Dört Mevsim California

*GüMüŞ*

Yeni Üye
Üye
Dört Mevsim California
Çelik SÜZEN
DSCN2522.jpg
Bir California günü daha başlamıştı. Mavi gökyüzü ve enerjisini eksik etmeyen güneş. Bir de garip bir gürültü. Yarı uyanık halde kapıyı açtığımda, İsa ile yüz yüze geldim. Yüzündeki yorgunluk, bu ülkede başına nelerin geldiğini açıklamaya yetiyordu. Sabahın yedisinde İsa’nın kapımı tekmelemesi pek rastlanacak bir olay olmadığından hemen kendime gelmeye çalıştım. İsa ise konuşmadan kanapeye çöktü.
“Dostum okul ile yine bir sorun oldu, erkenden okula gideceğim.”
20 dakika sonra, evime 10 dakikalık mesafedeki Üniversite caddesi üzerinde bulunan Starbucks’a gittik. Her zamanki gibi günün kahvesi ve “apple turnover” denen şeyden aldıktan sonra, bahçede öylesine oturmaya başladık. Bir taraftan da elimize geçirdiğimiz “Los Angeles Times” ile ilgilenmeye çalışıyorduk. İsa ise daha çok sevdiği “Register” adlı gazeteyi kurcalıyordu.
İkinci tur kahveler ile birlikte caddeden gelip geçen şeyler biraz daha anlam kazanmaya başladı. Bir gün önce bir kaç Faslı ve Brezilyalı ile epey bir nargile içmiş, arkasından da ne olduğunu hala hatırlayamadığım bir partiye dahil olmuştuk. Biraz daha kendime geldiğimde, İsa’nin beni partide bırakıp ortadan kaybolduğu aklıma geldi. Bereket, Patrick adlı bir arkadaşım beni o enkaz halimle eve kadar getirmişti. Şimdi İsa’nın sabah sabah neden sokaklara dökülüp bana uğradığını anlamıştım.
Ne kadar süre geçirdiğimizi hatırlamıyorum, ancak saat 8.30 olmalıydı. Kahve kuyruğunda Angie’yi gördüm. Saat gibi adam. Her sabah kahve içmeye aynı saatlerde gelir ve bütün gazeteleri okuduktan sonra işe giderdi. Ama ne iş yaptığını hiç öğrenemedim. Onu daha önceden tanıyanlar, Pakistan’da zengin bir ailesi olduğundan bahsetmişlerdi. Bütün her şeyi bırakıp, önce Almanya sonra da İngiltere’de yaşamıştı. Sonunda buralara kadar gelmiş bir şekilde de Amerikan vatandaşı olmuştu. İsa ise olmak üzereydi. Ben mi? Dünya vatandaşı.
Her zaman yapmış olduğumuz muhabbet saatin ilerlemesi ile birlikte sona ermek zorunda kaldı. İsa’nın “Panzer” olarak adlandırdığımız 1984 model VW Golf’ü ile birlikte I-215 üzerinden San Bernardino’ya doğru yola koyulduk. Üniversite’de işler kısa sürdü.
“İsa, San Bernardino’ya gidelim. Şu ilk Mc Donalds’ı görmek istiyorum”.
Bir zamanlar, aslına bakarsanız Palm Springs keşfedilmeden önce, San Bernardino, Riverside ve Redlands kentleri iklimin uygunluğundan dolayı emekli Amerikalılar cenneti haline gelmiş, ancak sonraları Meksikalıların çoğunluğu ele geçirmesi ile birlikte, yaşlı Amerikalılar, özellikle San Bernardino şehrini terk etmişler. Bir de gün geçtikçe engellenemeyen çete savaşları, San Bernardino’yu çok kişi için yaşanılmaz derecede güvensiz hale getirmiş. Hala da öyleydi. Akşam karanlığı ile birlikte başınıza her türlü belanın gelebileceği bir yer. Yani, ilk Mc Donalds’ın kurulduğu, ve fikrin bütün dünyaya yavaş yavaş yayıldığı bu şehir artık başka ilklerin peşindeydi.
San Bernardino’dan sonra, Guitar Center’a gittik. Randy Rhoads ve Sammy Hagar’da bu şehirden çıkmıştı. Rock tarihinden iki önemli gitarist. Biri artık yaşamıyor.
Sıkıntıdan patlıyorduk. Kendimizi Big Bear kayak merkezine doğru giderken bulduk. Bu eyalette isterseniz, aynı gün içerisinde, okyanusa gidebilir, sonra da kayak yapabilirsiniz. Hemen sonra, çöle gidip yürüyüş yapabilirsiniz. Mesela, “Joshua Tree” milli parkı vahşi doğa içinde yürüyüş yapabileceğiniz bir yer.
Meksikalıların ve diğer yabancı milletlerden olan insanların California rüyası sonucunda, gerçek Amerikalı dediğimiz kesim ( tanım aslında yanlış ama onlar kendilerini bu şekilde adlandırıyorlar ) ya okyanus kenarına, ya dağlara, ya da çöl içinde bulunan lüks yapılardan oluşmuş ve sonradan kurulmuş yerleşim merkezlerine çekilmişler. Bu gibi yerlerde, Meksikalı ya da “Hispanic”, zenci veya diğer yabancılara pek rastlayamazsınız. Pardon bir istisna var, İngilizlere rastlayabilirsiniz. Onlar da pek yabancı sayılmazlar. En azından bana göre.
Big Bear şehir merkezinde biraz dolaştıktan sonra, yerel halkın oldukça kaba olduğunu anlamam uzun sürmedi. Hatta biraz ırkçı desek pek yalan olmaz. Tabi ne de olsa yabancılardan kaçmışlardı, ve biz yabancıların gezi amaçlı olsa bile onların yakınına gelmiş olmamız karşısında tedirgin olmaları normal sayılabilirdi. Tıpkı Arizona’da olduğu gibi, insanlar yabancılar ile minimum iletişim kuruyordu. Her neyse beni ilgilendirmez, kendileri bilir.
Göl kenarındaki gezinin arkasından, daha önce hiç görmediğimiz bir yola saptık. Nedense İsa böyle maceraları severdi. Yolun ismini bile ilk defa görüyordum. “238” nolu yol. Gidiş gelişten ibaret. Öyle filmlerde gördüğünüz gibi 5 geliş 5 gidiş şeritli değildi. Çam ağaçlarının içinden süzülmeye devam ettikten bir süre sonra, yolun sağında ufak bir park alanı gördük ve durduk.
Uçurumun kenarına geldiğimde, önümde uzanan çöle bakmakla yetindim. Uçsuz bucaksız bir düzlük. Yer yer yeşillikler vardı. Kaktüs ormanları. Manzaraya daha dikkatlice bakmaya başladım. Çölün ortasında ufak bir yerleşim merkezi vardı. Oraya gitmem gerektiğini düşündüm, neden bilmiyorum? Hedefe doğru hızlandık.
Yerleşim merkezine yaklaştığımızda bu yeri yakından tanıyamıyacağımızı anlamıştım. “Reservetion Area”. Yani kızılderililerin yaşam bölgelerinden biri. Bizi pek sıcak karşılamadılar. Tam beklediğim gibi. Bu bölgelerde istedikleri gibi serbest yaşayan hatta bırakın eyalet yasalarını, bazı federal yasalardan bile etkilenmeyen bu kara parçasının ilk yerleşenleri, bizim malesef yabancı olduğumuzu anlayamayacak kadar öfke dolu olmalarından kaynaklanan bir ön yargı ile bize “Beyaz” muamelesi yapıyorlardı. Zaten bu acaip yerde görülecek bir şey olmadığına karar vermiş ve kasabadan bir paket sigara alarak uzaklaşmıştık. Yukarı baktığımızda çam ormanının içinde zorla gözüken ihtişamlı dağ evlerini gördükten sonra, bu insanların neden öfkeli olduklarını anlamanız biraz daha kolay hale geliyor. Bir de kovboy filmleri ve uydurulmuş hikayeler var.
Çölde son sürat ilerlerken kaybolduğumuzu anladık. Aynı yoldan geri dönmek istemiyorduk ancak bize yol gösterecek hiç bir ibarede yoktu. Sızlanarak geri dönmeye karar verdik.
Big Bear’e yaklaştığımızda, tam anlamıyla şok geçirdik. Yaklaşık 4 saat önce güneşli bir şekilde geride bıraktığımız şehir, aniden bastıran kara teslim olmuştu. Karın beklenenden önce yağdığı Ranger’ların yolları kontrol altına almasından belliydi. Bizi de durdurdular.
“Merhaba, arabanızda zincir yoksa daha ileri gidemezsiniz. Zinciri ileride sağda güvenlik alanında takabilirsiniz”
Zincirimiz yoktu. İsa zincirimizin olduğunu söyledi. Sonra güvenlik alanına doğru ilerledi. Diğer arabaların yanına geldik. Sonra da çaktırmadan yola koyulduk. Ancak bir sonraki kontrol noktasında yakalanabilirdik. Kar şiddetini arttırmıştı. Yol kenarında mahsur kalanlar, kayıp şarampole yuvarlananlar ve son derece rahat şekilde hareket eden 4x4 sahipleri yol manzarasını tamamlıyorlardı.
Son kontrol noktasından da geçtik. Şimdi aşağı doğru kıvrılan dar ve bir o kadar da kaygan bir yolda, eski lastikler ile ilerliyorduk. İsa sanki askerdeyken karlı havalarda kullandığı Land Rover’ı kullanıyormuş gibiydi. Ama arabamız Land Rover değildi. Bir kaç ufak tehlikeden sonra, benzincinin birinde durduk. Kahve ve sigara molası. Müthiş kar yağıyordu. Dışarı çıktık ve manzaranın keyfine daldık. Üzerimizde sadece yarı kalın sweat shirtler vardı.
15 dakika sonra kar arkamızda kaldı. Hızlandık. I-10’ çıktık. Yaklaşık 1 saat sonra, Orange County bölgesinin dayanılmaz güzellikteki sahil şeridinde kendimizi bulduk. Hava çok sıcak olmamakla beraber, kısa kollu t-shirt ile dolaşılabilecek nitelikteydi. Suyun üzerinde yükselmiş Pier’den, surf yapanları seyrettik. Bir süre sonra, inanılmaz bir rüzgar çıktı. Aslına bakarsanız fırtına gibi bir şeydi. Ayakta durmak zorlaşmıştı. Arkasından da, şiddetli bir yağmur. Geri dönme vakti gelmişti.
30 dakika sonra, yağmuru geride bırakmıştık. İlerlerde bir yerlerde kar yağıyordu. Arkamızda yağmur. Çölde ise hava sıcaktı. Riverside’a yaklaştığımızda hava kararmak üzereydi. Gökyüzü oldukça güzel gözüküyordu. Şimdi gece başlamıştı. İsa ani bir hamle ile arabayı sağa çekip yavaşladı. Ben ise gördüklerim karşısında taş kesilmiştim. Güneş tekrar çıkmıştı sanki. Hatta dünyanın sonu geldi herhalde dedim. Çok kısa süre sonra yapay ışık gücünü kaybetmeye başladı. Sonra gökyüzünde süzülen rokete benzer şeye bakmaya devam ettik. Bizden başkaları da durmuş ve onu seyrediyorlardı.
İsa hafif bir küfürden sonra yola devam etti. Eve geldik. Televizyonda, “Recycle” malzemelerden yapılmış ilk roketin denemesinin başarılı geçtiğinden bahsediyordu. Bir de, kaçak olarak ülkeye sızmaya çalışan ama sussuzluktan ve sıcaktan dolayı çölde ölen Meksikalılar ile ilgili bir haber vardı. Diğer bir haber ise, California’da kumarhane çalıştırma yetkisinin kızılderelilerden geri alınmasını istiyordu. Ne de olsa yanıbaşımızda Vegas vardı.
Tekrar dışarı çıktık. Limericks adlı bara gittik. Kapıda, kimlik kontrolünden sonra, içerideki etten duvara doğru ilerlemeye başladık. Köşede aynı zamanda sınıf arkadaşım olan Lübnan asıllı garson ile göz göze geldim. İsa hemen bira aldı, bense her zamanki gibi Club 7. Diğer köşede, Gretchen Miller ve arkadaşları vardı. Beyaz Amerikalılar. Barın diğer tarafına geçtik. Genç yaşta doçent olmuş Yanni ile karşılaştık. Yunan ve Türk muhabbeti başladı. Yanni’nin inanılmaz iyi espri anlayışı her zamanki gibiydi. Sadece gülüyorduk. Derken genç Türk grubunu gördük. Arap arkadaşları ile koyu bir sohbet döndürdükleri belliydi. Biraz ileride ise alkolün etkisi ile kendilerinden geçmiş Amerikalılar vardı. Uzakdoğulu olanlar, Meksikalı olanlar ve diğerleri.
Dışarı çıktık. Çok kişinin bilmediği ve sadece Meksikalıların takıldığı akşamdan kalanlar için geç saatlere kadar çalışan ufak bir restorana gittik. İşkembeye benzeyen çorba fena değildi. Çorbanın neden yapıldığını yine soramamıştım. Cesaretimi toparlayıp bir türlü soramadığım bu sıcak sıvı nedense hoşuma gitmişti. Aklıma, toprağı bol olsun, böyle bir mekanın var olduğunu bana söyleyen, uzun seneler Türkiye’de çalışmış, Kanada asıllı Amerikalı AP Roberts geldi. O olmasaydı, burnumun ucundaki böyle bir yeri asla bilemeyecektim. Sonra, şehrin tehlikeli bölgesinin sınırı sayılan bir yere gidip, döner yemeye karar verdik. Az ileride Cafe Azteca denen asla içine girmeyi düşünmediğimiz barda, polisin bir Meksikalıyı yere yatırdığını gördük. Sonra diğer polisler ve Meksikalılar arasında köşe kapmaca başladı. Oradan arazi olduk. Arkamıza bile bakmadan.
Eve geldik. Uyuma zamanı gelmişti. İsa beni sitenin girişinde bıraktı. Sonra hızlı bir şekilde arabanın camını açtı.
“Dostum dün olanlar için kusura bakma. Amerikalı bir hatunla tanıştım ve seni orada bırakmak zorunda kaldım”.
Üst kattaki Tayvanlıların çıkardığı gürültü ile birlikte uyumaya çalıştım. Derken birisi camımı tıklattı. Arjantinli komşum, çakmak arıyordu. Bir tane buldum.
Televizyonu açtım. Conan O’Brien show yeni başlamıştı. İrlanda asıllı talk show üstadı.
“St.Patrick günü artık İrlandalıların günü olmaktan çıktı. Neydi şu son geçit töreni. Türkler, Yunanlılar ve diğerleri, onlar da yeşillere bürünmüş ve geçite katılmışlardı. Nasıl bir St.Patrick günü bu........”. Arkasından, gülüşmeler.



kaynak:uzaklar.com
 
Geri
Üst