BeŞ Anne, BeŞ Şİzofren...

M

Misafir

Forum Okuru
BeŞ Anne, BeŞ Şİzofren...
BEŞ ANNE, BEŞ ŞİZOFREN...



Şizofrenlerden korkuyor, onları ‘deli’ zannediyoruz. Oysa kimse ‘şizofren’ olarak doğmuyor. Bir şizofrenle yaşamanın ne anlama geldiğini, çektikleri sıkıntıları cefakâr anneler anlatıyor. Gözyaşlarınıza hâkim olun!


----------------------------------------------------

Bir anneler günü daha geçmişti. Lakin, fedakârlık abidesi olan analar için söylenen sevecen dilekler, verilen hediyeler Aysel Hanım’ı mutlu etmeye yetmiyordu. Ona anneler gününde verilebilecek en büyük hediye, canından çok sevdiği oğlunun eski sağlığına kavuşması olabilirdi ancak. Serdar’ın hastalığı, annesinin hem bedenini hem de iç dünyasını alt üst etmişti. Yıllarca dur durak bilmeden sıkıntıyla yoğrulan Aysel Hanım, yorgun düşüp zaman zaman ölümü bile istemişti. Ama canına kıydığında hem canparesi Serdar sahipsiz kalacak hem de kendi ahireti kararacaktı. Dayanmaktan, “cennet anaların ayakları altındadır” müjdesine sarılmaktan başka çıkışı yoktu.

Aysel Doğan, Dünya Şizofreni Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanı. 35 yaşındaki oğlu Serdar ise 1989’dan beri şizofreni hastası. Şizofreni, beyin kimyasındaki birtakım değişikliklerle ortaya çıkan bir hastalık. Kesin sebebi bilinmiyor. Eğer ailede şizofreni hastalığı varsa kişinin bu hastalığa yakalanma riski büyük. Genellikle düşünce bozukluğu ile 18-25 yaş arasında ortaya çıkıyor. Zekâyla hastalığın direkt bir ilişkisi yok; ancak davranış bozuklukları başladığı anda fark edilebiliyor. Erken teşhis ise hastalığın ilerleyip kişiye zarar vermesini önlüyor. Şizofren biri kendini çevresinden soyutluyor, farklı alışkanlıklar kazanıyor, uyku düzeni bozuluyor, geceleri uyuyamıyor, yeme-içme konusunda problem çıkarıyor, ya çok yiyor ya da hiç yemiyor. Kendi kendine gülüp konuşmaya başlıyor. Ayrıca yalnız kalamıyor, dışarı çıkmaktan da korkuyor. Sürekli halüsinasyon görüp rahatsızlık verici sesler duyuyor.

Şizofreni, toplumun AIDS gibi yeterli bilgi sahibi olmadığı ve kötü birkaç örnekten yola çıkıp korkarak dışladığı hastalıklar arasında. Oysa şizofrenler tedavi edilebildiği gibi, kimseye zarar da vermiyor, şiddet uygulamıyorlar. Aksine çok dürüst, inançlı ve duygusal oluyorlar genelde. Rahatsızlıkları beyinlerindeki salgı düzeninin bozulmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla onlar kesinlikle ‘deli’ olarak tanımlanamıyor. Ancak tedavi edilmedikleri müddetçe hayata dair hiçbir beklentileri, istekleri ve hayalleri de kalmıyor. Kesin kanıtlanmamakla birlikte şizofreniyi travmalar ve uzun süren sıkıntılar tetikliyor. Genelde ilk teşhis depresyon oluyor. Fakat depresyon ilaçları kişiye fayda sağlamıyor, halüsinasyonlar artınca şizofreni ortaya çıkıyor. Bu hastalık bulaşıcı değil; ama bireylerin yaşadığı sıkıntı hâlesine aileleri de dâhil oluyor ister istemez. En büyük fedakârlık da şüphesiz annelere düşüyor. Peki, annelerin dilinden şizofreni hastalığını ve çocuklarıyla birlikte yaşadıklarını dinlemeye ne dersiniz? İşte beş kahraman anne ve çocuklarının nasıl şizofren olduğunun hikâyesi…

AMELİYAT VE SINAV STRESİ ŞİZOFREN YAPTI

Meryem Daştan’ın oğlu Murat (27) son 10 yıldır şizofren. Kartal Meslek Lisesi Mobilya Bölümü’nü kazanan Murat, lise ikinci sınıfta kalsa da “Okuluma devam edeceğim.” der ve sınıf tekrarına başlar. Ara karneler verildiğinde ise 20 gün okula gitmediği ortaya çıkar. Annesi niçin gitmediğini sorunca, “Okuldakilerden korkuyorum, bana zarar vermek istiyorlar.” der ve kısa süre sonra da rahatsızlığı ortaya çıkar.

Tülin Çetintaş’ın oğlu Umut da 10 yıldır aynı dertten muzdarip. 10 yıl önce, yani Umut 17 yaşındayken doktorlar burun ameliyatı olmasına karar verir. Küçükken geçirdiği bademcik ameliyatı onu fazlasıyla etkilediği için burun ameliyatı olmak istemediğini söyleyip durur; ama kimse onu dinlemez. Ameliyata bir gün kala Çetintaş Ailesi’nin hayatında her şey değişir. Tülin Hanım, “Bir gecede çocuğuma ne olduysa oldu. Yıllarca kendimi suçladım. Ama benim bir suçum olmadığını söylüyor doktorlar.” diyor.

Haberin girişinde bahsettiğimiz Serdar da başarılı, dışa dönük bir çocuktur. Üniversite sınavlarına da iddialı hazırlanır. Sadece iki tercih yapar: ODTÜ Makine Mühendisliği ve Hacettepe Tıp Fakültesi. Ama istediği bölümlere giremeyince kafasını duvarlara vurur. Kısa bir aradan sonra tekrar dershaneye başlasa da devam etmez. Konuşmayan, içine kapanık bir çocuk olması, ailesinin dikkatini çekse de tüm değişim ‘sınav stresi’ olarak yorumlanır. Serdar, odasının perdelerini gündüzleri bile kapatıp annesine “Komşular benim hakkımda ne düşünüyor? Beni takip ediyorlar mı?” gibi sorular sormaya başlar. Aysel Hanım, “Yaşadıklarımızın ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Ramazan Bayramı için şehir dışına çıktık. İftar vaktiydi. Otobüs mola vermişti. Serdar bağırmaya başladı: ‘Sizi zehirleyecekler. Yiyeceklerinizin içinde zehir var. Siz benim anne-babam değilsiniz, beni değiştirmişler, benim gerçek ailem nerede?’ diye. Ertesi gün doktora gittik. Meğer şizofrenmiş oğlum.”

Anasınıfı öğretmenliğinden emekli Sevim Alper’in 24 yaşındaki kızı Filiz ise 16 yaşından bu yana şizofren. Filiz önce ses duymaya sonra da çevresinden kopmaya, korkmaya başlar. Sevim Hanım’ın hastalık hakkında bir bilgisi yoktur. Kızını ilk önce kulak-burun-boğaz doktoruna götürür. Filiz, “Anne üzerime ışık tutuluyor, herkes benim hakkımda konuşuyor, dışarı çıkmayalım, bizi öldürecekler.” der. Sıkıntıları, vesveseleri kısa zamanda artar ve lise ikinci sınıftayken okulunu bırakmak zorunda kalır.

DIŞARI ÇIKMAYALIM, BİZİ ÖLDÜRECEKLER!

Saliha Hanım’ın oğlu Kemal (35) ise üniversite sınavlarına girdikten sonra kendisini iyi hissetmediğini söyler. Saliha Hanım da sıkıntısının sınav stresinden kaynaklandığını düşünür. Oysa Kemal’in hastalığı başlamıştır. O yıl İstanbul Üniversitesi Siyasal İşletmeyi kazanır. Fakat okuluna bir hafta bile gidemez. Sıkıntılı hâli sebebiyle Saliha Hanım oğlunu bir hekime götürür. Doktor depresyonda olduğunu ve zamanla iyileşeceğini söyler. Fakat Kemal’in durumu her geçen gün daha da kötüleşir ve çok kez intihar girişiminde bulunur. Zamanla Kemal’in şizofren olduğu ortaya çıkar.

Yapılan araştırmalara göre dünyaya gelen her 200 kişiden 2-3’ü şizofreniye yakalanıyor. ABD’de iki milyon şizofren olduğu biliniyor ve her yıl tüm dünyada iki milyon kişiye şizofreni teşhisi konuyor. Türkiye’deki hasta sayısı ise tam bilinmiyor; fakat 500 binin üzerinde olduğu belirtiliyor. Şizofreni hastasının olduğu aileler genelde kendi kabuğuna çekiliyor. Çünkü hem misafirler şizofrenlerden hem de hastalar misafirlerden rahatsız oluyor. Çoğunlukla bahar ayları olmak üzere belli dönemlerde rahatsızlıkları alevlenen hastalar, çatal-kaşık sesine bile kızıp evde huzursuzluk çıkarabiliyor. Peki şizofren biriyle yaşamak ne kadar zor? Yeniden fedakâr annelere dönüyoruz…

UYKUYA HASRET, DUA DUA GECELER

“Oğlum ilk 5-6 yılını uyuyarak gözü kapalı geçirdi, yaşamamış gibi.” diyen ev hanımı Tülin Çetintaş, hastalık sonrası hiçbir sosyal hayatları kalmadığını vurguladıktan sonra bir soru soruyor ve ‘keşke’ diye devam ediyor. “Sizin moraliniz bozuk olduğunda eliniz kolunuz tutar mı? Biz yılarca böyle yaşadık. Keşke ameliyatla geçecek bir hastalık olsaydı.”

Murat’ın annesi Meryem Hanım, ev temizliklerine gidiyor. Yıllardır kapıdan içeri girer girmez ilk işi ise oğlunu sormak... Eğer o üzgün, suratı asıksa tüm dünyası başına yıkılıyor, gözyaşlarını tutamıyor. “Acaba hastalığı başa mı dönüyor, yine hastane hastane gezecek miyiz?” gibi düşüncelere dalıyor. Murat, “Bana kötü kötü bakıyorlar anne” dediği için bir yerden bir yere 3-4 otobüs değiştirerek gidebildiklerini anlatıyor.

Aysel Hanım ise “Yaşayan bilir” diyor: “Evladınızın hiçbir şeyi yok. Üniversiteye hazırlanan pırıl pırıl bir genç. Onun için kurduğunuz hayaller var. Bir anda kendinizi akıl hastanesinde buluyorsunuz, feryat figan içinde oğlunuzu oraya bırakıyorsunuz. Kocaman demir kapılar yüzünüze kapanıyor. Oğlunuz ‘Anne beni buraya bırakma’ diye yalvarıyor.” Aysel Hanım, Serdar’ın yanından bir an olsun ayrılmamış. Ancak koluna serum takıldığında sessiz sakin durabilen yavrusu için tüm sorumluluklarını, beklentilerini ertelemiş, eşini dahi ihmal etmiş. Serdar ilaca dirençli bir hasta olduğu için 9 yıl kadar hastanede tedavi altında tutulmuş. Bu esnada fedakâr annenin yatağı yıllarca demir bir sandalye olmuş. Hep istemiş ki; oğlu uyandığında annesini yanında bulsun, mutlu olsun, yaşaması gerektiğine inansın. Senelerce deliksiz bir uykunun, rahat bir yatağın özlemini çekse de her an dua etmeyi ihmal etmemiş.

Sevim Alper, “Bir kız annesi olarak çok zor kabulleniyor insan; ama kabulleniyorsun!” diyor. Sevim Hanım da işini gücünü bırakıp Filiz için yaşamaya başlamış. Kızının gece uykusuzlukları, ağlamaları, sürekli üzgün hâli, okuldan, derslerinden, çok sevdiği arkadaşlarından kopması, kendi temizliğine beslenmesine dikkat etmemesi, herkesten korkması ve evden dışarı çıkmak istememesi tüm aileyi çok üzmüş. Cıvıl cıvıl kızlarının yeni hâlini bir türlü içlerine sindirememişler. İlk zamanlar kendilerini suçlamışlar. Çevreleri onları anlamamış. Sokakta sakin sakin yürürken birden annesine bağırıp çağıran Filiz’i de kimseler anlamamış. Onlara çevrilen gözler ise Sevim Hanım’ı çok üzmüş.

GÖZLERİ GÖRMEYEN ANNENİN BEKLEYİŞİ

Yıllar önce geçirdiği ev kazasıyla görme yetisini kaybeden Saliha Hanım’ın hikâyesi ise bambaşka bir fedakârlık serencamı. Gözleri görmeyen Saliha Hanım, şizofren oğlu Kemal’i doktor doktor gezdirir. Özellikle ilk yıllarda evlerinde ne huzur vardır ne de rahatlık. Her an Kemal’in hastalanma, intihar etme ihtimali onları diken üstünde yaşatır. Yıllarca evlerinde telefon dahi çalmaz. Kemal evde sessizlik istediği için aile fertleri kendi aralarında bile fısıltıyla konuşur. Saliha Hanım yaşadıklarını şöyle özetliyor: “Yıllarca huzurlu, mutlu bir nefes alamadım.” Fedakâr anne, oğlu 8 yıllık şizofrenken göz ameliyatı olur. En son 4,5 ve 6 yaşında gördüğü çocuklarını büyümüş görmek ona tüm sıkıntılarını unutturur: “Görmeye başlayınca oğlum da çok sevindi. Belki de sıkıntılı günlerin, uykusuz gecelerin bir hediyesiydi gözlerim.”

Şizofren gençlerin kardeşleri de yaşananlardan olumsuz etkileniyor. Fakat ailelerin çoğu gül gibi büyüttükleri evlatlarının yaşadıklarını görünce ne yapacağını şaşırıp diğer çocuklarını ihmal ediyor. Anneler geçmişe bakıp bugün pişmanlık duysalar da “Yapabileceğimiz başka bir şey yoktu.” diyor.

Serdar rahatsızlandığında kardeşi orta ikinci sınıf öğrencisiymiş. Baba Doğan, ‘Senin bir çocuğun daha var’ dese de Aysel Hanım sürekli Serdar’la ilgilenmekten kendini alamaz. Yaşadığı ortamdan fazlaca etkilenen kardeşi de her geçen gün içine kapanır, annesinden uzaklaşır. Mutsuz kardeş gece geç saatlere kadar evin dışında zaman geçirir; annesi, ‘Abin uyudu, artık eve gelebilirsin’ dediğinde evine girer ancak. Ütüsünü, yemeğini hep babası yapar. Sırf bu sıkıntılı ortamdan kurtulmak için istemediği bir üniversiteyi kazanıp şehir dışında yaşamaya başlar.

Saliha Hanım’ın şimdi mühendis olan kızı da ikinci planda kalan çocuklardanmış. Kemal sese çok duyarlı olduğu için yıllar süren ‘kısıtlanma hâli’nden çok sıkılır ve “Artık eve gelmek istemiyorum; başka bir yerde yaşamak, huzurlu bir hayat istiyorum.” der. Kızının gönlünü hoş tutma işi de çilekeş anneye düşer.

ÇOCUKLARINA NİYE ‘OF’ BİLE DİYEMİYORLAR?

Şizofreni hastalarıyla sürekli ilgilenmek, onları yalnız bırakmamak, üstüne üstlük kendi duygularını da dizginlemek gerekiyor. Mesela şizofren anneleri hiçbir zaman çocuklarının yanında ağlayamıyor, yüzü asık duramıyor, sabırları tükense dahi ‘of’ bile diyemiyor. Çünkü şizofrenler, annelerinin kötü olduğunu gördüğünde; “Onu ben mutsuz ettim, anneme bir şey olursa ben ne yaparım” gibi düşüncelere kapılıp daha da çok hastalanabiliyor. Mesela annesi hastalanan bir şizofren sabaha kadar uyumayıp onu bir an olsun yalnız bırakmıyor, başucunda gözyaşı döküyor. Dolayısıyla annelere, yüzlerindeki gülümsemeyi hep muhafaza etmek düşüyor. Röportajlarımız esnasında ise hiçbir annenin gözyaşlarını tutamadığına şahit oluyoruz maalesef.

Artık kelimeler tükendi; bize şu iki cümleden gayri söyleyecek söz kalmadı: Cennet anaların ayakları altında. Hele bu annelerin, hele bu annelerin…



ANALAR BAŞROLDE, BABALAR NEREDE?

Şizofren hastalarının en önemli özelliği çok duygusal olmaları ve annelerine bağlılıkları. Bunun sebebi, en kötü günlerinde fedakâr annelerinin onların başucundan hiç ayrılmamış olması. Şizofrenler kendilerine herkesin zarar vereceğine inandıkları anlarda bile annelerinden korkmuyor, hatta onlara daha da yakınlaşıyorlar. Peki bu esnada babalar ne yapıyor?

Tülin Hanım, oğlu Umut’a babasının yakınlık gösterdiğini, onu dışarı çıkartıp bol bol gezdirdiğini, elinden geldiği kadar destek olduğunu anlatıyor. Baba Yıldırım Çetintaş’a göre bu hastalığın tek ilacı sevgi ve ilgi. Meryem Hanım’ın eşi ise oğlu Murat’tan uzak duruyor, mümkün olduğu kadar az diyalog kurmaya çalışıyormuş. Serdar’ın babası ise bir gerçeği itiraf ediyor: “Eğer eşim olmasaydı ben oğluma bakamazdım. Annelik şefkatiyle bu sorumluluğun altından kalkılabilir ancak. Yalnız ben de eşime: ‘Senden bir şey beklemiyorum; benim bir yardımım olmuyor, bari bir de beni düşünme’ derim. Aysel’den akşam eve gelince hazır yemek, kurulu bir sofra beklemedim hiç. Hep kendi kendime yemek yaptım, diğer oğluma baktım. Zaten kurulu bir sofrada birlikte yemek yemek pek nasip olmadı.” Saliha Hanım’ın eşinin durumu ise daha başka… Babası, Kemal’in şizofren olduğuna bir türlü inanmamış ve “haylazlık yapıyor” diyerek tepki göstermiş hep. Bu durumda bütün işler Saliha Hanım’a kalmış.



EN ‘ŞİZOFRENİK’ TALEPLERİ: REHABİLİTASYON MERKEZİ

Şizofreni hastalarının maddi-manevi tek destekçisi aileleri. Peki anne-babaları vefat ettiğinde şizofren birine kim sahip çıkacak? Dünya Şizofreni Derneği yöneticileri ve dernek üyelerinin en büyük isteği, yakınlarını kaybeden hastaların sağlıklarını yitirmeden hem rehabilite olup hem de kontrol altında tutularak yaşayabilecekleri bir mekân. Dernek bu konuya hayli kafa yormuş ve en ince ayrıntısına kadar birçok proje hazırlamış. Lakin projeleri hayata geçirebilecek bir kurum aranıyor hâlâ, ana-babaların gözyaşları eşliğinde…



DÜNYANIN EN FOLKLORİK ŞİZOFRENLERİ TÜRKİYE’DE

Şizofrenlerin rehabilite olabilmesi çok önemli. Onlar hastalıkları sebebiyle çevrelerinden fazlaca kopuyor. Herhangi bir işte çalışamıyorlar. Toplumdaki önyargı da onların sosyal hayata adapte olmasını engelliyor. Boş zamanlarının fazla olması canlarını sıkıyor ve bundan hastalıkları olumsuz etkileniyor. İşte bu esnada Aysel Doğan’ın kurduğu eski adıyla Şizofreni Dostları Derneği, yani Dünya Şizofreni Derneği imdada yetişiyor. Derneğin 50’ye yakın şizofren üyesi var. Bazıları derneğe yalnız gelirken, birçoğu annesiyle yola çıkabiliyor. Dernek üyeleri, “Buraya girer girmez rahatlıyor, kendimizi buluyoruz. Burada zaman geçirmek çok güzel.” diyor. Kadıköy Rıhtım’daki dernekte gönüllü öğretmenler müzik, folklor, İngilizce ve resim dersleri veriyor.

Dernekte düzenli olarak verilen dersler, şizofrenleri hayata biraz daha bağlıyor, neşelerini ve özgüvenlerini artırıyor. Mesela dünyanın hiçbir yerinde şizofrenlerin başaramadığı bir şeyi buradakiler yapıyor. Halkoyunları oynuyorlar… Dünyada bir ilk olduğu için de Hollanda’daki şizofren dernekleri ülkelerinde gösteri yapmalarını ve bu topluluğun tüm dünyaya örnek teşkil etmesini istiyor. Normal şartlar altında şizofrenlerin tek bir müzikle grup hâlinde aynı hareketleri yapmasının mümkün olmadığı biliniyor. Yalnız, dernek üyelerinin Hollanda’ya gidişinde bir sorun var; pasaport ve vize masraflarını ne dernek ne de kendileri karşılayabiliyor.

Derneğin oturma salonuna geçtiğimizde ise tıp, eczacılık, mühendislik fakültelerini rahatsızlık sebebiyle yarım bırakan şizofrenlerle tanışıyoruz. Bir masa etrafında oturup muhabbet ediyorlar. Hemen her konu onların gündemini işgal edebiliyor. Tedavileri ve kullandıkları ilaçları da zaman zaman gündeme getirip bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Okulunu bırakmak zorunda kalan şizofrenler aradan yıllar geçse de “İmkân olsaydı dönerdik” diyor. Bir şizofrene kulak veriyoruz: “Annem benim hastalığıma dayanamadı. Evi bana bırakıp yurtdışına gitti. Arada bir telefonda konuşuyoruz.” Bir başkası da Adapazarı’ndan İstanbul’a dernekte rahatlamak, arkadaş edinmek için geldiğini söylüyor, evlenme hayalleri kurduğunu da ekleyerek…
 
Geri
Üst