânına akar. Peygamber efendimiz; "Mü'min, gece çok ağlar, gündüz çok tebessüm eder." buyurdu."

"Her denizin kenarı, sonu, her günün gecesi vardır. Peşinden gece gelmiyecek gün, kıyâmet günüdür. Ucu bucağı bulunmayan deniz, Allahü teâlânın rahmet deryâsıdır."

"Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır. Mü'minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."

"Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür ismi verilmiştir."

Abdullah-ı Ensârî hazretlerinin yazdığı kıymetli kitaplardan bâzıları şunlardır: 1) Menâzil-üs-Sâyirîn, 2) Şems-ül-Mecâlis, 3) Envâr-üt-Tahkîk, 4) Tefsîr-ül-Kur'ân, 5) Hülâsa fî Şerh-i Hadîs, 6) Şerh-üt-Taarruf li-Mezheb-it-Tasavvuf, 7) Menâkıb-ı İmâm-ı Ahmed bin Hanbel.

PARMAĞINI ISIRDI!

Abdullah-ı Ensârî, talebelik yıllarını şöyle anlatır:

"Kışın cübbem yoktu. Hava da çok soğuk idi. Evimde ancak üzerinde yatabileceğim kadar bir hasırım vardı. Üzerimi de bir keçe parçası ile örtüyordum. Keçeyi başıma doğru çeksem ayağım, ayağıma doğru çeksem başım açık kalırdı. Yastık olarak da bir kerpiç kullanırdım. Bir de, meclislerde giydiğim elbiseyi asacak bir çivi vardı. Bir gün, büyük zâtlardan birisi bize geldi ve hâlimi gördü. Parmağını ısırıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra, başından sarığını çıkarıp önüme koydu. "Buna benden çok sen lâyıksın." demek istedi."

BİRŞEY İSTEYEMEZDİM

Abdullah-ı Ensârî anlatır:

"Maddî gücüm olmadığı için, talebelerime bir şey alamazdım. Kimseden de bir şey isteyemezdim. Bu sebepten gönlümde bir elem vardı. Bir kimse, hazret-i Danyal aleyhisselâmı rüyâsında görmüş. Ona; "Falan dükkânı Abdullah'a ver ki, kazancını talebelerine dağıtsın." buyurmuş. O kimse de bunu kabûl etmiş. O şahıs, bu rüyâdan sonra dükkânın kazancını, talebelere dağıtmak üzere bana verdi."

"Şu iki kimseden daha büyük bir âlim görüp işitmedim. Onlar; Harkan'da Ebü'l-Hasan-ı Harkânî ve Herat'ta Abdullah et-Tâkî'dir. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin talebeleri bana; "Otuz senedir hocamızın sohbetiyle şerefleniriz. Sana gösterdiği alâka ve muhabbet gibi kimseye göstermedi. Sana ihsân ettiği gibi, başkasına böyle ihsân ettiğini görmedik." dediler.

Bir gün, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine; "Efendim, bir şey sormak istiyorum." dedim. O da; "Sor, ey benim çok sevdiğim Abdullah!" dedi. Beş suâl sordum. İkisini lisân-ı hâl ile, yaşayarak, üçünü de lisân-ı kâl ile, söyleyerek cevaplandırdı. İki elimi dizinin üzerinde tutmuş idi. Bu hâl beni çok etkiledi. Öyle çok ağladım ki, gözlerimden devamlı gözyaşı akıyordu. Tasavvufu Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden öğrendim.

Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp, devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah'ın ipine (Kur'ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması olup, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah'tan başka her şeyden kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim olmaktır. Bu da urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i'tisâm-ı billah denir."

1) Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.247
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.133
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.365
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1183
5) Esmâ-ül-Müellifin; c.1, s.452
7) El-A'lâm; c.4, s.122
8) Tabakât-ül-Müfessirîn (Süyûtî); s.15
9) Tabakât-ı Hanâbile Zeyli; c.1, s.50
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.977
11) Esâb-ı Kirâm; s.305
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.19
13) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; c.2, mk.92
14) Kıyâmet ve Âhiret; s.201
15) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.4, s.306
16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.169
ABDULLAH FAHRİ BABA

Malatya erenlerinden. 1864 veya 1865 (H.1282) senesinde Harput'un Tutlu yöresinde Bozolar köyü Maho veya Mehan mezrasında doğdu. 1908 (H.1326)'de vefât etti.

On iki yaşında Malatya'ya gidip ilim tahsiline başladı. Halasının kocası Ahmed Efendiden Ulu Câmide ilim öğrendi. 1880'li senelerde hocası vefât edince, yerini boş bırakmadı ve ders vermeye başladı. Ayrıca tasavvufta yetişmek üzere önce Kâdirî yolunda Şeyh Hasan Baba adlı bir zâta talebe olup, uzun müddet onun talim ve terbiyesi altında yetişip icâzet aldı. Hasan Baba vefât edince talebeleri Abdullah Fahri Baba'nın etrâfında toplandılar. Fakat o tasavvufta yüksek derecelere ermek için devamlı arayış hâlinde idi. Bir gece rüyâsında Hacı Ömer Baba adında bir zâta talebe olması işâret edildi. Bunun üzerine Harput'un Köveng köyünde bulunan Nakşî ve Kâdirî şeyhi, Şeyh Hacı Ömer Baba'nın yanına gitti. Talebeliğe kabûl edilip, bir müddet yetiştirildikten sonra, irşâd, insanlara doğru yolu gösterme ile vazîfelendirildi. Bundan sonra Malatya'da insanlara rehberlik etti. Onlara Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini anlattı. Sohbet ve derslerine pekçok kimse katılıp, ondan istifâde etti. Tasavvufî konularda şiirleri vardır.

Kerâmetlerinden bâzıları şöyle anlatılmıştır:

Dergâhının bulunduğu Boran köyüne kötürüm ve felçli bir kimse getirilir. Durum Abdullah Baba'ya bildirilip, şifâ bulması için himmet ve duâ istenir. Kötürüm kimsenin bulunduğu arabanın yanına gidip, yedi yıldır kötürüm olan bu kimseye hitâb ederek; "Allahü teâlânın izni ile aşağıya in!" diyerek arabadan inmesini söyler. "İnemem." deyince, tutup kendisi indirir. Kötürüm birdenbire sıhhate kavuşup yürümeye başlar.

Bir yaz günü sevenleri ile birlikte Hasırcı Köyündeki talebelerinin yanına gitmişti. Ziyâretten sonra Boran köyündeki tekkesine dönüp, köye yaklaştığı sırada atını üç saat kadar uzakta bulunan Hâtun Suyu tarafına çevirip, yüksek sesle orada bulunan bir talebesine seslendi:

"Cumâli Efendi seni çok göresim geldi. Hemen dergâha gel!" Sonra yoluna devâm edip dergâhına döndü. Kısa bir müddet sonra çağırdığı talebesi onun kerâmetiyle sesini işitmiş olduğundan, telaş içinde dergâha gelip;

"Buyrun efendim beni istemişsiniz geldim!" dedi.

Vefât etmeden kısa bir müddet önce bir gün zâviyesinde talebelerinin ve sevenlerinin kalabalık olduğu bir sırada uyku hâli gibi bir hâl gelip kendinden geçti. Bu hâl bir müddet devâm etti. Sonra gözlerini açıp;

"Eyvah ben ne yaptım!" dedi. Ne yaptınız, ne oldu diye sorulunca;

"Sakalımdaki su damlalarına bakın." diye gösterdi. İbrâhim Efendi adında bir zât su damlalarından alıp, diline dokundurdu. Sonra derhâl ağzını temizledi ve;

"Efendim bu çok acı zehir." dedi. Bunun üzerine;

"Evet oğlum, bu bir ölüm şerbetidir. Biraz önce Sultan Abdülhamîd Han ile yanyana idim. Birisi iki kâse şerbet getirdi. Abdülhamîd Han ile birlikte ayağa kalktık. Sultan bana, buyurun Baba Efendi için! dedi. Önce siz buyrun Sultanım, dedim. Fakat benim almam için ısrar etti. Alıp içtim. Ey cemâat, bu şerbet sizler için acı bir zehirdir. Fakat benim için tatlı bir ölüm şerbetidir." dedi. Abdullah Fahri Baba'nın bahsettiği pâdişâh Sultan İkinci Abdülhamîd Han, kendisinden on sene sonra 1918 senesinde vefât etmiştir. Evliyâ bir pâdişâhtı.

Orduz köyü halkından bir zât şöyle anlatmıştır:

Karakaya Barajının suyunun yükselmesi sebebiyle Abdullah Fahri Baba'nın türbesi bu suyun altında kalacağından, kabrini naklettik. Boranlı Hacı Mustafa Baba'nın neslinden birkaç kişi de nakil işinde bulundu. Kabrini naklettikten sonra Malatya'ya döndük. Hüseyin Bey Köprüsü semtinde arabadan indik. O sırada tanıdığımız bir ihtiyarla karşılaştım. Hal hatır sorduktan sonra bana;

"Senden evliyâ kokusu geliyor. Ellerini uzat." dedi. Ellerimi uzattım. Ellerimi tutup yüzüne gözüne sürdü, öptü. "O koku işte bu ellerden geliyor, beni mest etti. Bu eller bugün ne iş gördü?" diye sordu. O gün öğle vakti Abdullah Fahri Baba'nın nâşını naklederken ellerim ona dokunmuştu. Aynı akşam Orduz'daki evimize gittim. Ablam; "Senden hoş bir koku geliyor." dedi. O gün ve o gece ben de o hoş kokuyla mest olmuştum.

1) Malatyalı Gönül Sultanları; s.13
 
ABDULLAH BİN GÂLİB

Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden. Zühd ve verâ sâhibi olup, din bilgilerini öğrenmek ve bunlara göre yaşamak zevkıni tadan bir veli idi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Sâde ve basit bir hayât yaşardı.

Evinde iki odası vardı. Bunlardan birini âilesinin ikâmetine, diğerini de ibâdet için ayırmıştı. İbâdetlerini bu odada yapardı. Kendine has gündüz ve gece okuduğu ayrı duâlar vardı. Yüz rekat kuşluk namazı kılar; "Biz Allahü teâlâya kulluk için, ibâdet etmek için yaratıldık." derdi. Hattâ; "Dostlarına ve sana tâbi olanlara çok ibâdet ettiriyorsun, onları sıkıntıya sokuyorsun." diyen birine; "Onların ibâdet etmekten ne gözleri görmez oldu ne de belleri büküldü. Allahü teâlâ kendisini çok zikretmemizi istiyor. Sen ise az zikretmemizi söylüyorsun!" cevabını vermişti.

Bâzan yaptığı amelleri insanlara anlatır ve insanları teşvik maksadıyla; "Allahü teâlâ bu gece bana şu kadar rekat namaz kılmayı, şöyle zikretmeyi, şunları okumayı nasîb etti..." derdi. Bu sözlerini dinleyenlerden bâzıları; "Senin gibi bir zât ibâdetleriyle böyle övünür mü?" dediklerinde, Kur'ân-ı kerîmden; "Rabbinin nîmetlerini söyle!" (Duhâ sûresi: 11) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve; "Rabbim üzerimdeki nîmetlerini söylememi emrediyor, sizler ise gizlememi istiyorsunuz." dedi.

Kişinin yaptığı ibâdet ve tâatları başkalarına anlatmasının niyetine göre değişeceğini, hâlis ve riyâsız ise emr-i mârûf, iyiliği bildirmek olacağına işâret ederdi. Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği; "İki huy mü'minde bir araya gelmez cimrilik ve kötü ahlâk." hadîs-i şerîfini devamlı okurdu.

Şöyle duâ ederdi:

"Allah'ım arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kulların aramızdan ayrılmasından sana sığınırız."

Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sırada oruçlu idi. Düşman saflarına hücum edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra kılıcını sıyırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye kadar savaşacağım manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.

1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.256
ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ


On dördüncü yüzyılda yaşayan meşhûr velîlerden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Gürcistan köylerinden birinde doğdu. Bir savaşta cihâd ederken şehîd düştü. Kabri Tûs şehrindedir. Şeyh Rükneddîn Alâüddevle Semnânî hazretlerinin talebesidir.

Küçük yaşta iken babasının vefât etmesi üzerine yetim, kimsesiz ve garîb kaldı. Annesi bir başkasıyla evlendi ve onu yanına aldı. Üvey babasının yanında çok mahzun günler geçirdi. Boynu bükük, kalbi kırık idi. Bir gün bir işi sebebiyle üvey babasından korkup köyden kaçtı. Nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmiyordu. Yakalanmamak için yol kenarında büyük bir ağaca çıkıp ağacın dalları ve gür yaprakları arasında gizlendi. Ağacın üzerinde çâresiz ve âdetâ imdâd edecek bir şefkatli elin uzanmasını bekler gibi duruyordu. Kalbi kırık ve pek mahzun bir hâlde idi. Tam bu sırada bir grup yolcu gelip onun gizlendiği ağacın altında dinlenmek üzere oturdular. Ağacın altında suları şırıl şırıl akan bir pınar vardı. Konaklayan yolcular pınardan su içip dinlenirken ağaç ve üzerindeki çocuğun suya aksettiğini gördüler. Pınar çocuğu ayna gibi gösteriyordu. Yolcular bu manzarayı görünce çocuğu hemen aşağı indirip, hayretle hâlini sordular. Derdini anlatınca ona çok acıdılar. Himâye etmeye karar verip yanlarına alarak yola çıktılar. Abdullah bu sırada güzel bir talih ve bahtiyarlık kapısının kendisine açılmış olduğunu bilmiyordu. Mahzunluğu ve kırık kalbi ile büyük bir nîmete kavuşmaya gidiyordu. Yol Semnân tarafına uzandı...

Kendisini himâyelerine alan yolcular zamanın meşhûr evliyâsı Rükneddîn Alâüddevle hazretlerinin ziyâretine ve sohbetine gidiyorlardı. Bu zâtın huzûruna varıp sohbetinde bulundular. Aralarında bulunan küçük çocuğun garîb ve mahzûn hali o zâtın dikkatini çekmişti. Ona bakıp kerâmetiyle ilerde büyük bir veli olacağını keşfetti. Gelen misâfirler sohbet bitince müsâde alıp ayrıldılar. Getirdikleri çocuğu da götürdüler. Onlar yola çıkınca Rükneddîn Alâüddevle hazretleri peşlerinden bir kişi gönderip çocuğu kendisine bırakmalarını istedi. Yolcular önce râzı olmadılar bırakmamak için çok uğraştılar. Sonunda bırakmak mecbûriyetinde kaldılar.

Mahzun yavru henüz farkedemediği bir saâdet sarayının kapısından girmiş, bir tâze fidan gibi yetişeceği en müsait toprağa dikilmişti. Artık günleri Rükneddîn Alâüddevle hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde geçiyordu. Günden güne pişiyor olgunlaşıyordu. Zamanla büyüdü, serpildi. İlim öğrendi. Îmânı vicdânîleşip kalbine iyice yerleşti. Îmânın hakîkatine kavuştu. İbâdetleri seve seve ve büyük bir şevk ile yapmaya başladı. Nefsi iyice ıslâh olup, tasavvuf yolunda yükseldi, kemâle erdi. Onun bu hâline çok memnun olan hocası, kendisine icâzet, diploma verip insanlara rehberlik etmesi için Tûs'a gönderdi.

Tûs şehrinde insanlar onun kalblere şifâ olan sohbetlerine koştular. Onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, İslâmiyete uymalarını sağladı. Saâdete kavuşmalarına vesîle oldu. Ömrünün son günlerinde zamânın sultanı bir savaşa çıktı. Sultan onun himmetinden ve bereketinden istifâde etmeyi düşünerek savaşa katılmasını çok istedi. O da sultanın teklifini kabul edip katıldı. Bu savaşta cihâd ederken şehîd düştü.

1) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.504
2) Nesâyim-ül-Muhabbe; s.288
3) Kitabu Silsilet-ül-Mukarrabîn (Süleymaniye Kütüphanesi)
ABDULLAH HADDÂDÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah olup babasının ismi Alevî'dir. Evlâd-i Resûl olup, seyyiddir. 1634 (H. 1044) senesi Safer ayının beşinde Pazartesi günü Yemen'in Terîm şehrinde doğdu. 1720 (H. 1132) senesi Zilkade ayının yirmi üçünde Salı günü akşamı Terîm'de vefât etti.

Abdullah Haddâdî Allahü teâlânın yardımına, lütuf ve ihsânına kavuşup küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. Zamânının büyük âlimleriyle görüşüp derslerini dinledi. Onların arasında en güzel şekilde yetişti. Fıkıh ilmini Kâdı Sehl bin Ahmed ve başkalarından öğrendi. Küçük yaşta ilimde söz sâhibi oldu. Çok zekî ve hâfızası çok kuvvetli idi. Okuduğunu ve gördüğünü hiç unutmazdı. Bu sebeple ilim kapıları kendisine açıldı. Çok ibâdet eder, öğrendikleriyle amel ederdi. İlimdeki üstünlüğü herkesi hayran bırakırdı.

Abdullah Haddâdî 1668'de Haremeyn-i şerîfeyne, Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvereye gitti. İlim öğrenmek için pek çok yere yolculuklarda bulundu. Kabirleri ziyâret eder, buna çok önem verirdi.

Talebesi Selî onun hakkında şöyle bildirdi:

"Seyyid Abdullah bin Alevî'nin yanına kim gelirse onun kalbinden ve hâtırından geçenleri bilir ve haberdâr olurdu. Yanına gelenin nesebini ve soyunu, ne iş için geldiğini önceden söylerdi. Bir gün bir kimse gelip bir suâl sormak istedi. Ona; "Senin suâlin şöyledir, fakat daha zamânı değildir." buyurdu.

Bir gün Hacer denilen yerde, yanına Şerîf Berekât bin Muhammed gelip, isteğinin kabûlü için duâ etmesini istedi. Şerîf Berekât o zaman Mekke emîri değildi. Haddâdî de duâ etti. O gidince duâ isteyen kişinin kim olduğunu sordu. Oradakiler; "Efendim bu zât Mekke'nin eşrâfından bir kimsedir." dediler. Abdullah Haddâdî; "O bizden Mekke'nin emîri olmak için duâ istedi. Biz de duâ ettik, Allahü teâlâ duâmızı kabûl etti. Bu vazîfe ona müyesser olacak." buyurdu. Çok geçmeden Şerîf Berekât, Mekke-i mükerreme emirliğine tâyin edildi.

Seyyid Abdullah Haddâdî hazretleri bir gün talebesi Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte hac için yola çıktı. Medîne-i münevvereye vardıklarında talebesi orada hastalandı. Yakalandığı hastalık çok şiddetli idi. Talebe nerede ise vefât edecekti. Seyyid Abdullah Haddâdî hazretleri hastanın başı ucuna oturduğunda onun ömrünün bittiğini anladı. Oradaki talebelerinden bir cemâati topladı ve; "Her biriniz onun selâmeti için duâ edin." buyurdu. Seyyid Ömer Emin isimli talebe; "Efendim ben ömrümden bir kısmını ona hîbe ettim." dedi. Bunun üzerine Seyyid hazretleri Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfine gidip duâ etti ve şefâat istedi. Ziyâretten sonra Seyyid Abdullah Haddâdî sevinçle; "Allahü teâlâ duâmızı kabûl etti. O istediğini yapmağa kâdirdir." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile talebesi Şeyh Hüseyin hastalıktan kurtuldu. Bir zaman sonra Seyyid Abdullah, Yemen'in Terîm şehrinde iken buyurdu ki: "Bu sene Şeyh Hüseyin vefât edecek." Buyurduğu gibi o sene Şeyh Hüseyin Mekke-i mükerremede vefât etti.

Abdullah Haddâdî çok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) İthâf-üs-Sâil bi Ecvibet-il-Mesâil, 2) Dîvân (Dürr-ül-Manzûm li Zevil Fâdıl vel-Fühûm), 3) Da'vet-üt-Tâmme vet-Tezkirat-ül-Âmme fil-Va'z, 4) Nesâyih-üd-Dîniyye, 5) El-Müâvenetü vel-Müâzerâtü lir-Râgıbîn.

YAZDIKLARINIZI SUYA KOYUN

Seyyid Abdullah, uzun boylu ve gür saçlı olup, güler yüzlüydü. Kendisine eziyet ve sıkıntı verenlere af ve sevgi ile muâmele ederdi. Sözü, sohbeti hoş idi. Bozuk ve kötü yolda bulunan bir kimse yanına geldiğinde onun iyi yola girmesi için bütün gücü ile çalışırdı. Çok kerâmetleri görüldü. Kerâmetlerini göstermekten çok çekinirdi. Bâzı talebeleri kerâmetleri hakkında risâleler yazmışlardı. Bu durumdan haberi olunca onları çağırıp; "Yazdığınız kâğıtları suya koyun. Yazıdan hiçbir eser kalmasın." buyurdu. Onlar da hocalarının dediğini yaptılar, sonra talebelerine; "Böyle şeyleri yazacağınıza dînî nasîhatler, îmân bilgileri, fıkıh bilgileri, fetvâ kitapları ve bunlar gibi faydalı kitaplarla meşgûl olmanız yazmanız daha uygun olur." buyurdu.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s. 85
2) Silk-üd-Dürer; c.3, s. 91
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s. 480
4) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s. 4, 69
5) Brockelmann; Sup-2, s. 386
6) El-A'lâm; c.4, s. 104
7) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s. 128
 
ABDULLAH EL-HARRÂZ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Muhammed, künyesi Ebû Muhammed'dir. Rey şehrinde doğup büyüdü. Doğum târihi bilinmemektedir. Hicrî 922 (H.310) târihinde vefât etti.

Abdullah el-Harrâz Rey ve Bağdâd'da ilim tahsîl etti. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mâlik bin Enes'den hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de Ebû Zür'a Ahmed bin Hanbel ve oğlu ile İmâm-ı Begavî ve Müslîm hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular. Abdullah el-Harrâz hazretleri evliyânın büyüklerinden Ebû İmrân Kebir'in sohbetlerinde mânevî olgunluğa kavuşup, kemâle geldi.Ebû Hafs Haddad ile görüştü. İlim ve irfanı ziyâdeleşti. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebeleri ona çok hürmet eder, büyük bilirlerdi. YıllarcaMekke-i mükerremede müsâfir olarak kaldı.

Abdullah el-Harrâz harâm ve şüphelilerden çok sakınan bir zât idi. Kimseden çekinmez dâimâ hakkı söylerdi. Bir defâsında talebelerinden yirmi sekiz kişi ile birlikte hac yolculuğuna çıkmıştı. Mekke'ye yakın bir yerde konakladılar. Orada; "Yavrularım şimdi sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." buyurdu. Talebeleri; "Efendim! siz nereye gidiyorsunuz?" diye sordular. O; "Ben Rey'den buraya kadar sizinle sohbet ederek ve sizi gözeterek geldim. Gönlümü size vermiştim. Şimdi ise tekrar Rey'den tarafa gidiyorum. Hac niyetimi oradan yapacağım. İnşallah yine sizlere kavuşurum." buyurdu ve geri döndü.

Muhammed bin Dâvûd Dîneverî anlatır:

Abdullah el-Harrâz Mekke-i mükerremede iken bir defâsında sohbetine gittim. Dört gündür bir şey yememiştim. Sohbete başladığında; "İçimizden biri dört gündür aç. Açlıktan feryâd ediyor. Yâni ben açım der gibi bir hâli var." dedi. Sonra da; "Dünyâya gelen bir canlı Allahü teâlâdan ümid ettiği şeye kavuşunca hayâtını vermiş ne ehemmiyeti var?" buyurdu.

Abdullah el-Harrâz talebelerine; "Bizim yolumuz fütüvvettir (cömertliktir). Yâni kimseden bir şey istemek değildir." buyururdu.

Buyurdular ki:

"Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır."

"Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir."

"Sabrın alâmeti şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir."

"Açlık zâhidlerin, dünyaya düşkün olmayanların; zikir âriflerin gıdâsıdır."

"Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü hakka dönmüş olmanın alâmetlerindendir."

Yûsuf bin Hüseyin der ki: "Abdullah el-Harrâz gibi bir kimse görmedim. O da kendisi gibi kimse görmedi. Çok mürüvvet sâhibi, herkesi görüp gözeten bir zât idi."

1) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.330
2) Risâle-i Kuşeyrî; s.170
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.98
4) Târih-i Bağdâd; c.10, s.34-36
5) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.95
6) Nefehât-ül-Üns; s.208
ABDULLAH HASÎB YARDIMCI


Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi.

İsmi, Abdullah Hasîb olup soy ismi Yardımcı'dır. Babası "Muâvin" nâmı ile bilinen Hâlis Efendioğlu Ali Efendi olup, Serez'de Câmi-i Atik imâmı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesinde öğretmen ve müdür muâvini idi. 1863 (H.1280) senesinde Serez'de doğdu. 1949 (H.1368) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

Serez'de dünyâya gelen Abdullah Hasîb Efendi, ilk tahsîlini memleketinde yaptı. Orta tahsîlini Serez Rüşdiyesinde gördü. Daha sonra İstanbul'a gönderilerek Çarşamba semtindeki Mahmûd Ağa medresesine devâm etti. Orada on sene kadar ilim tahsîl etti. 1893 senesinde Tokatlı Hacı Şâkir Efendiden müderrislik icâzeti aldı. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendi de bu icâzet merâsiminde bulundu. Sandıklılı Hasan Efendiye de intisâb etti. Ayrıca Arap Hocadan "Tashîh-i hurûf" ve Hacı Nûri Efendiden kıraat (Kur'ân-ı kerîmi okuma) dersleri alarak kendine kırâat icâzeti verildi.

Serez'e giderek babasının imâmlık yaptığı Câmi-i Atik'de vazife aldı. Orada Buhârî dersleri okuttu. Pekçok talebe ve hâfız yetiştirdi. 1924 senesinde tekrar İstanbul'a gelip Eyüp Semtinde yerleşti. Abdülazîz Bekkine ve MehmedZâhid Efendiler vâsıtasıyla Mustafa Feyzî Efendi ile tanıştı. Mustafa Feyzî Efendinin sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Bu dersleri tâkib için Eyüp'ten Bâb-ı âlî'deki Fatma Sultan Câmiine kadar her sabah yaya olarak gelirdi. Daha sonra aynı câmide vazîfe alıp câminin meşrutasına yerleşti. Bilâhare Şehzâdebaşı Dâmâd İbrâhim Paşa Câmiinde İmâm-Hatiplik yaptı. Mahmûd Paşa semtinde bir ev alarak oraya taşındı. Dört defâ hacca gitti. Son zamanlarında Kapalıçarşı Câmii hatibiydi. 15 Mayıs 1949 (H.1368) târihinde Cumartesiyi Pazara bağlayan gece vefât etti. Edirnekapı Sakızağacı kabristanına defn edildi.

Abdullah Hasîb Efendinin dört hanımından on yedi çocuğu olmuş, bunlardan yalnız Sâmi Yardımcı Bey hayatta kalmıştır.

Abdullah Hasîb Efendi uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok yumuşak, hilim sâhibi bir kimse idi. Peygamber efendimize karşı büyük sevgisi olup, hutbelerinde Peygamber efendimizden bahsederken her "Efdâl-ül-beşer" deyişinde göz yaşlarını tutamazdı. Kendisi görünüşte yumuşak olmakla berâber dînî konularda sertti.

Abdullah Hasîb Efendi zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının önde gelen simâlarındandı. Çok oruç tutardı. Râmûz el-Hadîs kitâbını uzun müddet Bâyezîd Câmii'nde, Çarşamba günleri öğleden sonra ders olarak okuttu.

ŞEFÂAT YÂ RESÛLALLAH!

Abdullah Hasîb Efendinin Peygamber efendimiz için söylediği şiirlerinden:

Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasîb'in maksâdı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin dîdârına geldi şefâat yâ Resûlallah!

Giderse Cennet'e ahbâbu yârânım
Beni nâra sokarsa cürm ü isyânım
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım
Hasîb'in başlıca arzûsu Cemâlullahı görmektir
Sana yalvarmaya geldi şefâat yâ Resûlallah!

1) Râmûz-ül-Ehâdîs Tercümesi önsözü

ABDULLAH HAYDERÎ


Bağdâd'da yetişen büyük velîlerden. Ubeydullah Hayderî diye de bilinir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ilk hilâfet verdiği talebesidir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinememektedir. Bağdâd'da doğdu ve orada vefât etti. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında vefat ettiği tahmin edilmektedir.

Küçük yaştan îtibâren aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Abdullah Hayderî büyük âlim oldu. Bütün ilimleri kendinde toplayıp, İslâmiyetin emir ve yasaklarıyla ilgili ince bilgileri elde etti. Fesâhat, belâgat ve edebiyât konularında önceki ve sonraki âlimlerin üstünü idi. Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim olup, "Zemahşerî" veya "Zamânın Harîrî'si" diye şöhret buldu. İlim ve edebiyâttaki bu yüksek derecesi sebebiyle Bağdâd'a Hanefî müftüsü olarak tâyin edildi. Senelerce müslümanların dînî sorularına cevap verip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Hindistan'a giderek Şah Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin mânevî sofrasından feyz alıp, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette seâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle olmak vazîfesiyle Bağdâd'a gelen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetlerine Abdullah-ı Hayderî'yi de kabûl etti. Abdullah-ı Hayderî yüksek ilmine rağmen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önünde diz çöktü. Kısa bir müddet içinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden istifâde ederek tasavvuf yolunda ilerledi. Bağdâd müftülüğünden ayrılarak hocasının hizmetinden ve sohbetlerinden ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid hazretleri ona:

"Abdullah su kırbasını yüklen. Bağdâd sokaklarında ve pazarlarda "Sebîl" diyerek insanlara su dağıt." buyurdu.

Önceki makâm ve şöhretini düşünmeden hocasının emrini yerine getiren Abdullah-ı Hayderî, yirmi gün müddetle sırtına yüklendiği su kırbasıyla sokak sokak dolaşarak insanlara su dağıttı. Her şeyin görünüşüne bakan insanlar Abdullah-ı Hayderî'yi bu şekilde görünce hayretle birbirlerine, onun hakkında ileri geri sözler sarf ettiler. Fakat dünyânın makâmına, şöhretine önem vermeyen, insanların dedikodularına aldırış etmeyen Abdullah Hayderî kendisine verilen emri kusursuz olarak yerine getirmeye devâm etti. Sonra hocasının huzûruna geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu sefer:

"Abdullah on gün de para ile su sat." buyurdu.

Bu emre de îtirazsız uyan Abdullah-ı Hayderî, on gün müddetle su sattı. Böylece nefsinin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle nefsini kötülüğü emretmekten, kalbini de kötü huy ve düşüncelerden temizledi. Abdullah-ı Hayderî'nin evliyâlık yolunda yüksek derecelere ulaştığını gören Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, ona bütün talebeleri arasında ilk olarak hilâfet verdi. Bağdâd'da bulunduğu sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini çekemedikleri için karşı çıkanlara reddiye yazarak, tarîkatların hak olduğunu açıkladı. Kitap, sünnet ve tasavvuf kitaplarındaki açık delilleri gösterdi. Yazdığı bu kitabı bütün büyük âlimler beğendiler.

Abdullah-ı Hayderî devamlı hocasının yanında bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Süleymâniyye ve Şam'a gittiği sırada da yanından ve hizmetinden ayrılmadı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Abdullah Hayderî ve diğer halîfeleriyle ve talebeleriyle birlikte Bağdâd'dan Şam'a gidiyorlardı. Şam hudutlarına geldikleri zaman Şemmen kabîlesinden Safvak bin Fâris diye meşhûr yol kesici, birçok yardımcılarıyla birlikte korkunç şekilde gelip kâfileyi soymaya teşebbüs etti. Safvak bin Hâris'in anlattığına göre pekçok yardımcılarıyla Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kâfilesine hücûm ettikleri zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş çok heybetli bir zat göründü. O zat soyguncuların gözleri önünde o kadar büyüdü ki, sanki dağ kadar oldu. Geçen kâfile ile soyguncular arasında bir engel teşkil etti. Soyguncular kâfiledekileri göremez oldular. Semâya yükselen büyük bir dağ misâli olan o zâtı görünce, soygunculara bir korku, bir titreme geldi, mızrakları ellerinden kendileri de hayvanlardan düştü. Bu hâdiseden sonra kâfilede Allahü teâlânın sevdiği velî kulları olduğunu anlayan soyguncular, hep bir ağızdan; "Aman, aman! Affedin!" diye bağrıştılar. Bunun üzerine kâfile eskisi gibi normal görünmeye başladı. Soyguncular kâfilede Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini görünce, hepsi kusurlarının affını istediler. El ve ayaklarına sarılarak tövbe ve istigfâr ettiler.

Bu yolculuk esnâsında Abdullah-ı Hayderî hazretleri gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakletti:

"Atlı bir Habeşînin kâfilemizi tâkib ettiğini gördüm. Habeşî bizi şiddetli baskısıyla korkutuyordu. Hemen şeyhim Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye durumu bildirdim. Efendimiz hemen yerden bir avuç toprak alıp onun yüzüne doğru attı. Habeşî artık görünmez oldu. Fakat bir müddet sonra, tekrar gözüktü. Pişman olmuş, perişan bir hâlde velîlerin sultanı hocamızın huzuruna gelerek boyun eğdi, diz çöküp af diledi ve tövbe etti.

Abdullah Hayderî hocası ile birlikte tekrar Bağdâd'a döndü. Mevlânâ Hâlid hazretleri ona mutlak hilâfet verdi, Bağdâd'da insanlara İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını anlatarak Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmakla vazîfelendirdi. Abdullah-ı Hayderî hazretleri başta arkadaşları olmak üzere bütün Bağdâd halkına İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok insan sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretlerinin halîfelerinin çoğu evvelâ onun sohbetinde yetiştikten sonra Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sohbetlerine kavuştular.

Mevlânâ Hâlid hazretleri Bağdâd'dan Şam'a dönecekleri sırada kendilerinin ve Abdullah Hayderî hazretlerinin babasının yakında vefât edeceklerini işâret buyurarak Şam'a gittiler. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'a döndükten bir müddet sonra vefât etti. Onun vefât haberi Bağdâd'a ulaşınca, bütün âlimler ve velîler ile halk çok üzüldü. Abdullah Hayderî hazretlerinin babasına Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefâtı haberini bildirmediler. Çünkü bu acı haberden dolayı fenâlaşabilir ve hastalığı fazlalaşabilirdi. Aradan üç ay geçince, o da vefât etti.

Abdullah Hayderî Mevlânâ Hâlid hazretlerinin derece bakımından Şeyh Osman et-Tavîl'den sonra en yüksek halîfesiydi. Birçok kerâmetleri görüldü. Uzun seneler Bağdâd'da kalıp insanlara seâdet yolunu gösterdikten sonra orada vefât etti.

1) Mecdi Tâlid Tercümesi; s.75
2) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s. 45
3) Hadâik-ul-Verdiyye; s. 260
4) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s. 171
 
ABDULLAH BİN HÂZIR

Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi. İsmi, Abdullah bin Hâzır bin Sabbah'dır. Evliyâullahdan Yûsuf bin Hüseyin'in dayısı ve Zünnûn-i Mısrî'nin arkadaşıdır. İran'ın Rey şehrinde doğmuş ve orada vefât etmiştir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hicrî dördüncü asırda vefât etmiştir. Tasavvufta büyük derecelere kavuşmuş, pek çok velî yetiştirmiştir.

Abdullah bin Hâzır hadîs ilminde büyük âlim olup, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî, Şâz bin Feyyâz, Kabisa bin Utbe el-Kûfî, İbrâhim bin Mûsâ, El-Ferrâ', Er-Râzî başta olmak üzere pek çok âlimden hadîs öğrenmiştir.

Abdullah bin Muhammed bin Nâciye, Muhammed bin Yûsuf bin Bişr el-Hirevî, Ebû Bekr eş-Şâfiî ve başka âlimler de Abdullah bin Hâzır'dan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır: "Mısır'a Zünnûn-i Mısrî'nin yanına gittikten sonra, Rey şehrine dönüyordum. Bağdâd'a vardım. Dayım Abdullah bin Hâzır orada idi. Hacca gidecekmiş, yanına gittim:

-Nereden geldin? diye sordu:

-Mısır'dan gelip, Rey'e gidiyorum. Bir nasîhat etmenizi isterim, dedim.

Buyurdu ki:

-Kabûl etmezsin!

-Ederim. dedim.

O yine,

-Kabûl etmezsin! buyurdu. Ben tekrar;

-Belki kabûl ederim, dedim.

Yine;

-Biliyorum kabûl etmezsin! buyurdu.

-İhtimâl ki kabûl ederim, dedim.

Buyurdu ki:

-Gece olduğunda git Zünnûn-i Mısrî'den ne yazmış isen, hepsini Dicleye bırak.

-Bir düşüneyim, dedim.

O gece düşünce bastı ve hiç uyuyamadım. Gönlüm bir türlü râzı olmadı. Ertesi gün gidip;

-Gönlüm bu işe râzı olmadı, dedim.

-Zâten ben sana kabûl etmiyeceğini söylemiştim, buyurdu.

-Bir şey daha söyler misiniz? dediğimde;

-Onu da kabûl etmezsin, buyurdular.

-Kabûl ederim, diye ısrar ettim. Bu sefer;

-Rey şehrine gittiğinde, ben Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm deme, buyurdular.

Bu sözü uzun müddet düşündüm. Evvelki sözlerinden daha zor geldi. Tekrar ona gittim. Dedim ki:

-Bu dediğiniz iş zordur.

Buyurdu ki:

-Sana, senin için gâyet lüzumlu olan bir şey söyleyeceğim.

-Buyurun söyleyin, dedim.

-Şimdi evine gittiğin zaman, insanları kendine dâvet etme. Allahü teâlâya dâvet ederken öyle yaşa ki, Allahü teâlâdan bir an gâfil olup, O'nu unutmayasın, buyurdu. (Abdullah bin Hâzır'ın bu sözleri yanlış anlaşılıp, Zünnûn-i Mısrî'yi beğenmiyor sanmamalıdır. Onun maksadı: Zünnûn-i Mısrî tevhîd deryâsına dalmış, garîb hâlleri ve halkın anlayamıyacağı tasavvufî sözleri olan bir velî olduğundan, halkın, bu Allah dostuna düşman olmamaları içindir.)

Abdullah bin Hâzır'ın bu sözünü, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî şu sözle izâh etti:

Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; "Ey Mûsâ! Dilin her zaman beni zikretsin. Bulunduğun her yerde benimle ol." buyurdu.

Bu iki büyük velî bu söz ve îzâhlarıyla, her an Allahü teâlâyı hatırlayıp, O'nu bir an unutmamağı tavsiye buyurmuşlardır. Bu da dostluğa ve kulluğa yakışan şeydir.

Kendisine insanın îmânının nasıl kâmil olacağı sorulduğunda Ahmed bin Hanbel tarîkıyla rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle, cevab verdi: "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de sevmedikçe, îmânı kâmil olmaz".

Kadınların kocalarına karşı nasıl davranmaları sorulduğunda; erkeğin kadını üzerinde olan haklarını uzun uzun anlattıktan sonra Şâz bin Feyyâz, Amr bin İbrâhim, Katâde, Sa'îd bin Müseyyib, Abdullah bin Amr'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudular. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kocasına teşekkür etmeyen (ona nankörlük eden) ve onunla yetinmeyen, iktifâ etmeyen kadına nazar etmez."

1) Tabakât-us-Sûfiyye (Sülemî); s.187
2) Târih-i Bağdâd; c.9, s. 448
3) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.151
4) Tabakât-ı Ensarî; s. 223
5) Nesayim-ül-Mehable; s.60
6) Nefehât-ül-Üns; s.100
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild 3, s.344
ABDULLAH HERÂTÎ


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden. İsmi Abdullah'tır. Herâtlı olduğu için Herâtî veya Hirevî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Şam'da vefât etti. Kabri Kâsiyun Dağı eteğinde Mevlânâ Halîd-i Bağdâdî hazretlerinin türbesi yanındaki kabristandadır.

Horasan'ın Herât şehrinde dünyaya gelen Abdullah Herâtî, memleketinde çeşitli ilimleri tahsîl edip kendini yetiştirdi. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak mânevî yolu gösteren bir rehber aramaya başladı. Bu sırada Irak'ın Süleymâniye şehrinde medresede talebe okutmakta iken aldığı mânevî bir işâretle Hindistan'da bulunan büyük evliyâ Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî'ye talebe olmaya giden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, yolculuk esnasında Herât'a geldi. Abdullah Herâtî ile karşılaştı. Abdullah Herâtî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine arkadaş olmak isteyince aralarında şu konuşma geçti:

-Nereye gidiyorsun?

-Evliyânın sultanı, Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerine talebe olmaya, onun mânevî feyzlerinden istifâde etmeye ve beni ıslâh etmesi için gidiyorum.

-Ben seninleyim.

Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid hazretleri:

-Dönüşümü bekleyin, buyurdu. Abdullah-ı Herâtî;

-Ben Irak'a gider orada sizi beklerim, dedi.

Bu sebeple Musul'a geldi. Orada ilim tahsîli ile uğraştı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfeli olarak Bağdâd'a, oradan da Süleymâniye'ye geldiği sırada Abdullah-ı Herâtî de Süleymâniye'ye geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hizmetine girip talebesi oldu. Uzun müddet hizmet ve sohbetlerinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Tasavvuf yolunda ilerledi ve yüksek evliyalık derecelerine kavuştu. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin en önde gelen talebelerinden olup, Süleymâniye, Bağdâd ve Şam'da bulunduğu sırada hizmetinden hiç ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine rehberlik yapmaları hususunda ona mutlak icâzet ve hilâfet verdi.

Abdullah-ı Herâtî çok sevdiği hocasının yanından ve hizmetinden ayrılmaz, hocası da onu çok severdi. Bu sevgisinin neticesi Abdullah-ı Herâtî'yi Irak'taki mallarını korumak ve fakirlerin haklarını vermekle vazîfelendirdi. Abdullah-ı Herâtî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin Irak'taki hububat çeşidi malından ne çıkarsa hepsini toplar, fakirlerin haklarını ayırıp öşürlerini verdikten sonra bir kâfile ile Şam'a yollardı. Bunların eksiksiz yerine ulaşması için son derece ihtimam gösterirdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât ettiği zaman Abdullah-ı Herâtî Süleymâniye'de idi. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hilâfet verdiği önde gelen talebelerinden Şeyh İsmâil Enerânî de tâuna yâni salgın vebâ hastalığına tutulmuştu. Hasta halinde, Süleymâniye'de bulunan Abdullah-ı Herâtî'ye haber gönderip, Şam'a gelmesini ve şâhitler huzûrunda, kendi yerine onu halîfe bırakacağını bildirdi. Sonra da şâhitlerin tâuna yakalanmasından korktu. Bu hususta Abdullah Herâtî'ye bir ferman veya icâzet yazılmasını istedi. Arzuladığı icâzete şunları yazdırdı:

Bismillâhirrahmânirrahîm

Âlemlerin Rabbi olanAllahü teâlâya hamd olsun. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma, O'nun ehline veEshâbının hepsine salât ve selâm olsun. Şimdi... Ben yerime, irşâd ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak makamına, sâlih, mücâhid, felâh, kurtuluş bulan, bu zamânın dervişi, ihsan makâmına yükselen, en güzel şekilde evliyâ yolunu izleyen yardımcı efendimiz Şeyh Abdullah Hirevî (Herâtî)'yi oturttum. Onu yerime halîfe bıraktım. Tıpkı, şeyhim, üstâdım, dayanağım, sığınağım, bu varlıkların kutbu Ebü'l-Behâ Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid Nakşibendî Müceddidî'nin beni kendi yerine bıraktığı gibi onu kendi yerime bıraktım.

Kendi usûlüne göre emirler verecek, yasaklar koyacak, diğer halîfe ve müridler ona itâat edeceklerdir. Her kim ona aykırı davranırsa, o bizim yolumuzdan çıkarılmıştır."

Abdullah-ı Herâtî Süleymaniye'den döndükten sonra yazılı olan icâzeti şifâhen söyledi. Altına da İsmâil Enerânî Hâlidî imzâsını attı. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin zamânından kalma kim varsa hepsi bu hilâfeti kabûl ettiler.

Abdullah-ı Herâtî kendisine verilen hilâfeti kabûl etti. Ancak çok sevdiği hocasının vefâtı ve onun en gözde talebesi Şeyh İsmâil Enerânî'nin hastalığı sebebiyle üzüntü ve kedere boğuldu. Fakat kendini çabuk toparladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Şeyh İsmâil Enerânî'ye ve onun da kendisine bıraktığı irşad makâmına oturdu. Mevlânâ Hâlid efendimizin âile fertlerinin hizmetini bizzat üzerine aldı. Onların ihtiyaçlarını gidermeye gayret etti. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin muhterem hanımları ve oğlu Şeyh Necmeddîn Bağdâd'a gitmek istediğinde Abdullah Herâtî de onlarla beraber Bağdâd'a gitti. Bir müddet kaldıktan sonra Erbil bögesine ve oradan da Şam'a döndüler. Her ne zaman Bağdâd'a ve Erbil'e gidecek olsalardı gittikleri yerlerden onların hâlini hâtırını sormadan edemezdi. Onlara dâimâ saygılı davranırdı. Onlar Şam'a dönüp geldikleri zaman da en uygun nasılsa onların hizmetini görür, hiç bir şeylerini eksik etmezdi.

Büyük evliyâ ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah-ı Herâtî hazretleri uzun seneler Şam'da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhında kalıp talebe yetiştirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve âhirette seâdete ermelerine vesîle oldu.

Ömrünün sonuna doğru Şam'daki Ümeyye (Emeviyye) Câmiinde hazret-i Hüseyin'in şehîd başının olduğu makamda oturup ibâdet ve zikirle meşgûl idi. Orada oturduğu sırada rahatsızlandı. Bu onun son hastalığı idi. Bunu duyan talebeleri ve halîfeleri onu sağlık üzere bir daha görüp, duâsını almak üzere kâfile kâfile geldiler. Her birisi etrafında pervâneler gibi dönüyor, hizmette ve saygıda kusur etmemeye çalışıyordu.

Halîfeleri, Abdullah-ı Herâtî hazretlerine hastalığının sâkinlediği bir zamanda; "Senden sonra yerine halîfe olarak kime tâbi olmamızı emredersiniz? İrşâd halîfeliğini kime bırakacaksınız?" diye sordular. Abdullah Herâtî hazretleri:

"Bu iş için âlim, Ârif-i Samedânî Şeyh Muhammed Hanî'den başkasını, ondan daha lâyıkını görmüyorum. Ben onda tam mükemmel istikâmetten başka bir hal görmüyorum. Mevlânâ Hâlid efendimiz de vefât edinceye kadar ondan hoşnud idi. Benden sonra ona tâbi olun. Teslimiyet anahtarlarını ona bırakın." buyurdu.

Bu vasiyeti yaptıktan kısa bir müddet sonra vefât etti. Tekfîn işleri tamamlandıktan sonra cenâze namazı Ümeyye Câmiinde kılındı. Sevenlerinin mahzûn bakışları, duâ ve tekbirleri arasında Kâsiyun Dağı eteğindeki Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin türbesinin de bulunduğu kabristana defn edildi. Bütün talebeleri ve sevenleri onun cenâze ve defn vazifesi sırasında hazır bulundular.

Zâhirî ilimlerde derin âlim manevî ilimlerde yüksek bir evliyâ olanAbdullah-ı Herâtî güzel ahlâk sâhibiydi. Mütevâzî bir zât olup insanlara hizmet etmeyi severdi. Talebelerinin her türlü derdleriyle ilgilenir ve yardımlarına koşardı.

ÖLÜYÜ DİRİLTEMEM

Trablusşam Nakîb-ül-eşrâfı Şeyh Abdülfettâh Zağbî Efendi, Yûsuf Nebhânî hazretlerine şöyle anlatmıştır:

Bir defâsında bir arkadaşımız hastalanmıştı. Abdullah ibni Şeyh Hıdır ez-Zağbî'yi de yanımıza alıp ziyâretine gitmek istedik. Onu götürmekten maksadımız hastanın bereketlerinden istifâde ederek şifâya kavuşması idi. Ancak gitmek istemedi. Çok ısrar edince kabûl edip bizimle geldi. Hastanın yanına vardığımızda, şiddetli hastalığından hiç bir eser kalmadı. Ayağa kalkıp bizi karşıladı. "Hoş geldiniz." deyip konuştu. Ziyâreti yapıp yanından ayrıldık. Ayrılıp giderken yolda Şeyh Abdullah hazretleri; "Ben ölüyü diriltemem." dedi. Bu sözüyle ziyâretine gittiğimiz kişinin öleceğine işâret etmişti. Dedim ki:

"Onun yüzünde hiç ölüm işâreti yok."

Yine;

"Ben ölüyü diriltemem." buyurdu.

Sonra memleketine gitti. Hasta arkadaşımız iyileşti çarşıya pazara çıkıp dolaştı. Ben Şeyh Abdullah hazretlerinin işâretine ve diğer taraftan da hastanın sıhhate kavuşmasına hayret ediyordum. Çünkü o öleceğine işâret etmişti. Hasta ise sapasağlam olmuştu. Aradan on gün kadar geçti. Bir gün o arkadaşın evinin bulunduğu taraftan ağlama sesleri işittim. Merak edip sorunca, arkadaşımızın vefât ettiğini öğrendim. O zaman Şeyh Abdullah'ın kerâmetini anladım.

1) Reşahât Zeyli; s.178
2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.261
3) Mecd-i Talid Tercümesi; s.105
4) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s.106
 

Benzer Diğer Konularımız !

M
Cevaplar
0
Görüntüleme
1K
Misafir
M
M
Cevaplar
0
Görüntüleme
1K
Misafir
M
M
Cevaplar
0
Görüntüleme
1K
Misafir
M
M
Cevaplar
0
Görüntüleme
1K
Misafir
M
M
Cevaplar
0
Görüntüleme
1K
Misafir
M
M
Cevaplar
0
Görüntüleme
1K
Misafir
M
Geri
Üst