buyrun burası da benim köşem.banuca75

Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

gg1071ebgi8gb5.gif


köşen hayırlı olsun canım çay içmeye geldim sana çiçek getirdim
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

BİZİ BİZ YAPAN HERŞEY




Bazen, bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz.
Bizi biz yapan her şeyin ve adına hayat dediğimiz serüvenimizin kökünde bazen büyük bir boşluk vardır ve biz bu boşluğu, onun orada olduğunu bilmeden, hissetmeden taşır dururuz.
Onu görmemiz, hissetmemiz, onun orada bulunduğunu anlamamız, genellikle o boşluğun hiç olmazsa bir kez, güçlü bir duyguyla, keskin bir heyecanla, yakıcı bir istekle dolması ve sonra boşluğu dolduran duygunun yada insanın bizi bırakıp çekilmesiyle olur. Geride kalan, artık doldurmak için çırpındığımız bir uçurumdur.
Orada olduğunu her an bütün tenimizde ve ruhumuzda hissettiğimiz büyük bir boşluktur.
O güne dek, gizli gizli kendini duyumsatan uçurum ayaklarımızın dibinde açılmıştır artık ve gözlerimiz o derinlikten başka bir şeyi görmez; o uçurum dolmadan önce yaşadığımız her şey manasız ve sıkıcıdır, geçmiş yaşamımıza dönmeyi düşünmeye bile tahammül edemeyiz.
Bir uçurumu taşıdığımızı bilmeden manasız ve sıkıcı bir hayatı ömür boyu sürdürmek mi, yoksa orada bir uçurum olduğunu, onu, unutulmaz heyecanlarla, maceralarla, anılarla dolu bir duygu tayfunundan geçtikten sonra anlamak mı daha kötü, o sırada bunu düşünemeyiz bile.
İçindeki boşluğu bir kez görmüş olan, zaman zaman 'keşke bunu hiç görmemiş olsaydım' dese de, bir daha asla o boşlukla yaşamaya dayanamaz.
Otuz beş yaşında ülkesinden uzak bir senatoryumda veremden ölen yazar Katherine Mansfield, 'Bir Hüzün Güncesi' adını taşıyan anılarında, on sekiz yaşında, kendi hayatındaki boşluğun dolduğu geceyi anlatır:
'Soğuktan, yorgunluktan ölü gibiyim. Uyuyamıyoum; çünkü öylesine birdenbire oldu ki, uzun süredir bunu beklememe karşın, altüst oldum, ezildim altında. O, yorgun. Dün geceyi onun kolları arasında geçirdim -bu geceyse ondan nefret ediyorum- ona tapıyorum anlamına gelir bu. Bedeninin büyülü çekiciliğini duyumsamadan yatağımda yatamıyorum.'
Ve boşluğun dolduğu andaki büyük haz:
'Beni büyülüyor, tutsak ediyor, varlığına, bedenine tapıyorum. Başımı göğsüne dayayıp yatarken, yaşamın verebileceği ne varsa duyumsuyorum. Tüm sıkıntılarım, aşağılık korkularım silinip gidiyor'
O zamana kadar belli belirsiz bir iç sıkıntısı, hayatın söylendiği kadar güzel olduğundan duyulan kuşkunun yarattığı hafif bir huzursuzluk yaşanırken, o uçurum bir kez dolduktan sonra artık bir daha onun eski haline dönmemesi, hayatın hep aynı dolulukla yaşanması için önüne geçilemez bir tutku duyulur.
Hayatın zevkli ve anlamlı olduğu anlaşılmıştır.
Ve bu, insanı bağımlı kılar, zevksiz ve anlamsız bir hayat artık karanlık ve kirli duvarlarıyla ruhunuzu ezen, içinde kıpırdayamadığınız dar bir hücredir, duvarları yıkmak için önüne geçilmez bir arzu hissedersiniz.
Kısa yaşamını çılgınlıklarla, yazdığı harikulade güzel hikayelerle, hülyalarla ve acılarla geçiren Mansfield, bu bağımlılığı, bazı eleştirmenlerin 'dahice' bulduğu üslubuyla güncesine döker:
'Yaşamımın korkunç bayalığı yok olup gitti.
Onun kollarının sığınağından başka hiçbir şey kalmadı.
Kuşkusuz, bir hafta önce bütün bunlara katlanabilirdim; çünkü sevmenin sevilmenin, tutkuyla hayran olmanın gerçek anlamda ne olduğunu daha bilmiyordum. Ama şimdi onu yitirirsem, onu elimden alırlarsa, ruhum sokaklara düşer, rastgele bir yabancıdan sevgi dilenir, o değerli zehirden birazcık olsun tatmak için yalvarıp yakarır.'
Hayatımızdaki uçurumları coşkulu seller doldurur bazen, kuru bir vadinin tutkulu bir nehre, çorak bir bozkırın Babil bahçelerine dönüşmesindeki sihri şaşkın bir hayranlıkla yaşarız.
Ama ne yazık ki, bazen büyük nehir, ardında kurumuş bir nehir yatağı bırakarak akıp gider.
Daha önce hiç bilmeden içimizde taşıdığımız, ama o gittikten sonra içimizi parçalayan bir acıya dönüşen boşluk artık bütün hayatımızı esir almıştır.
Ölümün ıssızlığını andıran bir karamsarlık çöker.
'Aşktan çılgın gibiyim. Şimdi o benim için her şey, -müzikten de üstün- ama şimdi gidiyor, Beklediğim şey gerçekleşti. Sabun köpüğü gibi uçtu gitti, gerçekten de bu tür yaşantılarımın sonuncusu bu -son yaşantım. Daha fazla dayanamıyorum artık; ruhumu öldürüyor; her seferinde daha derinden duyuyorum bunu, çünkü her seferinde yaram yeniden hançerleniyor, bıçak yarayı deşiyor, eski acıları uyandırıyor. Yanımda bir mum dingince yanıyor; altın renkli bir çiçeği andırıyor; ama burada çok uzun kalırsam alev küçülecek, pırpırlanacak, ölecek. Yaşam da böyle, aşk da -belli belirsiz, geçici, kaçıcı bir şey. Karamsarlık, iç kapayıcı, korkunç, karşımda duruyor; eski düşlere tutunuyorum sıkı sıkı. Gökkuşaklarını, kesme cam bardakları seviyorum ben. Gökkuşağı silinip gidiyor, bardaksa parçalanıp binlerce elmas parçacığa dönüşüyor. Nereye dağılıyorlar, gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı içinde, göğün dört bir yanından esen yellere kapılıp yok oluyorlar.'
İçinde boşluğu taşıyan hayat, 'korkunç bir bayağılıktır' o boşluk fark edildikten sonra. Bir mumu 'altın rengi bir çiçek' yapan ise o bir tek kişinin varlığıdır.
'Gökkuşağını ve kesme bardakları' seversiniz onu düşündüğünüzde.
O gittiğinde, 'altın rengi çiçek' solar, gökyüzü ve kesme bardaklar parçalanır, gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı içinde esen yellere kapılıp yok olurlar.
YALNIZLIK, HER GİTTİĞİNİZ YERE SİZDEN ÖNCE VARIP SİZİ KARŞILAR.
Kuşların kara lekeler gibi uçtuğu bulutlu öğleden sonralara dayanamazsınız.
Ruhunuz 'sokaklara düşer', o 'değerli zehir için' yalvarırsınız insanlara.
Bulamazsınız.
O bir zehirdir, ama değerlidir ve kolay bulunmaz.
Kendinizi ve herşeyi küçümsersiniz, siz bir boşluksunuzdur ve herşey bir boşluktur.
Ve belki işte o zaman sorarsınız hangisi daha iyi diye, bir uçurumu onu hiç fark etmeden içinde taşımak mı, yoksa hayatın başka türlü yaşanacağını da gördükten sonra kederli bir yalnızlıkla içinizdeki uçurumu fark etmek mi?
Ancak uçurumu gördükten sonra sorarsınız bunu.
Bunun cevabı hep değişir, ama hep o zehri ararsınız.
Bir uçurumla yaşamak aslında yaşamamaktır, anlamışsınızdır bunu, yaşamak ise değerli bir zehri içmektir ve zehir içilirken ne kadar güzelse, bittiğinde o kadar yakıcı olacaktır.
Üstelik o zehir sizi diğerlerinden ayıracaktır. Uçurumlarını, hiç fark etmeden yaşayan insanlarla; uçurumlarının 'bir bedenin büyüsüyle', bir başka insanın ısısıyla, kahkahasıyla, sıcak bir öğleni yada erken bir sabahıyla, düşlerinde beliriveren görüntüsüyle dolduğunu görenlerin yaşadıkları ve seyrettikleri hayatlar birbirine hiç benzemeyecektir.
İkincilerin hayatında keder, ayrılık, öfke, özlem olsa da 'bayağılık' olmayacaktır.
'Altın rengi bir çiçek' gibi yanan mum sönse de altın rengi bir çiçek gibi sönecektir.
Ruhları 'sokaklara düşse' de o sokaklar 'değerli' birşeylerin arandığı yerler olacaktır.
Yalvarsalar da, öbürlerinin tadını ve sarhoşluğunu bilmedikleri bir zehri içmek için yalvaracaklardır.
Bazen bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz bunu.
Bir gün o uçurum dolar.
Değerli bir zehirle dolar o uçurum. Bizi heyecanlandıran, sakinleştiren, sevindiren ve kederlendiren bir zehirler.
Altın rengi çiçekler gibi mumlar yanar.
Sonra biri zehrini alıp gider.
Gökkuşağı ve kesme vardaklar dört bir yandan esen yellerle dağılır.
Ruhumuz sokaklara düşer.
Bir uçurum parçalanır içimizde.
Ve o değerli zehrimizden içemezsek bizi de parçalar.
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

İNSAN SEVDİĞİNİ GÖREMEDİĞİNDE


Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.
Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz.
O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı’ ya sığınıyor.
Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.
“İnandır beni” diyor, “o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana.”
Ve Tanrı’yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında Tanrı’ya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor.
Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse, o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrı’ya.
“İNSANLAR BİRBİRLERİNİ GÖRMEDEN DE SEVEBİLİRLER, değil mi” diyor, “seni hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar.”
Graham Greene, “Zor Tercih” isimli romanında, erkeğin dönüşünü gören kadının duygularını yalın bir dille anlatıyor.
“O anda Maurice girdi içeri. Yaşıyordu. İşte şimdi onsuz olmanın ıstırabı başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını istedim.'
Kadın, sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti.
Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip, “keşke ölseydi” diyordu.
Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti.
Romandan yapılan filmde, “Tanrı’ yı görmeden seven insanların” birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini, iki sevgili unutulması zor cümlelerle tartışıyordu.
  • İNSAN SEVDİĞİNİ GÖRMEDİĞİNDE AŞK BİTER Mİ?
  • Düşünsene, Tanrı’ yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
  • Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.
  • Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.
Aşk, bir insanı Tanrı’ yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?
Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
‘Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim’ demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı?
Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi?
‘Tanrı’yı sevdiğim kadar severim seni’ diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?
Peygamberler bile Tanrı’ ya bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırken, hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı?
Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz. ’Tanrı’ mız’ olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız.
‘Belki de sevmenin başka türü yoktur’ diyen birilerinin romanların, filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken.
Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar yazıyor, böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz.
Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene’in ‘Tanrı’ yı görmeden seviyorlar, ben de onu görmeden severim’ diyen bir satırı yazması, bize aşkın çekiciliğini yaşatan.
Bu satırı okumak, bunun gerçek olabileceğine inanmak, bu hayali benimsemek, bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha renkli, daha çekici, daha heyecanlı kılan.
Hiç rastlamasanız da ‘bir insanı sevmenin bir Tanrı’ yı sevmek gibi bir şey olduğunu’ yazan birinin varlığı, sizi, bunu söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır ki, bence, sizin hayatınıza mana katan.
Aynen, ‘Tanrı’ yı görmeden sevmek’ gibi siz de bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine, o insana hiç rastlamadan inandığınızda, romanların size itaat ettiği o kutsal topraklara girmek için, o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.
Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz.
Ve birisini öyle sevmek.
Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek olan acıları değil, bir tanrısı olan bir kainatta yaşamanın mucizesinin fark edersiniz.
Acı dolu, isyan dolu bir mucize.
‘Keşke inanmasaydım’ dedirtecek, ‘keşke onu böyle sevmeseydim’ dedirtecek bir mucize.
Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize.
O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam.
İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına, hor görmelerine, inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan, kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini, aşksızlığını görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün boş olmadığını hissederek yürürsünüz.
Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanın çorak ve loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar.
Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir.
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek bir güçle ödüllendirilmiş.....
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır.
İnsanlar Tanrı’ yı görmeden seviyorlar.
Ama Tanrı’ ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.
Ben, Tanrı’ yı inanan Graham Greene’ e inanıyorum, ‘bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi’ sürdürür.
Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler, bu inanç, onların içinde kapatıldıkları küçük hayatların sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak.
Bir gün biri onlara diyecek ki:
- Belki de başka tür bir sevgi yok, Maurice.
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

TEŞEKKÜRLER


Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz. Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?

Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür, sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar.
Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz.
O dönemeçlerde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolunu.
Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna.
Acaba hayatımızın kaç dönemecinde kendimiz karar veririz ne yana sapacağımıza ve acaba hayatımızın kaç dönemecinde kararsızlığımız yüzünden bir dönemeci kaçırırız.
Ve, o dönemeçlerde kararımızı ya da kararsızlığımızı belirleyen nedir?
Geleceğimizin rotasını kararlarımız mı yoksa kararsızlıklarımız mı çizer?
Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir.
O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz.
Nedir bizi sessiz bırakan peki?
Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?
İsteklerimizden daha güçlü nasıl bir duygu var içimizde?
Istvan Szabo'nun, neredeyse sanata düşman olan 'sanatçılarla' Paris'te Wagner'in bir operasını sahneye koymaya çalışan Macar bir orkestra şefiyle, onun aşık olduğu Amerikalı bir sopranoyu anlattığı harika bir filmi vardır, 'Venüs'le Buluşma.'
Genç orkestra şefi bin türlü engelin, entrikanın, kaprisin arasında istediği gibi bir müzik çalabilmek için kıvranırken, dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan, zeki, güzel, şımarık ve gençliğini ardında bıraktığından kaygılı sopranoya aşık olur.
Soprano da bu çocuksu, yetenekli ve çaresiz şefe tutulur.
Macar şef evlidir.
Güzel soprano ise, artık efsane olmuş çok ünlü bir başka Macar şefle bir zamanlar bir aşk yaşamıştır.
Genç şef, sevdiği kadın, karısı ve hayran olduğu eski şefin korkutucu efsanesi arasında sıkışır, bir yandan da orkestradaki çeşitli sorunların üstesinden gelmeye uğraşır.
Bütün bunlara rağmen birbirlerine aşklarından sözetmeyi ve birlikte olmayı başarırlar, harika sevişirler, kadınların seviştikten sonra 'bu bir mucize' dedikleri o olağanüstü sevişmelerden.
Bir seferinde prova yapılırken gene orkestrayla şefin arasında sorun çıkar, şef provayı izleyen sopranonun yanına gelir, 'bunları azdıramıyorum' der 'ne yapacağım.'
- Azdırırsın, der soprano, beni azdırdığına göre onları da azdırırsın.
Bu bir tek cümle bile şefe ihtiyacı olan gücü vermeye yeter.
Ama hayat her zaman bu kadar güzel değildir şef için.
Sopranoya aşık olduğunu anlayan karısı onu evden kovar, soprano şefin evliliğini bozmak istemediğinden telefonlarına cevap vermez.
Bütün bu karmaşaya rağmen yeniden biraraya gelirler.
Soprano şefe, 'hiç kimseye böyle aşık olmadım' der.
Şef de olağanüstü güzellikte sesi olan bu huysuz kadına aşıktır.
Ve, o dönemeç gelir.
Bir sevişmeden sonra yatağın üstünde çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette kucak kucağa otururlarken, soprano 'Paris'ten sonra ne yapacağımızı düşünüyorum' der gülümseyerek.
Gelecekle ilgili bir söz bekler şeften.
Şef sesini çıkarmadan bakar kadının yüzüne.
Tek kelime etmez.
Hayatının belki de en önemli dönemeçlerinden birinde, kadere 'buradan sap' diye bağırmak isterken sessizce durur.
Soprano anlar.
Şef, kadere 'buradan sap' diyememiştir.
Operanın ve hayatının 'venüsüyle' buluşamayacaktır.
Aşkına ve isteğine rağmen karar verecek cesareti gösterememiş, hayatını bir başka geleceğe döndürememiştir.
Kimbilir, belki karısının çok üzüleceğini düşünmek, belki sopranonun kendisinden bıkacağından çekinmek, belki eski ve ünlü şefin hayali altında ezileceğini sanmak, belki de sopranonun kaprislerinin kendi geleceğini boğacağından korkmak.
Nedeni ne olursa olsun şef kararını verememiştir.
Henüz varolmayan 'gelecekle' ilgili korkular, varolan 'an'ı ve o andaki o olağanüstü isteği hayata geçirmeye engel olmuştur.
Kararsız kalmış, kader yoluna devam etmiştir.
Peki, gelecek nasıl olur da 'an'ı böylesine önemsiz ve güçsüz kılabilir?
Neden insan elindeki 'an'ı yaşamak yerine, geleceğiyle ilgili hesaplara takılıp kararsız ve sessiz kalır bir dönemeçte.
Gelecek belirsiz ve karanlık olduğu için mi, aydınlık ve belirgin olan 'an'ı böylesine yenilgiye uğratır.
Bilinmeyenden duyduğumuz korku, bilinenin aydınlığı içinde duran istekten kuvvetli midir?
Belirsiz olan belirli olandan güçlü müdür hep?
O yüzden mi, en önemli dönemeçlerde bazen böyle kararsız ve sessiz kalır da, çok sapmak istediğimiz yollara özlemle bakarak dümdüz devam ederiz?
Hayatımızın en önemli zaman parçası, henüz gelmemiş olan ve 'gelecek' denilen zaman parçası mıdır?
Böyle zamanlarda kaderimizi belirleyen 'dün' ya da 'bugün' değil de 'yarın' mıdır?
Yarın, bu korkunç gücünü bilinmez olmasına mı borçludur?
Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, bugünün apaçık isteğini neden bir sessizliğe mahkum eder?
Şef, o sessizlik anında bile, o güzel sopranoyu hayatı boyunca seveceğini ve özleyeceğini bilir, o kadın olmadan geçecek olan hayatının solgunlaşacağını keskin bir şekilde hisseder.
Yaşadığı acıyı sessizliğiyle kabullenir.
Gelecekten korktuğu için geleceği istediği gibi yaşayamaz.
Karar veremediği için hayatının yolunu kararsızlığı çizer.
Hayatlarımızı kararlarımız mı kararsızlıklarımız mı belirler?
'An'ın isteklerini 'geleceğin' endişelerine kurban edenler mi daha mutlu yaşar yoksa geleceğin acılarını kabul edecek kadar güçlü bir şekilde 'an'ın isteğine sarılanlar mı?
Kaç dönemeçten 'Venüs'le buluşamadan' geçtik acaba?
Ve acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik?
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

BİR İNSANA BAĞLANMAK

Bir insanı bir başka insana kuvvetle bağlayan bağ nedir? İbrişim görünümlü çelik bir yumak gibi insanı ilk bakışta görüp anlayabilir miyiz ?
...Neye bağlandığımızı biliyor muyduk
bize birisine niye bağlandığımızı sorduklarında, 'çünkü güzel' diyorduk, 'yakışıklı, zeki, güçlü, yetenekli'; bir insanın sevilmesi için geçerli olduğunu kabul ettiğimiz nedenleri sıralıyorduk.
Ama belki de güçsüzlüklere, zayıflıklara, çarpıklıklara bağlanıyorduk.
Biz 'bağlanmayı' hep zirvelere doğru bir uçuş olarak anlatmaya çalışırken belki de bağlılık, ölümün, deliliğin, kuşkunun, bencilliğin, bozulmanın karanlık uçurumlarına doğru bir kendini bırakıştı.
Bağlandıklarımızda, her zaman başkalarının görmediği bir 'acınacak' yan bulmuyor muyduk, bize en çok acı çektirenlere bile daima bizde şefkat uyandıracak bir kırılganlığı görmüyor muyduk?
Bağlandığımız insanlar, başkalarına ne kadar güçlü, akıllı, güzel, yetenekli görünürlerse görünsünler, biz onların başlarına saflıklarından, çocukluklarından, güçsüzlüklerinden dolayı kötü bir şey geleceğinden tedirgin olup onları korumaya çalışmıyor muyduk?
Bir insana bağlanmak bizi ne kadar zayıf ve çaresiz kılarsa kılsın
canımızı ne kadar yakarsa yaksın, biz gene de bağlandığımız insana kendimizinkinden daha zayıf ve çaresiz bir yan sezmiyor muyduk?
Genellikle bu sezdiklerimiz doğru değil miydi?
Sanırım kuvvetli bağları, bağlandıklarımızdaki büyük zayıflıklar güçlendiriyor.
Büyük aşkların, büyük bağlılıkların içinde daima biraz acımada bulunuyor, bizi üzdüklerinde, bize ihanet ettiklerinde bile bu yaptıklarının onların zayıflığından kaynaklandığını düşünüp içinde çırpındığımız derin kedere rağmen onlar için endişe ediyoruz. Kendimize dahi açıklamadan onların öleceğinden yalnız kalacağından hastalanacağından bizi çeken o karanlık zayıflıklarının içinde bizsiz yok olacaklarından korkuyoruz.
Başkaları onların en parlak yablarını görürken biz en karanlık yanlarını görüyoruz.
O parıltıyla, o zifiri karanlığın birlikte oluşturduğu tuhaf girdap çekiyor bizi içine; PARILTILARINA GELİYOR YALNIZLIKLARINDA KAYBOLUYORUZ.
...Birine bağlanmadan önce 'bağlandığımda
acı çeker miyim' diye korkarken
bağlandıktan sonra 'acaba o acı çekecek mi' diye korkmaya başlarız; kendi acılarımız bize tahammül edilebilir gözükürken, kendimiz her acıya dayanabilecek gibi hissederken onların hiçbir acıyı taşıyamayacaklarından kendi acılarının altında ezileceklerinden çekiniriz.
...Bir insan bir insana neden bağlanır?
Niye bağlandığımızı kendimiz bilir miyiz?
Akıllı nedenler buluruz duygularımıza, ama asıl neden aklın sızmadığı kutuluklarda gizlidir.
O gizli kutuluklarda ki zayıflıklar niye çeker bizi?
kendi zayıflığımızdan mı? Yoksa bağlanan, kendi bağlandığından daha sağlam mı görür, kendi çektiklerine bağlandığı insanın dayanamayacağına mı inanır; bağlanmak bir güçsüzlük gibi görünürken acaba bağlanan kendi gücünü mü hisseder bu bağlılıkta?
Güzel güçlü bir zayıflık Karanlığı ışıklı bir siyahlıktan oluşan bir uçurum gibi çeker bizi, bir kere eğilip baktıktan sonra gözlerinizi almak kolay değildir.
Karanlıklara bağlanırız ama parlak ve alevli olanlara.
Böylesine parlak karanlıklar ise ancak ölümde, derinlikte, ihanette, yalnızlıkta bulunur.
Ve başkaları onların parlaklığına hayran olurken biz karanlığa acır ve esir düşeriz.
Onun için bağlanmak ayırır bizi diğer insanlardan.
diğerlerinin meyveleri toplayıp yediği bir bahçede, o meyvelerin bozulmasından elde edilmiş lezzetli ve yakıcı içkileri içmenin sarhoşluğuna, o içkiyi keşfetmiş olmanın ve kalabalıklardan ayrılmanın hazzıyla bırakırız kendimizi.
'niye bağlanırız bir insana' diye sorulduğunda' içkileri meyvelerden çok sevdiğimiz için'deriz.
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

İĞDE KOKULARI


Gece, damlaları iğde çiçeği kokan lacivert bir nehir gibi sakin bir vakarla akıyor, kızıl sardunyaların arasından. Mahzun bir genç kız gibi duran limon ağacı, bir türlü çiçeklenemeyen hanımeli, annesinin allığını sürmüş bir kız çocuğuna benzeyen, açtığı zaman bile boyu bir tomurcuğun boyunu geçmeyen minik çiçekleriyle gül fidanı uzun bir uykuya dalmışlar.

İnsanların, seslerin, ışıkların çekildiği bir zamandayız.

Kokular imparatorluğunun bendeleriyiz artık, ruhumuz bir buhurdan gibi tüten kokularla dalgalanıyor.

Ne kadar kalabalık bir yalnızlığa sahibiz.

Ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz.

Kendi yıldızlarıyla çoğalan karanlık kainat gibi uzak şimdi dünya, iğde, limon, hanımeli ve gül kokularıyla bezenmiş tehlikeli yalnızlığımızda geçmişimiz de geleceğimiz kadar muğlak ve meçhul gözüküyor.

Hatalarımızı ve pişmanlıklarımız, çıkarsak bizden geriye ne kalır.

Hayatımıza alevli galaksiler gibi ışıklar içinde giren nice insan, çarptığı yeri kanatan, ateşini kaybetmiş bir taşa dönmedi mi?
İşlediğimiz günahlar değil mi, bizi başkalarının günahkârlığına inandıran?
Kendimizi affetmemizdeki bu korkunç hoşgörü değil mi, başkalarını affetmemizi bu kadar zorlaştıran?
Kendimizle her karşılaştığımızda sevimsiz bir yabancı
görmüş gibi başımızı çeviriyoruz, kendi yüzümüze yerleştireceğimiz bir başka yüz arıyoruz.

"Bu değil benim yüzüm" diyoruz, "bu olmamalı."

Kendimizin çocuğu gibiyiz, her gece kendimize kendimizle ilgili bir masal anlatıyoruz, bir prens oluyoruz, bir prenses, dürüst, içten, cesur oluyoruz, iyiliklerle donanıyor, sevecenliklerle yüceliyoruz.

En çok yalanı en yakınlarımıza söylüyoruz.

Önce kendimize, sonra en sevdiğimize...

İhanetin zamanını biliyorum.

Sizi vuran hançeri, size en yakın olan tutacak, size en yakın olan ona en çok sokulduğunuzda vuracak.

Ve , siz içinizdeki hançeri çıkartıp vurmak için onun size sokulduğu zamanı bekleyeceksiniz.

İhanet hançerini sokmak için, dokunabilecek kadar yakın olmak gerektiğini sezeceksiniz.

Şöyle haykırmayı öğreneceksiniz:
"Yaralanmışlardan korkun."

Yaralanmamış kim var peki?
Ve , yaralanmamış kimse yoksa siz kime sarılacaksınız?
İğde kokularının içine incecik limon çiçeği kokuları sızıyor, minicik bir gül var, koyu karanlığın içinde, çiçeksiz bir hanımeli.

Sessiz ve mükemmel gece.

Ve biri eksik.

Biri her zaman eksik.

Biri, geldiğinde bile eksik.

Öyle eksildik ki yaşarken, bize dokunan herkesi eksiltiyoruz.

Yalnızlığımızla çoğalıp kalabalığımızla eksiliyoruz ve öylesine kalabalık ki yalnızlığımız.

Ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz.

Hayat bize hep aynı şeyi öğretiyor, "Mükemmel biri yok."

Ve en maceraperest olanlarımız, en gözü karalarımız, en çılgınlarımız şöyle diyor:
"Biri var ve ben onu bulacağım."

Ve o zaman bir ses bize diyor ki:
"Sen mükemmel değilsen başkası niye olsun?"

Ve o zaman biz diyoruz ki:
"Ben mükemmel olsaydım, mükemmel birini niye arayacaktım?"

Hepimiz kendimizde olmayanı arıyoruz.

Ve, hepimiz ancak kendimizde olanı buluyoruz.

Yaralanıyor ve yaralıyoruz.

Gökyüzü karanlık ve yıldızlar parlıyor.

Ruhumuz karanlık ve iyiliklerimiz mi parlıyor, yoksa geniş bir iyiliğin içinde kristal iğneler gibi parıldayanlar kötülüklerimiz mi?
Sonsuz, sessiz ve geniş bir iyiliğin içine mi yerleştirilmiş kötülüklerimiz, yoksa sonsuz kötülüğün içinde parlayan ışık vahaları mı iyiliklerimiz?
Ve biz bunlardan hangisini isteriz?
İyiliklerimizin parıldamasını mı, yoksa kötülüklerimizin parıldamasını mı?
Niye hepimiz birbirimize benziyoruz?
Nasıl oluyor da bir vakit yaşadıktan sonra insanların ne zaman, ne yapacağını öğreniyoruz, nasıl oluyor da birbirine hiç benzemeyen insanlar bile birbirine benzer şeyler yapıyor?
Başkalarının da bize benzediğini görmekten bir teselli mi bulmalıyız, yoksa başkalarına bu kadar benzemek bizi utandırmalı mı?
Zehirin panzehirini de zehirden yaptıkları gibi acının panzehirini de acıdan mı yapıyorlar?
Canımızı acıtanın canını acıtmak geçiriyor mu acımızı?
Yaralandıkça yaralıyoruz.

Yaraladıkça yaralanıyoruz.

Bu kadar basit mi gerçekten yaşadıklarımız?
Böylesine ufuksuz bir gerçeği gördüğümüzde bütün gerçeği görmüş mü oluyoruz?
Ve biz bu kadar sığ mıyız?
Peki, ya kendimize ve sevdiklerimize anlattığımız o oymalı masallar, içimizi serinleten o, "ben farklıyım" inancı.

Şöyle mi demeliyiz: "Ben farklı değilim ve kimse farklı değil."

Acaba onun için mi filmleri ve romanları seviyoruz, bize farklı olanları anlattıkları ve bizi farklı birilerinin de olabileceğine inandırdıkları için mi?
Yeryüzünde dürüst birilerinin de olabileceğine inanıp onu mu aramalıyız, yoksa acının başladığı her yerde dürüstlüğün bittiğini kabul edip dürüstlüğü istemekten vaz mı geçmeliyiz?
Herkes yalan söylüyorsa en dürüstümüz, "Ben yalancıyım" diyenler mi?
Dürüst olduğunu söyleyenlerden mi korkmalıyız, yoksa yalancı olduğunu söyleyenlerden mi?
Kendimizi kimden sakınmalıyız?
Ve kendimizi sakınmalı mıyız?
Neden dürüst birine, güvenebileceğimiz birine bu kadar ihtiyacımız var, kendimize ve dürüstlüğümüze güvenemediğimiz için mi?
Bizi, dürüstlüğün gerçekten var olduğuna inandırması, bizi de dürüstlüğün güvenilir sularına çekmesi için mi insanlara dürüst olmaları için yalvarıyoruz?
Niye kendimizde olmayanı başkasından istiyoruz?
Kendimizde olmadığı için mi?
Yalandan en çok yalancılar, günahtan en çok günahkârlar, ihanetten en çok hainler mi korkuyor?
Yalanın, günahın ve ihanetin çizgisini ne kadar çabuk ve kolay geçtiğimizi bildiğimizden mi başkalarının da o kadar kolay ve çabuk o çizgileri geçeceğine inanıyoruz?
Günahın ve ihanetin o muhteşem lezzetini tattığımız için mi başkalarının da onu tatmak isteyeceğini düşünüyoruz?
Hiç yalan söylemeyen, belki de başkasının yalan söyleyebileceğini hiç düşünmez.

İhaneti aklından geçirmeyen, başkasının da ihanetinden o kadar kuşkulanmaz.

Bu sorularla ne kadar yalnızız.

Ve ne kadar kalabalık yalnızlığımız.

Herkeste kendimize çarpıyoruz.

Ve bir ses bize diyor ki:
"Sen mükemmel değilsen, başkasının mükemmel olmasını niye istiyorsun?"

Ve biz diyoruz ki:
"Ben mükemmel olsam, başkasının mükemmel olmasını niye isteyeyim?"

Kara ipekten bir yorgan gibi üstümü örtüyor, iğde kokuları, limon çiçeklerinin incecik kokusu, kızıllığı karanlığın içinde bile sezilen sardunyalar, minicik saplarının ucunda sessizce duran minicik güller, çiçeklenmemiş bir hanımeli.

Sessiz, sakin ve mükemmel gece.

Kokular imparatorluğunun bendeleriyiz bu saatlerde, ruhumuz kokularla dalgalanıyor.

Ne kadar kalabalık yalnızlığımız.

Hepimiz yaralanmayı biliyoruz.

Yaralamamayı bilen birisini arıyoruz hepimiz.
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

HAYALLER KURACAKSIN

Acı, ağulu dikenler gibi ruhuna dolandığında, öfke kızıl bir küheylan gibi koşturduğunda, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında, duracaksın,
durup gümüş bir su gibi akan sabahın tazeliğine bakacaksın,
sana iki yüz yıl önceden haberler taşıyan alaycı kargaların sesini dinleyeceksin,
çiçeklerini koklayıp derin bir soluk alacaksın.
Ölüm seni kuşattığında, tam da o sırada, hayatı düşüneceksin..
Acıyı, öfkeyi, kederi ulu bir gölgeliğe yatıracaksın bir zaman, 'dinlenin biraz' diyeceksin.
Bir inci avcısı gibi, ta derinlere dalıp tek tek bütün istiridyeleri açarak, bir sevinç arayacaksın.
Hayaller kuracaksın.
Hatıralarını bir daha gözden geçireceksin.
Sevdiklerini düşüneceksin ve seni sevenleri.
Özlediklerini düşüneceksin ve seni özleyenleri.
Teninde iz bırakanları ve senin izini taşıyan tenleri.
Seni şakalarıyla güldürenleri ve senin şakalarına gülenleri.
Sevinçlerini, hayallerini, hatıralarını, sevdalarını, sevişmelerini,
özlemlerini, şakalarını bir bir yerleştireceksin içine, hayat denilen mucizenin sana verdiği armağanları sıkıca kucaklayacaksın.
Ölüm her yandan üstüne saldırıp seni kuşattığında, tam da o zaman hayatı düşüneceksin.
Güzel bir haber gelecek belki yarın sabah.
Belki bir mektup alacaksın.
Sana gülümsemesini istediğin biri gülümseyecek belki sana.
Serüvenci gemiciler gibi meçhul denizlerde kaybolduğunda,
tam da o zaman karanın bir gün görüneceğini düşüneceksin.
Gözcünün kara göründü diye bağırdığını hayal edeceksin.
Kara hiç görünmese bile, hiç olmazsa neyi aradığını ve neyi kaybettiğini bileceksin, çektiğin onca fırtınanın, varmayı umduğun hedefle mana kazandığını anlayacaksın.
Her şeyi kaybetsen de hayallerini kaybetmeyeceksin.
Neyi aradığını hiç unutmayacaksın.
Sevinçlerini ne kadar hatırlarsan, acının derinliğini o kadar kavrayacaksın.
Yaşadığın ve yaşayabileceğin güzel şeyleri ne kadar çok düşünürsen öfken o kadar keskinleşecek.
Karanlık inerken ışığa daha dikkatli bakacaksın.
Geleceğinle arana dibinde canavarların dolaştığı bir uçurum koyduklarında, nasıl biteceğini bilmediğin atlayışını yapmadan önce, geçmişine, sevinçlerine, hayallerine yaslanıp güç alacaksın.
Sevdiğin türküyü mırıldanmaktan hiç vazgeçmeyeceksin.
Bir çiçek iliştireceksin yakana.
Ölüm seni kuşattığında, tam da o zaman, hayatı düşüneceksin.
En azgın, en ihtiraslı sevişmelerini...
En çılgın hayallerini...
En çağıltılı kahkahalarını...
Belli olmaz, belki yarın sabah bir haber alacaksın.
Acı, ağulu dikenler gibi ruhuna dolandığında, öfke kızıl bir küheylan gibi koşturduğunda, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında, duracaksın,
durup gümüş bir su gibi akan sabahın tazeliğine bakacaksın, sana iki yüzyıl önceden haberler taşıyan alaycı kargaların sesini dinleyeceksin, çiçeklerini koklayıp derin bir soluk alacaksın.
Ölüm seni kuşattığında, tam da o sırada, hayatı düşüneceksin.
Acıyı, öfkeyi, kederi ulu bir gölgeliğe yatıracaksın bir zaman,
'dinlenin biraz' diyeceksin.
Onları şefkatle dinlendireceksin.
Çünkü onlara yine ihtiyacın olacak.
 
Ce: buyrun burası da benim köşem.banuca75

canım seninle başka bir yerde karşılaşmıştık..beni umarım hatırşıyorsundur:)
 
Geri
Üst