Depresyon;Bir Beslenme Bozukluğu

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Depresyon;Bir Beslenme Bozukluğu
Eğer neden bu kadar çok insanın “tedaviye dirençli” depresyondan mustarip olduğunu merak ediyorsanız, bunun sebebi ana akım tıp ve psikolojinin buna yalnızca “palyatif (anlık-geçici)” sözümler sunmasıdır. Bunlar, yalnızca semptomları tedavi eder, sebepleri değil...

İlaç tedavisi yalnızca depresyonun belirtilerini baskılar ama depresyonun sorumlusu olan biyokimyasal bozukluğa yönelik hiçbir şey yapmaz. Bir kez hasta ilaca başladı mı belki de ömürlerinin sonuna kadar o ilaçtan bu ilaca dolaşıp dururlar.

Benzer şekilde, ana akım psikologlar da depresyon belirtilerini konuşma terapisinin hafifleteceğine inanır. Mitsel “bilinçaltı”mızda saklı bulunan irrasyonel düşünce, nahoş çocukluk anıları veya “kötü ebeveynler”in bizi depresyona soktuğunu var sayarlar. Bizi, davranışlarımız veya inançlarımızı değiştirerek (örneğin Rasyonel Cognitif Davranış Terapisi) altta yatan biyokimyasal sorun çözebileceğimize inandırırlar. Yapamız gereken yalnızca bu “şuur dışı” düşünceleri bilinç düzeyine getirmemizdir ve şıp diye iyileşiveririz. Bu nedenle semptomlarla sebepleri karıştırmaktadırlar. Bu, altta yatan biyokimyasal bozukluğu es geçen palyatif bir tedavi tedavidir.

Doğru, hayatta boşanma, ölüm, sevilenbiri tarafından red edilme veya herhangi başka bir travma sonrası stresli bir durum yaşadığımızda, stres hormonları bizim “iyi hissetme” nörotransmitter üretimimize karışır ve depresif oluruz. Bu, kişinin dışsal kaynağının farkında olduğu “çevresel” depresyondur. Bazen bu durumdaki kişilere, sorunlarının temelinde yatan mücadele tekniklerini veya kendi öz güvenlerini değiştirmek suretiyle yardımcı olunabilir.

Söz konusu stres kaynağı ortadan kalktığında kişiler tekrar mutluluk hormonları üretmeye başlar ve yaşam eski halini alır.

Ne yazık ki birçok depresif kişi bu kategoriye girmez çünkü dışsal travma ortadan kalktığında bile çökkün hissetmeye devam ederler ve bunun sebebini de anlayamazlar, bu da onları terapistlere götürür.

Bu web sitesinde yardım arayanların çoğunluğu “endojen” depresyon sahibidirler; bu da depresyonlarının temel olarak beyindeki kimyasal bir dengesizlikten ileri gelmesidir. Ana akım tıp ve psikoloji bu insanlara yardımcı olamamaktadır çünkü “endojen” depresyonun sebeplerine ilişkin yeterli bir açıklamaları yoktur. Sonuç olarak da depresif insanlara yardım edebilecek durumda da bulunmamaktadırlar.

Bu nedenle de endojen depresyona ilişkin olarak, ön plandaki dar ilaç ve/veya psikoterapi modeline alternatif olarak bilimsel esaslara dayalı yeni bir yorumlamaya ihtiyacımız vardır.

Ben, depresyon ve bu nedenle de psikotik olmayan tüm diğer ruhsal rahatsızlıkların, enerji üretimine ilişkin bir bozukluk olduğunu ifade eden psiko-beslenmesel modeli öne sürüyorum.

Beynin triptofanın serotonine dönüştürülmesi gibi bir molekülü bir diğerine çevirebilmesi için, ATP denen biyolojik enerjiden orantısız bir miktara ihtiyacı vardır. Bu enerji de kanımızda glikoz formunda bulunan şekerlerden elde edilir. Glikozun biyolojik enerjiye çevrimi, glikolisis denen kompleks bir mekanizmanın sonucudur.

Beyin, vücudun yalnızca yüzde ikisini oluşturmasına rağmen, uyanık veya uyku halinde olmamızdan bağımsız şekilde tüm mevcut enerjimizin %60-70’ine ihtiyaç duyar. Normal sağlıklı bir hücre, içindeki biyokimyasal reaksiyonları ateşleyebilmek için saniyede yaklaşık 2 milyon ATP molekülüne ihtiyaç duyar.

Bu nedenle, beyin, bu enerjiden yoksun kaldığında, normal zamanlarımızda mutlu ve huzurlu hissetmemizi sağlayan serotonin, norepinefrin, dopamin veya asetilkolin gibi nörotransmitterleri üretemez.

Serotonin olmadan, vücut melatonin uyku kimyasalını üretemez, bu nedenle depresyonun genellikle insomniaya eşlik ettiğini görürüz. Serotonin aynı zamanda iştah mekanizmasıyla da bağlantılı olduğundan, depresyon aynı zamanda kilo sorunlarıyla da birlikte görülür. Sadece enerji değil, bir diğer bazı besin grubu da beyindeki bu reaksiyonların meydana gelmesi için gereklidir. Bunlar pek ala yetersiz durumda olabilir.Eğer evrensel enerji kaynağı, gıdalarımızdaki glikozdan meydana getiriliyorsa, Batı dünyasındaki yüksek enerji tüketen toplumların neden enerji yetersizliğinden mustarip olduğu merak edilebilir. Bu durum, depresyon ve diğer ruhsal rahatsızlıklardaki üslü artışla bağlantılı olabilir mi?

Aşırı tüketilen şeker, glikoza çevrildiğinde vücudu bağışıklık sistemi ve DNA üzerinden serbest radikal saldırısına maruz bırakır. Glikoz çok kolayca peroksitlere ve diğer toksinlere okside edilebilir. Vücudun, aşırı şekere karşı bir savunma mekanizması vardır; glikoz ve diğer besin maddelerinin hücre duvarını aşarak içeri girmesini kontrol eden insülinin reseptörlerini kapatır. Buna, hipoglisemik semptomlara yol açabilen “İnsülin Direnci” adı verilir.
 
Geri
Üst