Tedavülden Kalkan Atasözleri

ESDE

Hamiş Melek
Tedavülden Kalkan Atasözleri
tedavul, kalkan, eski, atasozu, osmanli konularini incelemektesiniz


Sevgili Melekler,

Sinasi, “Durûb-i Emsâl-i Osmaniye” adlı eserinin önsözünde atasözünü “Durûb-i emsâl ki hikmet-ül-avâmdır. Lisanında sadır olduğu bir milletin mahiyet-i efkârına delalet eder” ifadesiyle tanımlıyor. Demek ki atasözleri, ait olduğu milletin değer yargılarının, hayat anlayışının, fikrî ve kültürel yapısının halk diliyle hikmet kalıplarına dökülmesidir. Öyle ki, uzun paragraflarla anlatmak zorunda kalacağınızı bir

konuda Hızır gibi imdada yetişir, meramımızı en kısa ve veciz bir cümleyle anlatma bahtiyarlığına erdirir.
Bazen imdat, bazen nasihat, bazen inceden bir dokundurmadır, ama mutlaka ve her zaman bir yaranın merhemidir.

osmanli-tarihi-yenile_org_-3c3.jpg






Fakat her şeyin baş döndürücü bir hızlılık kazandığı ve bir o kadar da tüketilip içi boşaltıldığı günümüzde, dillerde vird-i zebân gibi dolaşsa da gönüllerdeki tahtından edilen bir çok atasözü var maalesef. Hatta ‘dervişin fikri neyse zikri de odur’ darb-ı meseli hükmünce, bazıları gönülden ırak olduğu için artık dile de getirilmez olmuş.

Eh, bunca girizgâhtan sadede gelip bugünlerde “out” durumda olan atasözlerine bir göz atalım.
Efendim, atasözleri bir milletin değerlerinin aynasıdır demiştik. Mesela, eskiler kanaatkârlığı, israf etmemeyi, iktisadı eldekini değerlendirmeyi benimseyen bir anlayışa sahip imişler ve demişler ki; “Sakla samanı, gelir zamanı” veya “Ak akçe kara gün içindir.”
Simdilerde ise tüketim devlerinin sloganlarından geçilmiyor. “Bu ne modası geçmiş söz öyle! Bunca ürünü bu kafa yapısıyla elden çıkarmak ve yerine yeni ürünleri pazarlamak imkânsız.” O halde bunları yer ile yeksân edecek bir parola lazım:
-Eskisini at, yenisini götür,
-Simdi al, sonra öde,

-Bir yerine üç tane al.
“Ayağını yorganına göre uzat” ise çoktan tarih olmuş, yerine insanı en zayıf yerinden vuran bir slogan almış: “Daha fazlasını iste!”
Değerli okuyucular, değişim rüzgârları öyle hızlı esiyor ki; çelik kapılı, pimapenli, çeşit çeşit izolasyonlu evlerimizin içine girip aile değerlerini de alt üst etmekten geri kalmıyor.
Naçizane bir süredir Bizim Aile dergisine yazıyorum. Son çalışma “Eş seçimi” ile ilgiliydi ve bir atasözü geldi aklıma “Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al” ve bu yazının vücuda gelmesine ilham teşkil etti.
Atasözünde sıkı bir aile terbiyesine atıfta bulunulur. Yani bir kızın ahlâkını, edep ve terbiyesini, yetiştirilme tarzını merak ediyorsan ailesine, hususiyle de –en esaslı mürebbisi- annesine bakacaksın. Doğru ve bir o kadar da haklı bir tespit muhakkak, ama düşünmeden edemiyorum; anneler bile eski terbiye metotlarını “banal bulup kendilerine yeni yeni vizyonlar oluştururken, kız, annesinin hangi halinden örnek alacak da şahsiyeti ve dünya görüşü ona göre şekillenecek.”
Dünyevîleşme çarkları anneleri de, kızları da parmağında döndürüyor besbelli. Nesilden nesile anneden kıza miras kalan terbiye, edep kurallarını sahiplenmiş olanlar da dışarıdan sinsi bir reklâm sloganlığı eşliğinde küçümseniyor; “Siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?”
Bugünlerde modern bir (atasözü!) türemiş durumda, vefasızlığa vurgu yapan; “Vefa mı, o da ne; İstanbul’da bir semt adı.”
Eskilerde vefayı anlatan belki binlerce sözden sadece biri “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” hatır-gönül gütmeyi, kadirşinaslığı, velev ki kızdıracak, gücendirecek bir şeyler yapmış olsun, iyiliklerine karşı nankörlük edilmemesi gerektiği ve insan değeri bilmenin insanı nasıl yücelteceğinin ve daha ne faziletleri bu küçücük cümle uhdesine almışken, bir bakıyorsunuz ortalık birbirinizin sırlarını ifşa edip, kendini temize çıkartmaya çalışan “Kendisini severim ama…” diye başlayıp ona ait ne kadar kusur varsa saymayı bir marifet telakki eden “akl-ı evveller”den geçilmez oldu.
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözü malum aynı çatılar altında bunca birbirine yabancılıktan daha yüzün bile görmemiş, selamını zaten almamış komşunun kapısına dayanıp herhangi bir şey istemek –yok canım- ütopyadan başka bir şey olmasa gerek.
Yine eskiden, eskiden diyorsak da milattan ve tarih öncesi dönemlerden bahsetmiyoruz.Sunun şurasında yirmi sene öncesine kadar, fazla konuşmak ayıp yerli yerince konuşmak esas, sayılırdı. Hele hele büyüklerin meclisinde küçüklere söz verilse bile edeplerinden bir iki kelamı zor çıkarırlardı ağızlarından küçükler. İnanın abartmıyorum. Bizim kuşak bile böyle büyüdü. Sonra dendi ki “Ne öyle bizi susturdular, konuşturmadılar. Gençler kendilerini ifade etsinler! Eh bu doğruydu doğru olmasına da bu kez de konuşma sohbet eyleminden ‘çoklu monologa’ dönüşüverdi.” “Söz gümüş ise sükût altındır”, “Taş yerinde ağırdır” sözleri mıymıntılığın, uyuşukluğun göstergesi olur ve küçümsenir hale geldi.
Devir imaj devriydi ve bu devirde kendinin reklâmını iyi yapan kazanıyordu. İş öyle çığırından çıktı ki, Ercan Saatçi’ye bile bu şarkını sözlerini ettiriverdi:
“Konuşuyoruz ama ne’ce konuşuyoruz/ Konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz!”
Değerli okuyucular, sakın yanlış anlaşılmasın, yazının gayesi battı balık yan gider, devran da böyle gelmiş böyle gider, dedirtmek değil elbette.
Dünyevileşme, modernizm, bireysellik (her ne ise) dediğimiz gelişmelerin yaptığı tahribatı bir de atasözleri üzerinden vermeye çalışmaktır.
Yine eskiler demişler ki efendim; “Kılavuzu karga olanın burnu çamurdan çıkmaz” misali, ne kadar sağdan yaklaşırlarsa yaklaşsınlar, parıltılı ve pırıltılı gelseler de, kıymet vermeyiz. Zira elimizde paha biçilmez mücevherler kıymetinde kılavuzlar olduğu için de rotayı şaşırmaz ve sırat-ı müstakimden ayrılmayız evelallah…




KAYNAK : Zeynep Çakır
 
Geri
Üst