sus artık sesim

RoCCo

Yeni Üye
Üye
sus artık sesim
kendimizi oldugumuzdan başka biri sanarak yaşarız hepimiz ama bir yanımız aslında kim ve ne oldugumuzu hep bilir,bütün hayatımız da,gerçekleri söyleyen içimizdeki o haini susturmaya ugraşmak,onu yatıştırmaya çabalamak ve kendimizden kaçmakla geçer.

hayatın ne oldugunu bana sorarsanız,size uzun bir kaçış oldugunu söylerim.

bütün o övünmelerimiz,kızgınlıklarımız,başkalarını suçlamalarımız,kendimize acımalarımız,anlaşılmadıgımızdan yakınmalarımız,nedensiz kederlerimiz bir kalebendin imkansız kaçış çabalarından başka nedir ki?

bizi kendimizden kaçıracak,özgürlüge,bizsizlige götürecek olan arabamıza koştugumuz iki muhteşem ve güçlü at,unutuş ve hatırlayıştır.

kendimiz oldugumuz anları unutmak,kendimizi başkası sandıgımız anları hatırlamak isteriz.

ama atlarımız ne yazık ki umdugumuz kadar uysal degildir,beklenmedik anlarda şahlanarak,kişneyerek,istemedigimiz yollara saparak,birbirlerinin yerine geçerek bizi,duvarları bizim benligimizden örülmüş büyük hapishanenin içinde döndürür dururlar.

o hapishanenin dışına çıkamazlar.

kendi gerçek kimligini anlatan kimseye,belki de o yüzden,rastlamadım bugüne dek.

bu,yalnızca yalancılıklarından,samimiyetsizliklerinden degildi;gerçek kimliklerini saklamak için öylesine ugraşıyorlar,öldürdügü adamın cesedini gömen bir katil gibi onu öylesine derine gömüyorlardı ki,ortaya çıkarmak istediklerinde bile üstündeki toz topraktan onu arındıramıyorlar,onu çırılçıplak,apaydınlık göremiyorlardı:seziyorlardı yalnızca,bu kadarı bile onları korkutup hayatlarını bir kaçışa çevirmeye yetiyordu.

bir düşünceyi,bir olayı,bir bilgiyi unutabilirdiniz ama güçlü bir sezgiyi unutmak o kadar kolay olmuyordu.

ve,biz o sezginin yanlış oldugunu kanıtlayacak hikayeler anlatıyorduk.

bizim hep iyi kalpli bir kurban,başkalarının ise insafsızca cellat oldugu hikayeler.

bunları anlatırken kendi gerçegimizi unutuyor,kendi hapishanemizden kaçıyor,özgürleşiyorduk ama gözlerimizi yeniden açtıgımızda kendimizi yeniden aynı hapishanenin içinde buluyorduk,üstelik bizi bunaltan sezgilerimiz yeni yeni yalanlarla daha da güçlenmiş,ruhumuzu yaralayan yalanlar daha da çogalmış oluyordu.

afyonu ve şehveti daha on sekiz yaşındayken Quarttier latin'deki küçük bir ******nun koynunda keşfeden ve bütün hayatını bir iç sıkıntısıyla geçiren baudelaire'in şiirindeki gibi,"köhne bir odaydık solmuş güllerle dolu."

yalanlar,unutulmak istenenler,inkar edilenler,kokularını,renklerini yitirmiş solgun çicekler gibi çogalıyordu içimizde.

Tanrının,öfkeli bir vaktinde yarattıgı bir cinstik biz,yaptıklarımızın intikamını kendimizden kendimiz alıyorduk,rüyalarımızla,ani hatırlayışlarımızla,pişmanlıklarımızla kendimizi bıçaklıyor,yaralıyor,kanatıyorduk.

yazdıkları yasaklanan,yargılanan,kendini ve insanları ölüm gerçegini yüzlerine vurarak aşagılayan ve kendinden hiç kurtulamayan ve kederli afyonkeşin bir dizesini biraz serbest bir çeviriyle neredeyse bütün insanlık haykırabilirdi:"hançer benim,yara bende."

kendimizi,gerçek kimligimizi,bununla ilgili güçlü sezgilerimizi affedemiyor,unutamamanın öfkesiyle hançerleşerek kendi hapishanemizin duvarları olan ruhumuzu yırtmaya ugraşıyorduk.

bilmiyorum,Tanrı kime kızıp kimden intikam almak için bizi böyle yaratmıştı.

ne gerçegimizden memnunduk ne de gerçegimizi degiştirebiliyorduk.

inkar etmeye ugraşarak,unutmaya çabalayarak ve imkansız bir kaçış için koşarak kendimize bir hayat inşa ediyorduk.

bir başkası oldugunu sanarak yaşamanın ve kendini buna bir yanıyla inandırırken bir yanıyla da gerçegi bilmenin zorlugu içindeki dehşetli mucize ise zaman zaman bir başkası olmayı başararak hayattan mutluluk damlaları sagmaktı.

öfkelerimizi,acılarımızı,vicdan azaplarımızı,intikam isteklerimizi,şımarıklıklarımızı unuttugumuz anlardı bunlar ve muhteşem unutuşu sürekli hatırlamak istiyorduk.

Ama unutmanın zorlugu gibi hatırlamanın da zorlugu vardı;bir ses,bir şarkı,rüyalarımıza karışan bir kabus,bir resim,bir bakış bize hatırlamak istedigimizi unutturuyor,kendi gerçegimizi sezgilerin pusları arasından çekip çıkartıyor,bizi kendi gerçek varlıgımızın yansımalarıyla yüz yüze bırakıyordu.

Baudelaire,yalnız çocuklugunun,çalkantılı gençliginin,bitmez iç sıkıntılarının arasında bu hatırlayışın güçlügünü,bunu becermenin neredeyse bir sanat oldugunu da keşfetmişti:"bende mutlu anları yad etme sanatı var."

mutlu anları sık sık "yad edemiyorduk" istiyorduk bunu yapmayı ama o anlar,o güzel hatıralar bizim sahip olmadıgımız bir hakka,sık sık hapishanemizin dışına,özgürlügüne kaçma hakkına sahipti,onları kolayca yakalayamıyorduk.

onlar bizi bırakıp gittiginde biz onların peşinden gidemiyor,kendi içimizde kapalı kalıyorduk.

kendimizi bir başkası sanarak yaşasak da seziyorduk kim oldugumuzu.

hangimiz kendimiz olarak mutluyduk ki?

onun için degil miydi zaten bize kendimizi unutturanlara,aşka ve sanata hayran olmamız,onun için degil miydi zaten aşık olduklarımızı bir tanrı ya da tanrıça gibi görmemiz,onların bir mucizeyi gerçekleştirdiklerine,bizi degiştirdiklerine inanmamız?

uzun ve imkansız kaçışımızda bize yardımcı olan herkese minnettardık.

ama kaçınılmaz olarak kendi gerçegimize döndügümüzde,kızdıgımız da kendimiz degil,bir zamanlar bizi mutlu etmiş olanlar oluyordu,öfkeleniyorduk onlara,bizi kandırdıklarını düşünüyorduk,o mutlulugun sonsuza kadar sürmemesinin nedeninin onlar olduguna inanıyorduk,o mutlulugu bozanın bizim gerçek varlıgımız oldugunu itiraf etmemiz imkansızdı,bunu yapan biz olamazdık,çünkü biz,bizden başkasıydık.

o mutluluk anını çatlatan sözü söyleyen biz degildik,o muhteşem unutuşu,sahip oldugumuz her şeyi degersiz buldugumuz gibi,degersiz bulup yere çalan biz degildik,biz degildik bize yakınlaşan herkesi kendimizi aşagıladıgımız için aşagılayan.

o uzun ve imkansız kaçışta,kendimize sürekli anlatmak istedigimiz,içimizdeki yargıcıyı ikna edebilmek için sürekli söyledigimiz hep aynıydı:

"benim hayatımı mahveden ben degilim,onlar mahvetti benim hayatımı."

hayatımıza girmiş ve oradan "suçlu ilan edilmeden" çıkmayı başarmış kaç kişi vardı?


bu kadar çok suçlunun hayatımızda birikmesi bizi kuşkulandırmıyor muydu,bunca suçlunun ancak bir hapishanede bir araya gelebilecegini hiç düşünmüyor muyduk?

kuşkulanmasak ve düşünmesek bile seziyorduk.

sisli bir sahranın dibinde bagdaş kurmuş
köhne bir sfenksin çöllerde unutulmuş,
yapın vahşi,akşamları yükselir sesin
şarkını batan güneşlere söylersin.

unutuşun ve hatırlayışın atlarını batan güneşlere dogru sürüyor,şarkımızı batan güneşlere söylüyorduk.

atlarımız kendi hapishanemizin duvarları içinde,o duvarlara çarpa çarpa,kendilerini ve bizi yaralaya yaralaya koşuyorlardı.

kendimizi bir başkası sanarak yaşıyor ve aslında kim oldugumuzu asla tümden unutamıyorduk,kendimize dogru sürükleniyor,en hayati anda birden kendimiz gibi davranarak varlıgımızdan intikam alıyorduk.

bunun nedenini hep merak ediyor ama hiçbir zaman da tam anlayamıyorduk.

bir kiliseyi gezerken felç geçiren ve hayatı gibi ölüme gidişi de sıkıntılı olan "kötülük çicekleri"nin şairiyle birlikte yalvarıyorduk o vakit.

hadi şimdi nedenini aramayı bırakın
meraklı,güzel,tatlı sesim,ne olur,sus artık.

sussun diye içimizdeki o ses nasıl hasretle bekliyor,nasıl sıgınmaya çalışıyorduk unutuşlara ve hatırlayışlara.

ama susmuyordu.

sandıgımızdan başka biri oldugumuzu zehir solur gibi fısıldıyordu kulagımıza...
 
Ce: sus artık sesim

guzel paylasimlarin icin cok sagol canimm
 
Geri
Üst