Atatürk`e Atılan İftiralara Cevaplar

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Atatürk`e Atılan İftiralara Cevaplar
"Benim hayatta yegane fahrim (onurum), servetim, Türklük’ten başka bir şey
değildir." (1) diyen Mustafa Kemal’i gözden düşürmek için örümcek kafalı ve ruh
hastası denilebilecek kişilerin saldırdıkları başlıca değerlerden birinin Atatürk’ün soyu
olduğu bir geçektir.

Bu noktada iftiracılar kendi aralarında bir türlü hemfikir olamamışlardır. Atatürk’ün
“Yahudi dönmesi (Sebatay) , Sırp, Bulgar, Makedon” olduğu iddiaları matematiksel
olarak iddiacıların (=iftiracıların) her halükarda yüzde sekseninin yalancı olduğu
gerçeğini ortaya koyar. Bizim birazdan yapacağımız ise, bu iddia(=iftira) sahiplerinin
tamamının yalancı olduğunu kanıtlamaktır.

a)Zübeyde Hanım’ın Soyu
b)
Zübeyde Hanım'ın soyu Yörük'tür. Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği'nin
yıkılmasından sonra (1466), Balkanlar'da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç
ettirilen ailelerdendir. Konya bölgesinden geldikleri için bu aileler, "Konyarlar" ismi ile
resmi kayıtlara geçmiş ve böyle anılmıştır. (2)

Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım, bakın annesi Zübeyde Hanım’ın soyunu
belgeleri tasdikler şekilde gene onun ağzından nasıl anlatıyor:

"Annemden sık sık şunları dinlemişimdir. Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara
Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz" ve ailenin bir kısmının Konya’ya geri
döndüğünü ilave ederek "Dedem Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya'ya gitmiş,
Mevlevi dergahına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak." Diyor (3)
Lord Kinross “Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabında Atatürk hakkında
edindiği bilgileri şöyle aktarıyor: " Ailesi Selânik'in batısında, Arnavutluk'a doğru, sert ve
çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası,
Türklerin Makedonya'yı ve Tesalya'yı almalarından sonra Anadolu'nun göbeğinden gelen
köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk
kabilelerinin torunları olan ve hâlâ Toros dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın
Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine çekmişti;
saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi. Annesinin, üzerindeki etkisi büyük oldu.
Mustafa bu etkıye zaman zaman saygıyla, zaman zaman da başkaldırarak karşılık verdi.
Bir halk kadını olan ve bundan başka türlü görünmek de istemeyen Zübeyde Hanım güçlü
bir iradeye ve sağlam bir köylü güzelliğine sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı, yalnız
yeteri kadar eğitim görmemiş, okuma yazması ancak öğrenebilmişti. "

b) Alirıza Efendi’nin Soyu

Sultan Murat Hüdâvendigâr zamanında başlamak üzere, Rumeli'ni ve Balkanlar'ı
Türkleştirmek için soyu temiz Türk ailelerinden oluşan özel güçlerin bu bölgeye
gönderildikleri bilinen bir gerçektir.
Bu göçlerin büyük bölümünü Yörük Türkmen boylarından gönderilen aileler
oluşturmaktadır. Bu boylar Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya yöresine
yerleşmiş bulunan isimleri, tek tek yazılı bulunmaktadır.
950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı
defterinde Anadolu'dan Rumeli'ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça
yazılı bulunmaktadır.

Mustafa Kemal'in baba soyu, Aydın/Söke'den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen,
"Kocacık Yörükleri (Koca Hamza Yörükleri)"ndendir. Ali Rıza Efendi, Manastır'ın
Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelmiştir(1839). Aile sonradan
Selanik'e göçmüştür. Babası İlkokul öğretmeni Kızıl Hafız Ahmet Efendi'dir. Amcası,
Kızıl Hafız Mehmet Efendi'dir. Taşıdıkları "Kızıl" lakabı ve yerleştikleri yere "Kocacık"
denmesi; Ali Rıza Efendi'nin soyunun, Anadolu'nun da Türkleşmesinde katkısı olan "
Kızıl-Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri-Türkmenleri"nden geldiğini göstermektedir. (4)
Belgeler ile ortaya konulduğu üzere Atatürk'ün dedeleri; Anadolu'dan Rumeli'ye gidip,
Yunanistan'da Manastır Vilayeti'nin derebeyi Bala sancağına bağlı bulunan Kocacık


Nahiyesine yerleşen ailelerdendi..Kocacık Nahiyesinin tamamen Türk'tür. Atatürk
Kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Efendi'nin torunudur.
Fetihnamelerde, buralardaki Konya Türklerine hudut gazileri ünvanı verildiği
yazılmaktadır. Bu Türklere miri, Yörülen Türkmenlerden denilmekteydi.
Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım’ın ¤¤¤¤¤¤¤n adı Ayşe, Babasının ki de Fatih Sultan
Mehmet’in Konya Karaman Bölgesinden Rumeli’ye göndererek iskan ettirdiği Yörük
ailesinden gelen Sofizade Feyzullah Efendi babası ise , Aydın/ Söke'den gelerek Manastır
vilayetine yerleştirilen, "Kocacık Yörükleri (Koca Hamza Yörükleri)’nden Kızıl Hafız
Ahmet Efendi’dir.
Osmanlı'da "efendi" şehzadeler ve din adamları, yüksek bürokrat , eğitimli
çevresinde sözü geçen kişiler ve köle sahipleri için kullanılan bir unvan idi.

Zübeyde Hanım’ın İffetine Atılan İftiralara Cevaplar

Atatürk’ün gayrimeşru ( veled-i zina) olduğunu iddia eden sahte belge Milli Eğitim
Bakanlığı’nda Personel Genel Müdürlüğünde çalışan bir memur tarafından basılmış ve
buradan posta ve internet yolu ile kara propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır.
Bu düzmece belgeye göre : “Mahkeme kararına(!) göre; Zübeyde Hanım beraber
yaşadığı kişi ölünce, ondan olan oğlu için babalık davası açmış, ölenin yakınları itiraz
etmiş, karısı olmadığını, genelevden odalık aldığını ve odalık aldığında Zübeyde
aldığını ve odalık aldığında Zübeyde Hanım'ın 2 yaşında çocuk sahibi olduğunu
bildirmişler. Mahkeme de güya geneleve sormuş, gelen yanıtta da Zübeyde Hanım'ın
19 Haziran 1881'de oğlu ile beraber geneleve girdiği, 11 Nisan 1882'de ölen kişi
tarafından genelevden çıkarıldığı belirtilmiş Böyle olunca mahkeme davanın reddine
karar vermiştir.” (5)

Ancak acemi kalpazanların tarihi bilgi eksikliklerinden dolayı atladıkları birkaç ince
nokta vardır.

Dönemin kararlarında pul kullanılmıyordu . Bu sahte belgede pul
kullanılmıştır.

Kararda imzası bulunan hakimlerin adlarının ve kıdemlerinin orijinal bir belge olsa
idi yazılı olması gerekirdi. Bu ince detay sahte belge de atlanmıştır.
Yüz yıllık belgenin yazılı olduğu kağıdın sararmamış ve yazıların bozulmamış
olması da sahte belgenin yakın zamanda tanzim edildiğini göstermektedir.
Bu iddiaları gündeme getiren Cumhuriyet düşmanı örümcek kafalılara sormak gerekir
Atatürk sizin iddia ettiğiniz gibi “veled-i zina” olsaydı Padişah VI. Mehmed
Vahdettin (Vahidüddin) kendisini kızı Sabiha Sultan ile evlendirmek ister miydi ?
Annesinin vesikalı bir hayat kadını olduğu bilinen ve bu mahkeme kararı ile tastik
olmuş bir kişi Osmanlı ordusunda subay olabilir miydi ?
M. Kemal, Abdülhamit döneminde askeri okula girer, o dönemde askeri okula girme
esasları bakın nasıldı ;
“Açılacak (askeri okullara) sadece hanedan ve asker çocukları alınmayacak;
aslı ve nesli belli halkın çocuklarından da okullara kayıt yapılacak;
toplum içinde kötü tavır ve halde olduğu bilinenlerin çocuklarının kayıtları
yapılmayacaktır.” (6)
İddialar doğru olsa idi Mustafa Kemal değil Sultan Reşat döneminde paşa olmayı , değil
padişahın fahri yaveri olmayı askeri okula dahi giremezdi.
Osmanlı döneminde devletin resmi genelevi yoktu . Ermeniler, Rumlar gibi gayrimüslim
azınlıklar tarafından işletilen resmi olmayan randevu evleri vardı ki bunlarda esir
ticaretinin yasaklandığı 1858 yılından sonra ortaya çıkmıştır.

Gazi Paşa’nın Dinsiz ve/veya İslâm Düşmanı ve Hatta “Deccal” Olduğu İftiralarına Cevaplar

Öncelikle belirtmek isteriz ki Atatürk’ün yada diğer soydaşlarımızın dini inançları bizi
zerre kadar alakadar etmemektedir. Din, Atatürk’ün ifadesi ile “Allah’la kul arasındaki
bir bağdır.” (8) ve öyle de kalmalıdır.
Atatürk’ün ifadesi ile "Ulusumuz din ve dil gibi iki güçlü erdeme maliktir. Bu
erdemleri hiçbir güç ulusumuzun kalp ve vicdanından çekip alamamıştır. Din
gerekli bir kurumdur. Dinsiz ulusların yaşamasına imkân yoktur. Yalnız şurası var
ki din Allah'la kul arasındaki bir bağdır... Biz dine saygı gösteririz. Biz sadece din
işlerini devlet ve millet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'ına istediği gibi ibadet eder... Devlet fikir ve vicdan
özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır... Dinime bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam
öyle inanıyorum." (8)

Atatürk herhangi başka bir inanca sahip olsa idi Cumhuriyetimizin kurucusu , Kurtuluş
Savaşı’nın lideri , namusumuzu yağının çizmeleri tarafından çiğnenmesini önleyen bir
yiğit lider olarak şu anki müstesna yerinden farklı bir yerde olmazdı.
Ancak din bezirganlığı yapan ucubelerin Başbuğumuzu bir din düşmanı gibi göstermeye
çalışması bize bu satırları yazdırmaktadır. Kim olduğu Türk Milletince oldukça iyi
bilinen bu çevrelerin öne sürdükleri gülünç “sözde” kanıtlarla, Atatürk’ümüzü,
pençelerine düşürdükleri zavallılara “Deccal-i Sağir, Süfyan”, yani küçük Deccal olarak
anlattıkları bir gerçektir.

Atatürk’e küçük Deccal deme cüretini gösteren Saidi Nursi (Kürdi)ye göre Nur suresi
kendisi için inmiştir, Saidi nursi bu iddiasını Asayı Musa ve Zülfikar adlı risalelerinde yer
vermektedir.

Osmanlı İmparatorluğu Sabık Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri’nin Saidi Nursi
hakkında yazdığı aşağıdaki satırlar herhalde günümüzde bir din alimi gibi gösterilmeye
çalışılan Sait’in gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

“Bismillah, Hamdele, Salvele.. Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta
üzerinde durmak icabeder. Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz diye küfre kadar
varan sözleridir. İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi ve sureyi Nurun asıl
muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı.. Belki de bu sözleri iğfalatı
şeytaniyeyi, ilhamatı hakikiye zannedecek kadar ihtiyar ve mağşuş olmasındandır.
Müritlerinin sözleri mücmelen şunlardır : Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve
günah işlemez. Resulü Ekremden sonra Alemi İslamda böyle büyük bir adam
gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’andır.. Beşeriyeti, Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır..
Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve
Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve
masonlardır.. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez.. vesaire..
Sait ise müritlerinin hilafına kendisi için iki şahsiyet tanır. Birincisi : Eski Sait’tir.
Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Saiti Muhti’dir. (Yani günahkar
Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız), ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi
Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle
meşgul olmıyan ve bu Asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu
meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in
Cebraili ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)
Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse
yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını
sakla¤¤¤¤¤ her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye, esasatı şeriyyeye
vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair
Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş
veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara
karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.

Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :

Sait, kürt cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez,
seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış,
felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen
yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.

Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı
lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek
kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline getirdiler. Halbuki Deli
Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu
şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu
idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu
gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.
Hayatı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu
şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu
azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.
Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri Mason
Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha getirmiş ve nedametini izhar etmiştir.
Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa
Sultan Abdulhamit Han’a hücum eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli
kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil
gösterilmek istenilmiştir.

Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile,
boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu
halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında Padişaha cemiyetin
“Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya
dayanan arizayı takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını bozmak
gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi
boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.

Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz)
Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve
cehelei nas da bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii
gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı
yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen
Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini,
bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).
İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman
kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.
Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu
meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar
birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. Olacakmış..
Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.

İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime
ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım. Damarında bir damla Türk
kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu
ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.” (9)

Din tüccarlarının din düşmanı dediği Atatürk :

Kur'an'ı, ilk kez olarak Türkçe'ye çevirttirerek ücretsiz dağıttırmış ve milletimizin
Müslüman kesiminin inandığı dini gerçek kaynağından öğrenmesini
sağlamıştır.. (1927 - İsmail Hakkı İzmirli'nin çevirisi).
Kur'an'ın bilimsel tefsirini yaptırarak ücretsiz dağıtmıştır.. (Hak Dini Kur'an Dili"
ismi ile 1936'da - Elmalılı Hamdi Yazır)
Sağlam hadislerin çevirisini yaptırmış ve ücretsiz olarak halka ulaşmasını
sağlamıştır.. (1932 - Ahmet Nazım, Kamil Miras).
Daha önce Arapça okunan Hutbeyi Türkçe'ye dönüştürerek dinleyenin anlamasını
sağlamıştır. (1932)
Ehliyetli din görevlisi ihtiyacını karşılamak için İmam-Hatip okullarını açmıştır..
Din düşmanı olan bir kişi bu hizmetleri gerçekleştirir mi ?
Sözü uzatmaya gerek yok bu konuda Atatürk’ün kendi sözlerine kulak verelim ;
"... Bugünkü idaremiz (cumhuriyet rejimi) asıl dinin ruhundan alınmıştır ve gerçek
İslamiyet bize asıl bugünkü şekli emreder." (10)
"Tanrı,Peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve uygar gerçekleri verdikten sonra
artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya gerek görmemiştir. İnsanlığın kavrayış
derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması sayesinde her kulun doğrudan doğruya, tanrısal
düşüncelerle temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki,
Peygamber, Peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır." (11)
"Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din
olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, bilime ve mantığa uygun düşmesi gerekir.
Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur." (12)

Din denilen inanç sistemi kişioğlunu doğru yola sokmaya çalışan, onu topluma
yararlı kişi haline getirmeye çalışan kurallardır. Din bizlere adam gibi adam
olmayı öğreten olgudur. Bütün dinler kişioğlunu iyiliğe sevk eder. Binlerce yıllık
Türk töresinin verdiği terbiye ile yorumlanan din elbette bireyin ve toplumun
gelişimi için faydalıdır.

Türk milleti binlerce yıldır Tanrı inancını yitirmediği , töresi gereği dinini sadece
Tanrı’ya ulaşmanın bir yolu olarak gördüğü için çok sağlam bir sosyal yapı
oluşturabilmiştir. Oğuzhan , Kürşad, Cengiz, Timur, Alparslan ve Atatürk gibi
yiğitler işte bu Tanrı inancı ile bütünleşik binlerce yıllık Türk töresinin neticesidir.

Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün Sosyalist veya
Komünist olduğu iftiralarına Yanıtlar, Atatürk’ün Türk
Milliyetçiliği Anlayışı

Bir taraftan kendilerini sosyalist/komünist olarak tanıtanlar, diğer taraftan din
bezirganları Türk Başbuğu Mustafa Kemal’e bu iftirada da bulunmuşlardır. Birinci
kesimin iftirasının nedeni, doğal olarak, halkımızın gönlündeki Atatürk sevgisini
kullanarak, kendilerine adam kazanmaktır. İkinci kesimin yaptığı da, karşı tarafın yalan
iddialarının üzerine bina ettikleri teorileriyle halkı kandırarak Gâzi Paşa’dan soğutma
gayretidir.

Atatürk dışarıdan gelen düşüncelere tenezzül etmediğini, bunların Türk Milleti’nin
yaratılışına ters düşeceğini tekrar tekrar belirtmiştir. Bu iddiaların ne denli boş olduğunu
bize yine Gazi paşa gösterecektir:

"Komünizm, Türk Dünyası'nın en büyük tehlikesidir. Her görüldüğü yerde
ezilmelidir." (13)

"Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri
olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir
fikrin yerleşmesine müsait değildir. Türkiye'de ne büyük kapitalistler, ne de
milyonlarca zanaatkar ve işçi vardır. Diğer taraftan zirai bir problemimiz yoktur.
Son olarak, sosyal bakımdan dini prensiplerimiz bolşevizmi benimsemekten bizi
uzak tutmaktadır." (14)

2 Kasım 1922'de,

"Şurası unutulmamalı ki, bu tarz-ı idare, bir bolşevik sistemi değildir. Çünkü, biz
ne bolşevizim ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver
ve dinimize hürmetkarız. Hülasa, bizim şekl-i hükümetimiz tam bir demokrat
hükümetidir ve lisanımızda bu hükümet halk hükümeti diye yad edilir." (15)

21 Haziran 1935'te,

"Türkiye'de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü, Türk Hükümeti'nin ilk gayesi halka
hürriyet ve saadet verme, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi
bakmaktır." (16)

"... Hayır. Ne komünizm ne de faşizm... Bu iki ideoloji de memleketimizin,
ulusumuzun gerçeklerine karakterine asla uymaz. Şunu da hemen ilave edeyim ki,
ne faşizmin ne de Nazizm'in sonu yoktur." (17)

Atatürk Komünist olamaz çünkü Atatürk Türkçüdür , Türk Milliyetçisidir :

Atatürk doğrudan doğruya bir Türk milliyetçisi idi ve salt vatanseverlik olarak
algılanmayacak kadar derin ülkülerin sahibi bir liderdi. Dünyadaki sürüp giden
mücadeleyi salt bir sınıf mücadelesi olarak gören komünizm fikri ile milliyetçilik fikri
birbirleriyle çatışan fikirlerdir.

“Ben her şeyden evvel bir Türk Milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim.
Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile,
gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliğine inanıyorum,
onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya
sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk' ün varlığı bu köhne aleme yeni
ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.” (18)

sözlerinin bir komüniste ait olması mümkün mü ?
Türk Milliyetçiliği Türk birliği dendiğinde tüyleri diken diken olan zihniyetin “Gerçek”
Atatürk’ten ne kadar uzak olduğunu Atamız’ın 29 Ekim 1933 günü Ziraat Bankası
lokalinde yaptığı konuşmadan anlıyoruz. Bu gün “Atatürk yaşasaydı ABci olurdu.”,
diyebilenlere Atatürk’ün kimlerin birlik olmasını istediğini bir hatırlatalım, Türklüğü
emperyalistlerin çizdiği sınırlardan bağımsız gören Mustafa Kemal Paşa:

"Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu
dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını bugünden kimse kestiremez.
Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir.
Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir
dengeye ulaşabilir. işte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu
dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara
sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir.
Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır ? Manevi köprülerini sağlam
tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize
inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış
Türklerin) bize yakınlaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli..."
diyordu.

Daha Cumhuriyet kurulmadan Kurtuluş savaşı verilirken dahi
'Efendiler ! Türk devleti Afganistana yardım edecektir, Bu Yardımların
karşılığında göreceksiniz, bir gün orada müstakil bir Türk devletinin kuruluşuna
şahit olacağız. " diyerek sadece sözde değil fiili olarakta Türkçü, bütün Türk Dünyası’nı
kucaklayan bir siyaset izlemiş Türklüğü Anadolu’nun dar kalıpları içerisine asla
sokmamıştır.

İstiklal Harbi’nin yeni başladığı günlerde Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Reisi imzasıyla ve kendi el yazısıyla Orta Asya’daki Türkler ile
Türkiye’nin irtibatının sağlanması için Fevzi Paşa’ya bir talimat yazdı. Afganistan
merkez kabul edilmek üzere gönderilecek bir heyetle Türklerin yaşadığı ülkelerde eğitim
yapılmasını, asker yetiştirilerek bir ordu kurulmasını istiyordu.

“Müdafaa ve maliyemiz icabatı ile kabil-i telif olduğu takdirde, Afgan ordusunu tensik
için bir heyeti zabıtanın (askerî heyet) izamını ehem ve elzem görmekteyim.
Cemal Paşa’nın merbut mektubunda zikredildiği veçhile, bunun istikbalde Anadolu
üzerine çöken bar-i sekili tahfife yarayacağı gibi (yükü hafifletmeye), nukuat-ı atiyeye
(gelecekte de) riayet edildiği takdirde Asya-i Vusta’da (Orta Asya’da) emrimize amade
kuvvetli bir orduya malik olmamız hususu temin edilmiş olur. Böylece savaşın sürmesi
halinde İngilizleri daha uzaktan işgal etmek için bir vasıta elde edilmiş olur.
Fikri acizaneme göre bu heyeti teşkil edecek zabitanın intihabında ve kendilerine
verilecek talimatta zirdeki nukuat nazar-ı itibare alınmalıdır.
Evvelen :Bu heyetin bidayette katiyen siyasatla iştigal etmeyip sırf vazifeyi askeriyesini
ifa ve kendisini gerek Afgan gerek Türkistan ve Buhara ahali ve askerlerine fevkalade
sevdirmesi.

Saniyen: Giden zabitanımn zahiren …….”

Atatürk, Sovyetler Birliği hükümeti ile ilişkilerde ılımlı bir politika takip etmektedir.
Ancak bu arada, bu ülke dahilinde yaşamakta olan soydaşları ve bunların gelecekleri ile
de yakından ilgilenmeyi ihmal etmemektedir. Tabii bunu yaparken mümkün mertebe
Sovyet hükümetinin tepkisini üzerine çekmemeye çalışmaktadır.

Atatürk, Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bolşevikler tarafından sona erdirilmesinden
sonra Moskova’ya bağlı olarak kurulan Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti zamanında bu
yeni hükümetle ilişki kurmuştur. Doğu cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın
tavsiyesiyle, bir Türk Büyükelçisi Bakü’ye gönderilmiştir. Büyükelçi olarak gönderilen
Memduh Şevket Esendal’dan, Azerbaycan’da kurulan yeni hükümetin gerçekte hangi
şartlar dahilinde görev yaptığını, hükümette görev alan kimselerin hangi siyasi fikirde
olduklarını, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında mevcut sorunların nelerden
ibaret olduğunu, hatta Güney Azerbaycan’daki Türklerle Kuzey Azerbaycan Türkleri
arasındaki ilişkilerin ne durumda olduğunu tespit edip bildirmesi istenmiştir. Bunun yanı
sıra Atatürk, Esendal’a Türkistan’daki Türklerle alakalı alınacak bilgileri de rapora
eklemesini istemiştir. Ancak Atatürk tüm bu bilgilerin Sovyet yetkililerin dikkatini ve
kuşkusunu çekmeyecek şekilde temin edilmesi yönünde Esendal’ı uyarmıştır.
Atatürk, Esendal tarafından kendisine ulaştırılan rapordan çıkan sonuçları beğenmemiş
olsa gerek, bu andan itibaren Azeri Türklerinin menfaatlerini ve birliğini var gücüyle
korumaya..çalışmıştır.

Atatürk, Doğu’da Ermenilere karşı başarılı bir harekat yürütmüş olan Kazım Karabekir
Paşa’ya gönderdiği gizli emirde; Azerbaycan’ın tamamen ve gerçek anlamda bağımsız
bir devlet haline gelmesine taraftar olduklarını belirtmiş ve bunun temini için Rusları
gücendirmeden ve kuşkulandırmadan gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir. Aynı
zamanda, Azerbaycan’ın petrol vb. tüm doğal kaynaklarına yeniden sahip olabilmesi için
gerekli çalışmaların yapılmasının acilen lazım geldiğini belirtmiştir. Karabağ gibi,
Türklerin nüfusça yoğun bulunduğu yerlerin, Ermenilere verilmesinin önlenip
Azerbaycan’a bağlı kalmasının sağlanılması için gerekli çalışmaların yapılmasını
istemiştir.Rusların Azerbaycan’da yapacakları muamelenin bütün İslam aleminin
Bolşevikleri tartmak için bir numune teşkil edecek olmasının Ruslara anlatılmasına
gayret olunmasını istemiştir. (19)

Atatürk, esir Türk ellerinden Türkiye'ye sığınmış Türk liderlerini ve aydınlarını sımsıcak
bir ilgiyle kabul etmiş ve hatta bu kadrolara son derece önemli görevler tahsis etmiştir.
Kazan Türklerinden Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Yusuf Akçura,
Başkurt Türklerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan,
Kırım’dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri Türklerinden Prof. Dr. Ahmet
Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala Mehmetzade ve
daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş kadroları içinde yer almıştır. Örneğin,
Prof. Dr. Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
milletvekili olarak hizmet verirken, Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Zeki Velidi
Togan, Prof. Dr. İsmail H. Ertaylan, Prof.Dr. İzzet Kantemir, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu,
Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. Ahmet Temir, Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, Dr.
Hamit Zübeyr Koşay gibi çok sayıda bilim adamı Türk üniversitelerinin kuruluşunda
görev almışlar ve uluslararası alanda başarı ile Türkiye’yi temsil etmişlerdir.
Bolşevik zulmünden ve tehdidinden kaçarak Türkiye’ye sığınan Rusya Türklerine büyük
bir sevgi ve ilgiyle kucak açan Atatürk, birçoğu Sovyet Rusya hükümetince yasaklı
siyasetçi olan bu aydınların, Türkiye’de ülkelerinin bağımsızlığı yolunda mücadele
vermelerine imkan sağlamıştır. Türk milleti için özgürlüğün ne anlama geldiğini bilen ve
bunu her fırsatta ifade eden Atatürk, bir milletin bağımsızlığının askeri sahada
kazanılabilmesi için öncesinde gerekli kültürel ve sosyal şartların hazırlanması

gerektiğinin bilincindedir. Nitekim, Atatürk yapmış olduğu bir konuşmasında;
"... Rusya'dan bize sığınan siyaset adamı soydaşlarımız, kardeşlerimizdir ... Şunu da
takdir etmeleri lazımdır ki, Türk Milleti Kurtuluş Savaşından beri, hatta bu savaşa
atılırken bile, mahkum milletlerin hürriyet ve istiklal davaları ile ilgilenmeyi, o davalara
müzaheret etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve
istiklallerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet davası
şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası,
siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü
demek, müsbet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde
propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkan sınırları ve
sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin kültür
meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele
almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin
lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut
Türklerini bile ihmal etmiyoruz. (20) demiştir.

Atatürk Türkiye dışındaki Türkleri milliyet davasının bir parçası olarak nitelemiş ve
milliyet davasının aşama aşama ilerlenecek, altyapısı hazırlandıktan sonra ulaşılacak bir
ülkü olarak görmüştür.

Atatürk 1933-1938 yılları arasında Türkistan’dan bir çok genci Türkiye’ye
getirterek eğitimlerini sağlamıştır.
O günlerde Hindistan-Irak-Suriye üstünde Türkiye’ye getirilen emekli General Rıza
Bekin, bu öğrencilerden Türkiye’de kalan tek kişidir halen hayatta olan Uygur Türk’ü
Rıza Paşa “Atatürk, Orta Asya’daki Türk kavimleriyle tarihî, kültürel ilişkiler
kurulması talimatını İstiklal Savaşı’ndan önce vermişti.” diyor. Kendisi Türkiye’ye
Atatürk tarafından getirilmiş ve TSK’da Tuğ General rütbesine kadar yükselmiş bir
paşamızdır.

Aynı şekilde , Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu ilk yıllardan itibaren Gagavuz Türkleri
ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal Paşanın emirleri doğrultusunda Romanya’ya
büyükelçi olarak tayin edilen Hamdullah Suphi Tanrıöver o dönemler Romanya sınırları
içindeki Gagavuzlar’ın kültürel kimliklerini korumaları için yoğun çaba harcamıştır.
Hamdullah Suphi Bey'in Gagavuzları Trakya bölgesine yerleştirilmesi için çeşitli
teşebbüslerde bulunmasına karşılık ATATÜRK'ün "Türkiye dışındaki Türkler’in
Türklerin kendi topraklarında kalması" yönündeki siyaseti nedeni ile buna izin
verilmemiştir.

1930’lu yılların sonuna doğru, Atatürk’ün emriyle o dönemde Gagavuzlara 80 ilkokul
öğretmeni gönderilmiştir. İkinci Dünya Savaşının başlangıcına kadar bu bölgede görev
yapan bu kahraman öğretmenlerin çoğunluğu savaş başlayınca Türkiye’ye dönmüşlerdir.
Dönmeyip orada kalan öğretmenler ise Ruslar tarafından Türk casusu suçlaması ile
tutuklanarak 25 yıl ağır hapis cezası ile Rusya’ya gönderilmişlerdir. Stalinin ölümü ile bu
öğretmenler için af çıkarıldığında serbest kalan öğretmenlerden birisi olan Ali Niyazi
KANTARELLİ Türkiye’ye değil Gagauz bölgesine dönerek emekli olduğu 1977 yılına
kadar öğretmenliğe devam etmiştir. 1980 li yıllarda vefat eden Kantarelli Ukrayna
sınırları içinde bir köye defnedilmiştir.(20)

O dönem incelenirse Türk’ün daha Anadolu’ya gelmeden binlerce yıl önceki
destanlarında Türklüğün kurtarıcısı ve sembolü olarak yer alan Bozkurt’un oldukça sık
kullanıldığı görülür. Atatürk’ün paralara, pullara bozkurt resimleri koydurttu. Anıtlar
bozkurt kabartmalarıyla süslendi. Üniversite öğrencilerine, bozkurt kokartlı şapkalar
giydirildi. Bunların yanı sıra Türk dili , tarihi ve kültürü ile ilgili çalışmaları sistemleştirerek
hızlandıran, planlayan, kurumsallaştıran ve pek çok yeni sahada başlamasını sağlayan da
Mustafa Kemal’den başkası değildir.
Özetlemek gerekirse Atatürk Milliyetçiği adı konarak tarihsel altyapısından
soyutlanmaya çalışılan Türkçülük anlayışı, doğası gereği Türk birliği taraftarıdır ve
bir ülkeye o ülkenin kanunları ile bağlanmayı değil doğrudan doğruya binlerce
yıllık bir kültür ve soy meselesini ifade eder.
 
Cevap: Atatürk`e Atılan İftiralara Cevaplar

2. BÖLÜM

“Atatürk’ün yolu Avrupa Birliği yoludur” iddiası

Atatürk’ün hayat görüşünde bağımsızlık yani kendi ifadesi ile istiklal-i tam
ve milletin
egemenliği yani hakimiyeti milliye
en önemli faktörlerden biriydi. Dolayısı ile Türkmilletinin yetkilerini , hakimiyetini bir üst meclise (AB parlamentosu) devredeceği bir
yönetim şekli Atatürk tarafından asla kabul edilemeyecek bir acizlikti.
“ Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en
kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan
bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu
aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve
yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben
şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde
varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas
bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu
sebeple millî bağımsızlık, bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketen menfaatleri
gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden
olan dostluk ve siyaset münasebetlerini, büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak,
benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye
kadar amansız düşmanıyım!” diyen bir Atatürk’ün Avrupalı olacağız diye verilen
bunca tavize hoş bakacağını düşünebiliyor musunuz ?
Avrupa birliği sadece ekonomik bir topluluk değildir. Kökü yüz yıllar öncesine dayanan
ancak soğuk savaş sonrası ABD’ye karşı kurulmuş bir Avrupa birleşik Devletleri’nden
bir basamak önceki safhadır.
Hedeflenen Avrupa Birliği Devleti ile onun içinde birliğe girmek adına kolu kanadı
kırılmış, milli refleksleri yok edilmiş federe bir cumhuriyet konumundaki
Türkiye’dir.
Bu şark meselesini sabır ve azimle bugüne getiren batının tam bir başarısıdır. Batı 1000
yıldır silahla, savaşla, zorla yapamadığını Türkiye’ye bu kez Türkiye’nin hiçbir itirazı
olmadan , olması da düşünülemez bir ortama getirip işi halk değimiyle “Tereyağından kıl
çeker gibi” rahat hallediyor. (23)
Atatürk, uygarlaşmak hedefine varmak için, Batı’dan bağımsız olmak gerektiğini
vurgular. “Batı zihniyetine” karşı tutumu, Atatürk’ün 20’lerdeki konuşmalarında da yer
alır. Batılılaşmaya niçin karşı çıkmaktadır? Mustafa Kemal 6 Mart 1922’de Meclis gizli
oturumunda yaptığı konuşmada nedenlerini açıklar. Aşağıdaki metin bu konuşmanın
sadeleştirilmiş bir bölümüdür.

TÜRKİYE KUVVETLİ OLSA…

“Eğer kuvvetli bir Türkiye mevcut olsaydı, denilebilir ki, İngiltere’nin bugünkü siyaseti
mevcut olmayacaktı. Türkiye Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrad’da mağlup olmasaydı,
Avusturya ve Macaristan siyaseti işitilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya dahi aynı
kaynaktan ilham almış olarak hayat ve siyasetlerine açılım ve kuvvet vermişlerdir.”

TÜRKİYE’NİN İMHASINI ANANE YAPTILAR

“Efendiler, bir şeyin zararıyla, bir şeyin imhasıyla yükselen şeyler, bittabi o
şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır ve hakikaten Avrupa’nın bütün ilerlemesine,
yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilâkis gerilemiş ve düşme
vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar Türkiye’nin
imhasında menfaatlar ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar,
aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir. Bunun
neticesi olarak bir çok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında
yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta
tahripkâr bin anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve
mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslâh
etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle,
bahanelerle Türkiye’nin dahili hayatına, dahili idaresine girmişler ve nüfuz
etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini
kazanmışlardır.”

MİLLETİN VE RİCALİN ZİHİNLERİ BOZULDU

“Halbuki efendiler; bu kudret ve bu nüfuz Türkiye ve Türk halkının mevcut olan ilerleme
cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere
milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için,
hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün
işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi
bir takım zihniyetler hayat buldu. Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların
nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yürütülebilsin? Tarih böyle bir hadise
kaydetmemiştir! Tarih, böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunan acı dolu
neticelerle karşılaşmıştır. İşte Türkiye bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla
malûl olan bir takım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok
gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler bu düşüş, bu gerileme yalnız
maddiyatta olsaydı hiç bir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türk Halkı
ahlâken düşüyor!
(bravo sesleri, alkışlar) Ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye
Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde
bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yerde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı
zannettiğimiz takdirde Batı, asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz,
yalnızlaşıyoruz. Efendiler hiç şüphesizdir ki, bugün bu memleketi bu milleti mahvolma
ve yok olma çıkmazına sevk eden başka netice beklenemez.” (Pek doğru sesleri)

DÜŞÜŞ KORKU VE ACZ İLE BAŞLADI

“Efendiler; bu düşüşün ortaya çıkışı korku ve acz ile başlamıştır. Türkiye ve Türk Halkı
ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında
sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl çekingen bir halde tutuyorlardı. Türkiye’yi
kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatları icaplarını yapmakta mütereddit ve
korkak idiler. Türk mütefekkirleri adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı
ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi
kayıtsız şartsız canımıza, tarihimize, mevcudiyetimize düşman olan ve düşman olduğuna
hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı.Onlar bizi idare etsin diyorlardı.Buna en yakın
misal olmak üzere İzzet Paşayı hatırlamak isterim.Malümu alinizdir ki,Balkan Muharebesi’ni mütakip,vicdanı,kafası zayıf olan bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayıcağna kani olmak ,
batılı zanında bulunmuş oldular.Bunların başında İzzet Paşa vardı.İzzet Paşa o zaman dedi ki;biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz.Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz.Dolayısıyla kayıtsız,şartsız bir ıslah heyeti getirelim ve onlara mevki verelim ve onun seçimi olan Liman von Sanders’in riyaseti altında bir takım üşekaı ümmeten meydana gelen bir ıslah heyeti getirmiştir,
milletimizin başına.”

TÜRK FİKİR HAYATINA YENİ BİR İMAN

“Efendiler;Türkiye’yi bu tuttuğunu hastalıklı yollardan tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden
kurtarabilmek için bütün alimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır.O da Türkiye’nin fikir hayatını
yeni bir imanla istila etmek lazımdır.Yani Türkiye çıkmasında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi.
Milleti düştüğü felaket çıkmasından kurtara bilmek için millete benliğini tanıtarak,haysiyetini tanıtarak,
Hayat ve bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakla yeni bir maneviyatın
Gelişmesi lazım geliyordu bu maneviyat ise hükümet teorisini aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir.
İşte bugün efendiler,milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz,ilmin tarihi
vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşif etmiş ve fiilen meydana gelmiş ve
ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki,memleketi ve milleti kurtarmakta
bundan başka çare yoktur.Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir.Millet ve devlete
hayat bahş olacak bir yeniliktir.Bu itibarla bütün memleketin canıyla,başıyla buna sarılması lazımdır.
Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi Allah’ın
emirlerindendir.”

BİZİ MAHVETME DÜŞMANLARIN EZELİ FİKRİ

“Efendiler; bu sözlerimden sonra, bizi mahvetmek için ezeli olduklarını izaha çalıştığım
birkaç sözle, husumetlerinin devamlı olduğunu ispat etmek için düşmanlara karşı
mevcudiyetimizi muhafaza hususunda ve gayemize emniyetli adımlarla yürüyebilmek
için mevcut olan müdafaa vasıtalarımızı hatırlatmak isterim. Efendiler bizim üç vasıtamız
vardır: Bunlardan birisi ve aslolan en mühimi, doğrudan doğruya, milletin bütünüdür. Hayat ve bağımsızlığı için kalp ve vicdanında mütecelli olan arzu ve emellerin
gelişmesindeki sağlamlık ve kuvvettir. Millet bu gönülden arzusunu ne kadar kuvvetli
göstermeye muvaffak olursa ve ne kadar bu vicdani emelini ve bu emelin tahakkukundaki
azim ve imanı göstermeye muvaffak olursa, düşmanlarımızın saldırılarına karşı o kadar
kuvvetli bir müdafaa vasıtasına sahip olduğumuza kani olabiliriz.

ASIL MAĞLUBİYET, DAHİLİ CEPHELERİN DÜŞMESİDİR

İkinci müdafaa vasıtamız, efendiler; bu milletin hakiki ve selahiyet sahibi
temsilcilerinden meydana geldiğinden yüksek heyetinizin arzusu ve millî hakikatı
gösterme ve ispatta ve bunun icaplarını bütün kanaatimizle tatbikte göstereceğimiz azim
ve kahramanlıktır. Yüksek heyetiniz bütün dünyaya karşı ne kadar çok dayanışma ve
birlik halinde bu millî arzuyu tecelli ettirirse hiç şüphe etmemeliyiz ki, düşmanlarımızın
saldırılarına karşı çok kuvvetli ve en kuvvetli müdafaa vasıtasına sahip bulunmuş oluruz.
Efendiler; yine milletin silahlı evlâtlarından meydana gelmiş olup, düşman karşısında
Sayfa 24 / 26
toplanmış bulunan ordumuzdur. Efendiler, bu kuvvetlerle düşmana karşı tasavvur edilmiş
olan cepheler, hepinizce malumdur ki, ikiye ayrılabilir. Herkesin malûmu olduğu bir
tabirle arz edeyim; dahili cephe, görünüşteki cephe. Dahili cephe, aslolan cephe, bütün
memleketin aynı fikir ve kanaatte olarak yek vücut olarak tesis etmiş oldukları cephedir.
Görünüşteki cephe, doğrudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermiş olduğu
cepheden ibarettir. Bu görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarsılması, değişmesi, mağlup
olması, çözülmesi hiç bir vakitte bir milletî ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir
ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve
halkını esir eden, dahili cephelerin düşmesidir.

“KALE İÇİNDEN YIKILIR”

“İşte bu hakikate bizden ziyade vakıf olan düşmanlarımız ki, başta en alçak düşman olan
İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf
etmektedir. (Kahrolsun sesleri) Malûmu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce “Kale
içinden yıkılır”; işte düşmanlarımız, bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar.
Düşmanlarımızın bizce malûm olabilen -malûm olamayan teşebbüsleri daha çoktur
şüphesiz- malûm olabilen zehirli teşebbüsleri hakikaten korkunçtur. Efendiler, hiç
şüphesiz iddia edebiliriz ki, her birimizin şahıslarına temas edebilecek mikroplara ve
vasıtalara bile sahiptir. Ne yazık ki, düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakarlığı
ihtiyardan kaçınmamaktadırlar. Çünkü demin arz etmiştim. Çünkü Türkiye’nin mahvı,
kendi hayatlarına tekabül eden bir vaziyet teşkil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle
atfı nazar ettikleri, bu milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve dahili cepheyi yıkmaktır.”
(24)

Avrupa Birliği temelleri Almanya ve Fransa tarafından atılmış bir ecnebi planıdır
ve Atatürk’ün yukarıda aktardığımız ifadeleri ile hiçbir bağımsızlık yabancıların
planları ile yürüyemez.
Hele ki binlerce yıllık geçmişe sahip Türk milleti için bu asla düşünülemez.
Elbette birinci dünya savaşı sonrası kurtuluşu Amerikan mandasına, İngiliz mandasına
girmekte görenler olduğu gibi günümüzde de kurtuluşu AB’ye kapak atmakta görenler
olabilir , tüm sorumluluklardan kurtularak efendilerinin idaresinde mutlu olarak yaşamak
isteyenler olabilir ancak bu kişiler bu davalarına Atatürk’ü malzeme yapamazlar.
Atatürk, “Esas, Türk milletinin haysiyetli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas
ancak tam bağımsızlıkla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa
olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet medenî insanlık karşısında uşak olmak
mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz. Yabancı bir devletin
koruyuculuğu ve kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz
ve beceriksizliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu duruma düşmemiş
olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki Türk’ün haysiyeti ve izzet-i nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.
Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır! Binaenaleyh, ya istiklal ya
ölüm!”(25)
bu yolda gidenlere yukarıdaki satırlar ile en güzel cevabı 1919 yılında
vermiştir.

Atatürk rozetlerini ceketlerinden, adını ağızlarından eksik etmeyerek adeta Atatürk
ticareti yaparak, atamızın Türk milleti üzerindeki manevi etkisini kullanarak AB’yi
Atatürk’ün gösterdiği bir hedefmiş gibi Türk milletine yutturmaya çalışanlara gene
atamızın 29 Ekim 1930 gecesi Cumhuriyetin yedinci yıldönümü sebebi ile düzenlenen
baloda kendisine hangi bakımlardan Amerikanlaşmasının düşünüldüğünü soran
Associated Press muhabiri Amerikalı gazeteci Dorothy Ring’e verdiği çok net ve
Açık sözler ile cevap vermek istiriyoruz.:”Türkiye bir maymun değildir ve hiç ir milleti de taklit etmeyeciktir. Türkiye ne Amerikanlaşacak,ne deee Batılaşacaktır;o sadece özleşecektir.”(26)
 
Geri
Üst