Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler

Ce: Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler



Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.

Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbulun manevi fatihi. İsmi, Muhammed bin Hamzadır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdinin neslinden olup, soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddika kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şamda doğdu. 1460 (H.864)da Bolu'nun Göynük ilçesinde vefat etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kuran-ı kerimi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadoluya gelip, o tarihte Amasyaya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancıka müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankarada bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veliye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halepte bulunan Şeyh Zeynüddine talebe olmak için Halepe giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veliye talebe olmak üzere Ankaraya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veliden icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:

"Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.

Pasteurun teknik aletlerle Akşemseddinden dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteura mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebiyi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.

Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah, Muhammed Emrullah, Muhmmed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.

Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbulun fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultana gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultanın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbula girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişaha hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultanın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensarinin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:

"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır." cevabını verdi.

Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultanın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensarinin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe,yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddinden İstanbulda kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişahın bu teklifini kabul etmedi.

Akşemseddin, İstanbulun fethinden sonra, Göynüke yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynüke yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullahın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa, bu zahmeti çok dünyadan göçerdim. derdi. Bir gün hanımının; Göçerdim dersin yine göçmezsin! demesi üzerine; Göçeyim! deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynükteki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.

Buyururdu ki: Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kuran-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve cömert ol. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.

Eserleri:

1) Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçeye çevrilmiştir. 2) Defü in, 3) Risale-i Zikrullah, 4) Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, 5) Malumat-ı Evliya, 6) Maddet-ül-Hayat, 7)Nasihatname-i Akşemseddin.
 
Ce: Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler

asikveyselub2.jpg


Aşık Veysel Şatıroğlu(1894 - 1973)

Veysel Şatıroğlu,1894te Sivasın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veyselin dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veyseli. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

Veysellere yörede Şatıroğulları derler. Babası Karaca lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veyselin dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veyselden önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

Yedi yaşına girdiği 1901de Sivasta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.

Bu düşmeden sonra Veyselin belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.

Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeninde doktor varmış. Babasına Çocuğu Akdağmadenine götür, orada gözünü açacak bir doktor var demişler. Sevinmiş babası.

Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veyselin. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.

Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veyselin. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veyseli. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivasın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veyselin babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veyselin dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmetin evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriğinin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağadan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veyseli. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.

Âşık Veyselin hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veyselin bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...

Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.

O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçeye;

Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.

Bunda biraz Anadoluda erkek oğlan olgusunun etkisi varsa, daha çok Veyselin vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

Ne yazık ki bana olmadı kısmet

Düşmanı denize dökerken millet

Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet

Kılıç vurmak için düşman başına.

Bugünler müyesser olsaydı bana

Minnet etmez idim bir kaşık kana

Mukadder harici gelmez meydana

Neler geldi bu Veyselin başına.

Veyselin annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru belki biz ölürüz ve kardeşi Veysele bakamaz düşüncesiyle Veyseli Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esmadan bir kız, bir oğlu oluyor Veyselin. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veyselin acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor.1921in 24 Şubatında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlandan, Emrahtan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.

Ağabeysi Alinin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veyselin bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veyselin ilk eşi olan Esmayı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veyselin acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veyselin kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.

Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

Talih çile kadar sözü bir etmiş,

Her nereye gitsem gezer peşimde.

Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.

O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir.1928de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adanaya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivasın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veyseli dinleyelim:

Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.

Veyselin köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zaranın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veyseli köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adanaya göndermeyen Deli Süleyman, Sivaslı Kalaycı Hüseyin, Veysele yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafikin Yalıncak köyüne ve Zaranın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivastan Sivrialana dönerlerken arkadaşları bir üç kağıtçı grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veyselin 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafikin Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları Halk Şairlerini Koruma Derneğini kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramını düzenliyorlar. Böylece Veyselin yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecerle tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.

1933e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecerin direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veyselin günışığına çıkan ilk şiiri böylece Atatürktür Türkiyenin ihyası... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veyselin de köyünden dışarıya çıkması oluyor.

O zaman Sivrialanın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veyselin bu destanını çok beğeniyor, Ankaraya gönderelim diye istiyor. Veysel de Ataya ben giderim diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankaraya geliyorlar. Veysel Ankarada konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürke getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürke okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: Ataya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur... diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.

O günleri şöyle anlatıyor: Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankaraya gelebildik. Otele gitsek para yok. Nere gidek? Nasıl Edek?  diye düşünüyoruz. Dediler ki: Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir. O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankarada, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendinin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemale duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız? 

Dedi ki: -Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.

Gittik Mustafa Beye derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemale duyurmak istiyoruz. Bize yardım et!  dedik.

Dedi ki: -Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin! 

-Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemale! 

Milletvekili Mustafa Bey, okuyun da bir dinleyeyim bakayım dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankarada çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesiyle konuşacağını söyledi. Yarın bana gelin!  dedi. Gittik. Ben karışmam dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. Ne yapsak?  diye düşünüyoruz. Sonunda, Matbaaya biz gidelim dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanındaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısına yürüdük.

Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -Girmeyin dedi. Çarşıya girmek yasak!  Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.

Polis: -Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!  diye diretti.

-Peki girmeyelim dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahime çıkıştı. Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!  diye çıkıştı.

-Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!  dedik. O zaman polis, İbrahime: -Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!  Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.

-Ne istiyorsunuz?  dedi müdür.

-Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!  dedik.

-Çalın bakayım; bir dinleyeyim!  dedi. Çaldık dinledi!

- Ooo! Çok iyi dedi. Çok güzel.

Yazdılar. Yarın gazetede çıkar dediler. Gelin de gazete alın!  Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:

- Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!  dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemalden ses yok. Dedik: Bu iş olmayacak. Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemalden yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankarada bir avukatla tanışmıştık.

Avukat: - Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir! ... dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! 

Döndük avukata geldik. Ne yaptınız? dedi. Anlattık. Durun bir de valiye yazalım!  dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -Yok!  dedi. Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!  dedi.

Avukat içerledi ve kahretti: - Gidin! İşinize gidin!  dedi. Ankara Belediyesinin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!  dedi. Acıdım avukata.

Nasıl edelim? Ne edelim?  derken bir de Halkevine uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar diye düşündük. Mustafa Kemale gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.

İçeriden bir adam çıktı: -Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?  diye sordu.

-Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!  diye cevap verdik.

-Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!  dedi.

O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -Gelin halk şairleri var, dinleyin. dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler! 

Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevinde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankaradan köyümüze işte o parayla döndük.

Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzetinin:

Mecnunum, Leylamı gördüm

Bir kerrece baktı geçti.

Ne söyledi ne de sordum

Kaşlarını yıktı geçti

Soramadım bir çift sözü

Ay mıydı gün müydü, yüzü

Sandım ki zühre yıldızı

Şavkı beni yaktı geçti.

Ateşinden duramadım

Ben bu sırra eremedim

Seher vakti göremedim

Yıldız gibi aktı geçti.

Bilmem hangi burç yıldızı

Bu dertler yareler bizi

Gamzen oku bazı bazı

Yar sineme çaktı geçti..

İzzetî, bu ne hikmet iş

Uyur iken gördüm bir düş

Zülüflerin kement etmiş,

Yar bonuma taktı geçti. şiiridir.

Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecerin katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiyenin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysele, Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü 500 lira aylık bağlanmıştır.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30da doğduğu köy olan Sivrialanda, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Âşık Veyselin yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkanın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: Kızılırmak soru işaretine benzer, Zaradan doğar, Hafik ve Şarkışladan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseriyi, Nevşehiri, Kırşehiri, Ankarayı ve Çorumu sular, Samsunun Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veyselin yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafradadır, bir ucu da Zarada. Bafraya dek uzanan acılı bir yaşam Zaranın doğusundaki Kızıldağın gür sularıyla beslenip sona erer.


ESERLERİ

En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışlada her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var. Şiirleri, Deyişler (1944) , Sazımdan Sesler (1950) , Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimi kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
 
Ce: Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler



Ehl-i sünnetin reisi, imamların imamı: İmam-ı âzam

Bağdat çarşısı... Bakırcılar, kalaycılar, fırıncılar... Balıkçılar, baharatçılar, hurmacılar... Koyunlar, katırlar, kervanlar... İpekli kumaşlar, kıymetli taşlar, aksakallı tüccarlar... Her meşrep ve her meslekten bin çeşit insan. Deyinki arı kovanı, sesler, renkler, kokular...

İşte pazarın en cıvcıvlı anında kendini bilmezin biri geliyor İmam-ı âzam hazretlerinin yakasını tutuyor. Hem ağıza alınmayacak şeyler söylüyor, hem de hırpalıyor. Çarşı bir anda duruluyor, ortalıkta buz gibi bir hava esiyor. Olacak şey değil. Yüce velinin sevenleri donup kalıyorlar. Neden sonra içlerinden biri kıpırdıyor Bakın hele şu edepsize  deyiverince kalabalık dalgalanıyor. Adam telâşla kaçmaya başlıyor ama önde İmam arkada talebeleri peşine takılıyorlar. Düşünün Bağdat çarşısında yüce velinin kovaladığı bir adam... Ardında kasaplar, çobanlar, arabacılar... Değnekler, satırlar, baltalar... Söyleyin kaçağın ne kadar şansı var?

Adam önceleri arayı açıyor ama çıkmaz bir sokağa girince duruyor ve ellerini kaldırıp teslim oluyor. Nefesi ciğerine sığmıyor, gözlerine dolu dolu bir korku oturuyor. Titrek bir sesle Aman efendim diyor, ben ettim siz etmeyin. İmam-ı âzam hiddetli görünmüyor. Yumuşak bir sesle Sana kimsenin bir şey edeceği yok evladım diyor, yalnız şunu bil ki hakkımı helal ettim.

-Peki beni bunun için mi kovaladınız?

-Evet.

-İyi ama niye?

-Bu basit bir hesap, mahşere kalmasın.

-Anlıyamadım?

Mübarek acı acı gülüyor. Bak yavrum diyor, o meydanın dehşetini bilseydin, davacı olarak bile çıkmak istemezdin. İmam yoluna, kalabalık işine dönüyor. Adam bir başına kala kalıyor.

* * *

Yine Bağdat. Mahalle arasında dar bir sokak. Güneş tam tepede ve köpekler bile uyuklayacak gölge arıyor. Ortalık bomboş. Sadece komşusu ile çene çalan yaşlı kadının sesi duyuluyor. Hani lâf olsun torba dolsun derler ya ninem havadan sudan konuşuyor. Konu kıtlığı mı çekiyor bilinmez İmam-ı âzam Hazretlerini görür görmez mevzuyu değiştiriyor. Bu adam var ya diyor, her gece yüz rekat namaz kılar.

-Yaaa?

-Tabi yaa!

İmam-ı âzam Hazretleri abid ama yüz rekat namaz kılmak gibi bir adeti yok. Mübarek madem ümmet-i Muhammed beni öyle tanıyor, lâyık olmalıyım diyor ve o günden itibaren her gece 100 rekat namaz kılmaya başlıyor.

Olacak bu ya bir gün yine aynı sokağa yolu düşüyor. Sözkonusu kadın yine işbaşında. Akranlarıyla merdivene oturmuş gelene geçene meziyet bahşediyor, paye yakıştırıyor. Tam İmam-ı âzam Hazretleri geçerken yanındakine dönüyor ve diyor ki Bu adam var ya bu adam, her gece 500 rekat namaz kılar.

İmam-ı âzam Hazretleri boşboğazlının teki  demiyor, kadını ciddiye alıyor. O günden itibaren gece namazlarını 500 rekata çıkarıyor. Ama artık o sokaktan geçmemeye dikkat ediyor.

Aradan üç gün mü geçiyor beş gün mü bilemiyoruz aynı kadın İmam-ı âzamın tezgahının önünde beliriyor. Yanında yine bir meraklı. İmam eyvah birşey söylemese bari derken kadın yapıştırıyor. Bu adam var ya bu adam, her gece bin rekat namaz kılar, üstelik sabahlara kadar uyumaz!

Belki inanmayacaksınız ama yüce veli o geceden itibaren nafile namazlarını bin rekata çıkarıyor ve yıllarca yatsı namazının abdesti ile sabah namazına duruyor.

Bir gün İmam-ı âzam Hazretleri abdest aldıktan sonra ibriğin lülesinin kıbleye doğru çevrilmesinin iyi olacağını öğreniyor. Bu farz değil, vacip değil. Belki bir edep. Ama büyük veli sırf bu yüzden 40 yıllık namazını kaza ediyor.

Bir ara Bağdat civarlarında üç beş koyun çalınıyor. Bu koyunların bir şekilde İmam-ı âzam Hazretlerinin tabağına gelme ihtimali var mı? Var! Bu yüzden tam 20 yıl koyun eti yemiyor.

Bir gün ortağı kusurlu bir malı iyilerle aynı fiyata satıyor. Para bütün sermayeye karışıyor. İmam-ı âzam Hazretleri bundan gelen 90 bin akçeyi fukaraya dağıtıyor. Yine aynı ortağın Basra pazarında müşterilere Hay maşaallah be kumaşa bak dediğini duyuyor. O seferden ele geçen paraların tamamını hayra harcıyor.

İmam-ı âzam Hazretleri zengin ama para harcamasını biliyor. Meselâ amele pazarındaki gençleri dergâha getiriyor. Yevmiyelerini kuruşu kuruşuna verip oturun, mesainizi bitene kadar ders dinleyin diyor. Şaşılacak şeydir ama bunların ekseri ilmin tadını alıyor ve gönüllü olarak tedrisata katılıyorlar.

Din gayretinin bu kadarı insanüstü insanların işi. Belki de hakiki insan onlar. Kimbilir?

Peki Ehl-i sünnetin reisi nerede doğar nerede yaşar? Kimlerin yanında yetişir, kimleri yetiştirir? Anlatalım ama yarına...

Sen o kimsesin ki...

İmam-ı azam Hazretleri bir gece rüyasında kendini Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinde görür. Uyanınca rüyasını tabir etmesi için tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin hazretlerine gider. Rüyasını anlatır. İbn-i Sirin Bu rüyanın sahibi sen olamazsın der, bunun sahibi Ebû Hanife olsa gerek.

-Ebû Hanife mi? Ama o benim.

-İki küreğinin arasında bir ben var mı?

-Var.

-Göster bakayım.

-İşte.

-Sen o kimsesin ki, Server-i Kainat senin hakkında Ümmetimden iki omuzu arasında ben olan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir buyurdular.

Efendimizin müjdelediği âlim: Ummetin ışığı

İman Süreyya yıldızına çıksa Farisoğullarından biri alır getirir. (Hadis-i şerif)


Numan bin Sabit, Faris oğullarındandır. Dedesi ve babası sırf ilim aşkıyla Kûfeye gelip yerleşirler ve Hazret-i Alinin sohbetlerinden hisse derlerler. Numan, küçük yaşta Kuran-ı kerimi ezberler ve yaşayan sahabelerden özellikle Enes bin Malikten (radıyallahü anh) çok istifade eder. Sarf, nahiv ve edebiyat okur, iyi bir eğitimden geçer.

O devirde bu coğrafya çok karışıktır, şiiler, hariciler, mutezililer ve dehriler güçlüdürler. Şehirde münazalar sürer gider. Genç Numan, o sıralar ticaret yapar, akşama kadar alır, satar. Evet fırsat buldukça ilim meclislerine de katılır ama düzenli bir tedrisin yeri başkadır. Bir gün çarşıda birkaç bozuk itikatlı bir garibi sıkıştırır. Ebû Hanife münazaraya katılır. Sapıkların sorularına sadece soru ile karşılık verir ki en inatçıları bile tutulur, hayatının muhasebesini yapmak zorunda kalır. Hadiseye şahit olan Şabî Hazretleri Numanın berrak zekâsına, kavrayış gücüne ve ikna kaâbiliyetine hayran olur. Böylesi biri mutlaka güçlü âlimlerden ders almış olmalıdır. Meclis dağıldığında önüne geçer ve sorar: Mahsuru yoksa nereye devam ettiğinizi öğrenebilir miyim?

-Çarşıya pazara.

-Onu demek istemedim, yani kimin talebesisin?

-Kimsenin?

-Ne yani, sen bir âlimin tedrisine devam etmiyor musun?

-Etmiyorum.

Büyük veli elini Ebû Hanifenin omuzuna koyar, gözlerini gözlerine diker Aman oğlum der,  Sende çok az kimseye nasip olan hususiyetler var. Gel bu ihtiyarı dinle, kendine yazık etme. Bu sözler Numana çok tesir eder. İşini gücünü bırakıp Şabi Hazretlerinin önüne oturur. Kısa bir süre sonra parmakla gösterilen bir kelâm âlimi olur. İlmin tadını alınca dahasını ister ve Hammad Hazretlerinin dergâhına gider. Burada fıkh tahsiline başlar. Hocasına öyle derin bir muhabbet besler ki onun her söylediğini, ama her söylediğini ezberler.


Batılın sustuğu gün

İşte o günlerde Bizanstan gelen bir dehri (inkârcı) Basrayı karıştırır. Karşısına çıkan âlimleri küçük düşürür ve alay eder. Bu adam korkunç denecek kadar zekidir ve münazaraya dair bin türlü hile bilir. Halkın nabzını iyi tutar ve adam toplamakta mahirdir. Edipler kadar düzgün konuşur ve sultanlar kadar güzel giyinir. Hasılı büyük bir fitne kopmak üzeredir. Vebal öyle büyüktür ki hatırı sayılır âlimler bile karşısına çıkmaktan çekinir. Ama Hammad Hazretleri genç Numana güvenir.

Dehrinin etrafındaki kalabalık gitgide artar ve bir zaman sonra meydanlara sığmaz olurlar. İşte o gün yine kürsüsüne çıkar ve uzun süre kin ve zehir kusar. Sonra her zaman yaptığı gibi yapar, kürsüye vura vura meydan okur. Hani nerede? der, o meşhur âlimleriniz nerede? Kendilerine güveniyorlarsa karşıma çıksınlar!

Ebû Hanife elini kaldırır. Ancak dehri gencecik bir çocukla muhatap olmak istemez, yüzünü buruşturup hakaretler yağdırır. Numan bin Sabit onu onun silahı ile vurur. Ne o der, Yoksa korkuyor musun? İşte dehri bu söze tahammül edemez ve münâzara kaçınılmaz olur. Dehri ilk sorusunu sorar:

-Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmaması mümkün mü?

-Sayıları bilir misin?

-Bilirim.

-Birden önce ne vardır?

-Bir şey yoktur.

-Mecâzi bir olanın önünde bir şey olmayınca, hâkiki bir olanın önünde ne olabilir?

-Peki hâkiki bir olanın yönü ne tarafadır?

-Mumun ışığı ne tarafadır?

-Her tarafadır.

-Mecâzi nurun ışığı böyle olursa daimi ve ebedi nuru sen düşün.

-Her var olanın bir yeri vardır. Peki onun ki neresidir?

-Bu sütte yağ var mıdır?

-Vardır.

-Yeri neresidir?

- Peki O, şu anda ne yapmaktadır?

-Sen bütün soruları kürsüden sordun. Şimdi aşağı in cevabı oradan vereceğim.

-Pekâlâ, geç bakalım.

İmam-ı âzam kibirli inkârcının kürsüsüne kurulur. Sesine davudi bir ton oturtarak der ki: Allahü teâlâ şu anda, senin gibi bir müşebbihi kürsüden indiriyor ve benim gibi bir muvahhidi kürsüye çıkarıyor! Ardından Rahman suresinin 28inci ayetini okur ki kalabalık hepbir ağızdan tevbe istiğfara başlar. Soru sorma sırası ona geldiğinde dehri çoktan tasını tarağını toplamış meydandan kaçmıştır.

Kapatın zindana!

İmam-ı âzam Şabi Hazretlerinin ardından tam 28 yıl Hammad Hazretlerinin derslerine devam eder. Defalarca Mekke ve Medineye gider. Çok sahabe ve veli tanır hepsinden de istifade eder. Hazret-i Ömerden, Hazret-i Aliden ve Abdullah bin Mesûddan ilim alanları bulur önlerine oturur. Ehl-i Beytin büyüklerinden Zeyd bin Ali ve Muhammed Bakırın huzurunda manevi mertebelere yürür. O tam bir ilim sevdalısıdır, ufak bir mâlumat için fersahlar ötesine koşar, olmayacak sıkıntılara katlanır.

İmam-ı âzam, Emevilerin son, Abbasilerin ilk yıllarında yaşar. Böylesi dönemler çok çalkantılıdırlar. Mübarek, devlet adamlarına mesafe koyar. Zira bazı melikler, âlimleri saltanatlarının payandası sanırlar. Milletin önünde bize bir nasihat buyrun hocam demelerine rağmen, yanlışlarının söylenmesinden hoşlanmazlar. Eğer yanlarında susulursa ayrı gailedir, zira bu kez insanlar yapılanları doğru sanırlar.

Küf kokulu zindan

Gün gelir Emevi valisi İmam-ı âzama vazife vermeye kalkar. İmam reddeder, vali zorlar. Mübarek ne kadar kaçsa da vali peşini bırakmaz. Devlet adamı değil mi, dediği dediktir, nitekim bir gün kibarlığı biter ve değişiverir. Peşisıra dolandığı büyük âlimi hapseder ve işkence ettirir. Ebu Hanife, zindanda geçen yıllardan sonra Mekkeye göçer. Bu esnada Abbasiler yönetime el koyarlar. Ortalık durulunca talebelerinin yanına koşar.

Lâkin gelen, gideni aratır. Ortalık silbaştan karışır. Ebu Cafer Mansûr, İmam-ı âzam Hazretlerini Kûfeden ayağına getirtir ve ondan Halifelik Mansurun hakkıdır. Hepiniz ona biat etmelisiniz demesini ister. Büyük veli böylesi çekişmelere alet olmaz. Elbette bu tavrın da bir bedeli vardır ama o bunu göğüslemeye hazırdır. Nitekim beklenen olur. Mansur onu hapseder ve teklifini kabul edinceye kadar hergün 30 değnek vurulmasını emreder. Üç gün, beş gün, on gün derken İmam-ı âzam Hazretlerinin ayakları parçalanır. Zemin al kanlara boyanır.


İstersen para ve itibar

Muhafızlar durumu Mansura anlatırlar. Sultan önce özür diler, ardından önüne 30 bin akçe koyup teklifini yineler. Bu dudak uçuklatacak bir servettir ama büyük veli parayı elinin tersiyle iter. Dilediğini para gücü ile de yaptıramayacağını anlayan sultan küplere biner. Büyük veliyi tekrar zindana tıktırır. Bu kez 30 değnekle de kalmaz hergün onar onar zam yaptırır. Biliyor musunuz bütün zalimler ürkek olurlar. Sultan da öyledir, korktukça zulmeder, zulmettikçe korkar. Zira Bağdatlılar infiale kapılırsa (ki belirtileri başlamıştır) tacı, tahtı kalmaz. Gelgelelim onu dışarı da salamaz, çünkü büyük müctehid muharebeden çıkmış gibidir. İmam-ı âzamı halkın gözünden saklamanın tek yolu vardır: Ortadan kaldırmak! O da öyle yapar, muhafızları üstüne salar. Büyük veliyi zorla yatırıp, ağzına zehir akıtırlar. Cellatlar işlerini bitirip giderken hayatları boyunca unutamayacakları bir manzaraya şahit olurlar. Nurlu cesed derlenir, toparlanır ve kıbleye dönüp secdeye kapanır. Sanki lisan-ı hâl ile İşte beceremediniz! der, Beni Allahtan gayrisinin önünde eğemezsiniz!

Yıl Hicri 150dir.

Bağdatlılar Yüzelli senesinde dünyanın ziyneti gider hadis-i şerifini hatırlar ve ağlamaklı olurlar.

Ah o elma olmasa...

O gün hava iç bayıltır. Gök kirli sarı, zemin çatlak çatlaktır. Genç yolcu Dicle kenarında mola verir. Bir ara suyun bir elmayı kendine doğru getirdiğini görür. Gayri ihtiyari uzanıp yakalar. Elma serin suda döne döne sertleşmiş kütür kütür bir şey olmuştur. Bu davetkâr meyvaya dayanamaz, dişleyiverir. Boğazına nefis bir rayiha yayılmıştır ki Aman Allahım ben naptım! der, Ya bu elma sahipliyse? Hemen kalkar, nehri takip ede ede bir bahçeye varır ki dallarda ısırdığı elmalardan vardır. Sorar soruşturur, sahibini bulur. Boynunu bükerek Ben bir hata işledim efendim der, Elmalarınızdan yedim. Nolur hakkınızı helâl edin Adam bir mustarip gence, bir ucu ısırılmış elmaya bakar. Sonra aklına ne gelir bilinmez, kaşlarını kaldırır. Helalleşmek öyle kolay mı? der, Yanımda çalışmalısın! Genç ağlamaklıdır:

- Ama benim Kûfeye gitmem gerek.

- Kûfede ne yapacaksın?

- İlim okuyacaktım.

- Onu elmayı ısırmadan düşünecektin. Mahşer meydanında hesaplaşmak istemiyorsan kollarını sıva.

Delikanlı Pekâlâ der. Günlerce elma toplar, dallarda bir tek elma bile kalmayınca bahçe sahibinin karşısına çıkar. Müsaade etseniz de gitsem der. Adam babacandır, hoş sohbettir, lâkin söz gitmekten açılınca birden değişir. Bahçeyi kotardık ama tarlalar duruyor der, Onları kim sürecek?

Uzatmıyalım adam on gram elma için delikanlının bir yılına ipotek koyar. Taş taşıtır, kerpiç kardırır, çatıyı aktartır. Gün gelir yapılacak iş kalmaz. Genç bir kez daha huzura çıkar. Adam Şimdi sana hakkımı helâl edebilirim der, Ama son bir şartım var.

- Söyleyin yapayım.

- Benim kör, topal bir kızım var. Onu alırsan anlaşabiliriz.

- Tamam, kâbul ediyorum.

Adam hemen bir hocaefendi iki şahit bulur, nikahı kıyarlar. Delikanlı müstakbel hanımının bulunduğu odaya girince gördüğüne inanamaz. Karşısında dünyalar güzeli bir kız durmaktadır. Bir yanlışlık olmalı deyip dışarı çıkar. Kayınbabası ile karşılaşırlar. Adam Dön geri der, Senin hanımın odur. Kör diyorsam harama bakmaz, topal diyorsam harama basmaz. Ben yıllardır Ona, onun gibi bir efendi nasip eyle diye dua ediyorum. Yüce Rabbim kısmetimizi ayağımıza gönderdi. Biliyor musun, seni gördüğüm gün kararımı vermiştim. Bu güzel ailenin nur topu gibi bir oğulları olur. Küçük çocuk emeklerken heceler, yürürken okur. 4 yaşında hatim eder, derken hafız olur. Annesi Aslında bu yaşa da kalmazdı ama der, Ah, o elma olmasa.

Sanırım anladınız bu çocuk Kûfe âlimlerine reis olur, İmam-ı âzam derler adına.

İmâm-ı a'zamın vasiyeti

Ya'ni kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ'atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabul edip, bunlara uyanlar bid'atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki peygamber efendimizin şefâ'atına nâil olasınız..



1-İmân, kalp ile tasdik, dil ikrar etmektir. İmânda çoğalma ve azalma olmaz. İmân, amelden başkadır. Amel de imândan cüz, parça değil, ayrıdır. İmânın parlaklığı, nûru farklı, ya'ni az parlak, çok parlak olabilir.

2-Ameller üç kısımdır: Farz, fazilet, günâh.

3-Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma mâ'nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.

4-Kur'ân-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûti sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahluk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâmdir. Kur'ân-ı kerim mahlûktur diyen kâfir olur.

5-Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.Osman, sonra Hz.Ali'dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya'ni üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü'mim mütteki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakidir.

6-Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.

7-Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır.

8-Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir.

9-Mest üzerine mesh câizdir. Mukim için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya'ni yetmişiki saattir. Hadis-i şerifte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur.

10-Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, Yâ Rabbi ne yazayım dedi.'Kıyâmete kadar olacak her şeyi' emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: 'İşledikleri herşey defterlerindedir' buyuruyor.

11-Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimali yoktur. Münker ve Nekir'in kabirde suâl sormaları haktır. Hadis-i şerifler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için, 'Mü'minlere hazırlanmıştır',Cehennem için de,'Kâfirlere hazırlanmıştır' buyuruyor. Allahü teâlâ,Cennet ve Cehennemi mükafat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mizan haktır. Allahü teâlâ, 'Kıyamet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur' buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerimede, 'Bügün senin hesabın için, sana kitabını, ya'ni amel defterini okuman kafidir' buyuruldu.

12-Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyamette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi ile elli bin yıldır. Sevab, azab ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ, 'Uzunluğu ellibin sene olan günde' buyuruyor. Bir âyet-i kerimede de, Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir. buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl olduğu bilinmeyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya'ni herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerimede, 'Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar' buyurulmuştur. Muhammed Mustafa'nın (aleyhisselâm) şefâ'atı haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü'minlere ve büyük günâhı olanlara şefâ'at edecektir. Hz.Âişe, Hadice-tül-kübra'dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü'minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü tealâ Bekara sûresi 82, A'raf süresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. Âyetlerinde mü'minler için, 'Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır' buyurdu. İmâm-ı a'zamın vasiyeti budur. Bu i'tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at mezhebindendir denir. Bu i'tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.

O iki yıl olmasaydı

Son asrın âlimlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyorlar ki: İmam-ı Azam, İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed de Abdülkadir Geylani gibi büyük birer veli idiler. Fakat âlimler kendi zamanlarında neyi bildirmek icap ederse onu bildirirler. İmam-ı Azam zamanında fıkh bilgileri unutuluyordu. Bunun için fıkh üzerinde çok durdu. Tasavvuf üzerine pek konuşmadı. Halbuki nübüvvet ve vilayet yollarının toplandığı Cafer-i Sadık Hazretlerinin huzurunda öyle bir feyz, nur ve vâridât-ı ilahiyyeye kavuştu ki bu büyük istifadesini O iki sene olmasaydı Nûman helâk olurdu diye anlatırdı. O, Silsile-i zehebin manevi liderlerinden Cafer-i Sadıkın sohbetleriyle vilayetin en son makamına çıkmıştı.
 
Ce: Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler



Davut Sulari, 1925 yılında Erzincan'ın Çayırlı İlçesi'nde (Mans) doğdu. Baba Veli ile Cezayir Ananın beş çocuğundan biridir. Asıl adı Davut Ağbabadır. Sulari mahlasını soyadı olarak kullanışı ilk gençlik yıllarına rastlar. Bir ara Kemali ve Serhat Aşık mahlaslarını kullandıysa da Sulari mahlasıyla tanınmıştır. Soyadı kanunu çıktıktan sonra sırasıyla Sümmani, Selami ve Sulari soyadlarını alır. Soyadı olarak alınan bu mahlasın pirler dergahında kendisine verildiği rivayet edilir. Davut Sulari, Seyyit Mahmudi Hayrani'nin soyundan gelmektedir ve Kureyşan'lıdır. Böylelikle soyağacı İmam Musa'el Kazım'a, buradan da Hz. Ali ve Hz. Muhammed'e kadar uzanmaktadır.


Sulari'nin dedesi Pir Kaltuk tüm aşiretiyle birlikte Tunceli'nin Nazimiye ilçesi Kureyşanlılar köyünden, Erzincan'ın Tercan ilçesinin Çayırlı (Mans) bucağına yerleşmişlerdir. Çayırlı'nın ilçe olmasının ardından Davut Sulari ve ailesi kendilerini "Çayırlılı" olarak tanımlamaya özen göstermişlerdir. İlkokulu ancak üçüncü sınıfa kadar okuyabilen Davut Sulari asıl eğitimini dedeler ve pirler dergahında alır. İlk eğitimine dedesi Mehmet Kaltık (Kaltuk) Ağa nın yanında başlar. Saz çalmayı da dedesinin teşvikiyle öğrenmiştir.


1938 yılında Baba Mansurlu Gülşah Ana ile evlenir. Daha sonraları bir resmi olmayan evlilik daha yapan Sulari'nin bu evliliklerinden 5 çocuğu vardır.


Davut Sulari, 17 yaşında pir elinden dolu içer ve "badeli aşıklar" kervanına katılır. Sır aleminde kendisine sürekli akıp çağlayacağı için "Sulari" adı verilir. O günden sonra aşk ateşiyle yanıp tutuşan Sulari, kabına sığmaz; sürekli gezmek dolaşmak, yeni şeyler öğrenmek, bildiklerini öğretmek ister. 22 yaşına geldiğinde babası Veli dört oğlunu toplar ve soydan gelen dedelik görevinin hangi oğlu tarafından sürdürüleceğinin kararını vermek ister. Davut Sulari'ye hitaben "madem ki sen bu kadar gezmeyi seviyorsun hiç değilse taliplerin içerisine çık. Ama önce oniki evden oniki post sahibi getireceğim, dördünüzü de sorgu suale çektireceğim. Kim pirlerin mürşitlerin sorduğu soruların cevabını verirse talip içine o çıkacak" der. Davut Sulari erlerin sorduğu her soruya ayrıntılı cevap verir. Pirler bile bu duruma hayret ederler. Baba Velioğlu Davut'un bu başarısı karşısında "Sen Hak'sın yol senindir; talipler içerisine sen çıkacaksın" der ve Sulari'nin "Dedelik" hizmeti böylelikle başlamış olur. Bu olayın ardından Sulari artık atına binecek gurbetin yolunu tutacaktır; ta ki ölümüne kadar ülke ülke, şehir şehir, köy köy dolaşacaktır. Erzincan'ın ve Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki Kureyşan Ocağı taliplerinin yol hizmetini görecek, bu arada dili iyice çözülecek, aşıklık mesleğini en üst düzeyde uygulamaya başlayacaktır.


Davut Sulari, yaşamı boyunca geçimini temin etmek için başlıbaşına bir iş tutmamıştır. Dedelik hizmetinden, konserlerden, plaklardan, özel gecelerden kazandığı paralarla yaşamını sürdürmüştür. 80 kadar plağı ve stüdyo kaydı kasetleri Türkiye ve Almanya'da yayınlanmıştır.


Alevi-Bektaşi inancı ve kültürüne bağlı aşıkların "gezgin aşıklar kolu"nun son temsilcilerinden olan Davut Sulari, yaşamının sonuna değin bu özelliğini sürdürmüştür. Uğradığı yerlerde kendi kültürünü, bilgisini, görgüsünü aktarmış, oralarda rastladığı kültürel öğeleri de dağarcığına alarak sanatını zenginleştirmiştir. 1948 yılında Ankara Radyosuna "mahalli sanatçı" olarak kabul edildikten sonra 1949 yılında İstanbul Radyosu'nda Yurttan Sesler Korosu'nun konuk mahalli sanatçıları arasında yer almıştır. Muzaffer Sarısözen, Halil Bedi Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Nida Tüfekçi, Neriman Tüfekçi gibi müzisyenlerle tanışmış olması, O'nun müzik görgüsünde ve meslek yaşamında etkili olmuştur.


Sulari'nin yaşamının ilk 20-25 yılında politika neredeyse hiç yoktur. O hep bir güzel peşinde koşan, bazen tarikat ilkelerini yaymaya çalışan, Ehli Beyt'e muhabbetini açıkça dile getiren bir "saz şairi", "aşık' görünümündedir.


Ancak 1970'li yılların sosyal ve politik çalkantılarından Davut Sulari de nasibini almış ve şiirlerine toplumsal sorunları, politik açmazları, inançsal istismarları konu edinmiştir. Bu durum o dönemde bazı yazarlar tarafından olumsuz karşılansa da Davut Sulari'nin yapısına çok aykın bir davranış değildir. Üstelik Sulari Alevi Bektaşi kültüründen gelen aşıklarda pek görülmeyen türlerde örnekler verebilen özel bir aşıktır. Kaldı ki o dönemlerde Alevı kimliği yeni yeni toplumun tüm kesimlerinde konuşulmaya başlanmıştır ve Sulari'nin bu konularda çok hassas olduğu bilinmektedir. Bu sebeblerden hareketle Sulari'nin 1970'li yıllarda söylediği deyişlerin kendi içinde bir mantığı vardır.


1950'li yıllardan itibaren Feyzi Halıcı'nın düzenlediği Konya Aşıklar Bayramı'na katılması orada pek çok aşıkla, "Atışma", "Dudak değmez", "Taşlama" gibi türlerde karşılaşmış olması, "aşka sevdaya ve güzele düşkünlüğü", kimi zaman ağır mistik öğelerle beslenmiş tesavvufi şiirleri, kimi zaman toplumsal içerikli o dönemdeki söylemle "devrimci" şiirler söylemesi, Sulari'nin, "fırtınalı yaşamındaki çelişkileri" olarak görülmesi yerine yaşamındaki ve sanatındaki çeşitlilik ve zenginlik biçiminde değerlendirilmelidir.


Davut Sulari, aşıklık kimliğinin neredeyse tüm özelliklerini bünyesinde barındırır. O, hem kendine ait deyişleri özgün ezgi kalıplarıyla müziklendiren bir aşık, hem eski aşıkların, ustaların deyişlerini çalıp söyleyen bir mahalli sanatçı, hem de yöresinin türkülerini aktaran önemli bir kaynak kişidir. Yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneleri, şiirlerine tema olarak almış ve böylece bir geleneğin önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Davut Sulari, aşka sevdaya tutkusu, güzellere düşkünlüğü ile Karacoğlan'ı, Alevi kimliği ile Pir Sultan Abdal'ı, tasavvufi kimliği ile de Erzurumlu Emrah'ı ve Yunus'u hatırlatır. Şiirlerinde tüm bu aşıklardan izler bulmak mümkündür.


Bununla birlikte günümüzün pek çok aşığın da Davut Sulari'nin etkisi görülür. Aşık Mahsuni Şerif, Aşık Muhlis Akarsu, Aşık Daimi, Aşık Beyhani, Aşık Serdari bunlardan yalnızca birkaçıdır. Son yirmi yirmibeş yıldan bu yana albümlerinde Davut Sulari'nin eserlerine yer veren halk müziği sanatçılarının sayısı da az değildir. Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale albümlerinde Sulari'nin eserlerine en fazla yer veren sanatçılardandır. Davut Sulari, gezgin aşıkların son simalarından biri olmakla beraber bu seyahatlerini yalnızca yurt içinde sürdürmemiştir. Başta Irak, İran, Suriye olmak üzere, Avrupa'da Almanya, Hollanda, Avusturya, Fransa, Belçika, İsviçre ve o zamanlardaki adıyla Yugoslavya gibi ülkeleri de karış karış dolaşmıştır. Sulari, Anadolu'nun her yerini (üç vilayet hariç) ve Ortadoğu ülkelerini "Leyla" adlı atıyla gezmiştir. Yine at sırtında Bulgaristan ve Yugoslavya'yı geçmek ve Avrupa içlerine girmek istediyse de bugün bilemediğimiz sebeplerden ötürü bunu başaramamış, geri dönmek zorunda kalmıştır. Sulari, bu bakımdan da gezgin aşıklar arasında tipik bir örnek teşkil etmeyi başarmıştır.


Sulari, yurt içinde en çok İzmir, Erzincan, İstanbul ve Ankara'da kalmıştır. Ailesinin büyük bir kısmının İzmir'de yaşaması nedeniyle İzmir'de geçirdiği zaman, Sulari için önemlidir. Kardeşi, çocukları, torunları İzmir ve çevresinde yerleşmişlerdir; bu sebeble İzmir, Sulari için yaşamsal bir önem taşır. Her nereye giderse gitsin mutlaka İzmir'e uğrar ve yakınlarıyla görüşür...


Yıllar süren seyahatlere dayanabilen dirençli bir fiziğe sahiptir Sulari... At sırtındaki bu yolculuklar hiç kuşku yok ki zorluklarla doludur... Ancak ne kadar dirençli olunursa olunsun doğanın güç koşullarında ömür boyu seyahat etmek yıpratır insanı.. Bununla birlikte onbinlerce belki de yüzbinlerce insanla muhatap olmak, bilgi ve tecrübeleri bu insanlarla paylaşmak; aile ortamından uzakta, eşinden çocuğundan ayrı çileli bir yaşam sürmek kolay değildir elbette... Bir dava uğruna, bir meslek uğruna ordan oraya gezip dolaşmak... İşte bu tarz bir yaşama Davut Sulari'nin vücudu ancak 40 yıl dayanabilmiştir.

Yine aşıklık mesleğini icra ettiği bir sırada Erzurum'da Ali Rahmani'nin aşıklar kahvesinde yakın arkadaşlarıyla söyleşirken rahatsızlanmış, Erzurumdaki Araştırma Hastanesi'ne kaldırılmış, ancak bütün çabalara rağmen hayata döndürülememiştir (18 Ocak 1985). Son nefesine kadar aşıklık mesleğinin içinde bulunmuştur Sulari. Aşıklık onu yaşama bağlayan temel unsurlardan biridir ama bu çileli yaşama vücudu
yenik düşmüştür... Şimdi mezarı Çayırlı'daki aile mezarlığındadır.
 
Ce: Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler

ailhanvr6.jpg



Atilla İlhan

Doğum tarihi 15 Haziran 1925
Ölüm tarihi 11 Ekim 2005
Doğum yeri Türkiye / İzmir
Mesleği Şair

Biyografi

İlk Gençlik Yılları

15 Haziran 1925'te Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946'ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayımlanmaya başladı. Hukuk Fakültesindeki yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkanlarıyla yayımladı.

Paris Yılları

1948 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nâzım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris'e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.Bu hapiste yattı. daha sonra hapisten çıkmıştır

İstanbul - Paris - İzmir Üçgeni

1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem, Attilâ İlhan'ın Fransızcayı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul - İzmir - Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar.

Sanatta Çok Yönlülük

1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. Onbeşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayımlandı. 1968'te evlendi, 15 yıl evli kaldı.

İstanbul'a Dönüş

1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak 'ı Ankara'da yazdı. 81'e kadar Ankara'da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet (2 Mart 1982-15 Kasım 1987) ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından 2005 yılına kadar köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesi'nde sürdürdü. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu.

İlk romanı Sokaktaki Adam yayınlandığında 10 roman yazmıştı. Bunlar hiç gün ışığına çıkmadı. Attilâ İlhan bunun sebebini bir söyleşide şöyle açıklıyor: "... bir çok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır." (Düşün, Haziran 1996).

Roman serüvenine başladığında döneminin diğer yazarları daha çok yerel ve kırsal olayları, kişileri işlerken Attilâ İlhan şehir insanını Türkiye'nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alan bir yapı içerisinde işliyordu. Sadece İstanbul, İzmir gibi Türkiye'nin büyük şehirlerini, işlediği dönemin yaşam tarzını, ekonomik ve sosyal sorunlarını kahramanlarının gözüyle yansıtmakla yetinmiyor; aynı zamanda, batı kültürünün Türkiye'ye ne şekilde yansıdığını, olumlu ve olumsuz etkilerini, çizdiği karakterlerle ve Avrupa'daki şehirlerle örtüşen bir yapı içerisinde irdeliyordu.

Hazırlık ve Arayış Dönemi

Romanda 'hazırlık ve arayış dönemi' diye nitelendirebileceğimiz döneminde, yayımladığı Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez'de yazarın Paris'te yaşadığı yıllara ait deneyimlerinin ve gözlemlerinin karakterlere yansıdığı görülür. Yazıldığı yıllarda Türkiye'deki batılılaşma uğruna toplumdan kopan kişilerin bocalamaları Sokaktaki Adam'da ele alınırken, Zenciler Birbirine Benzemez 'de Avrupa'da komünist ve anti-komünist mültecilerle karşılaşan, hayal kırıklığına uğramış bir devrimci anlatılır. Her bölümün farklı bir karakterin ağzından aktarıldığı Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan'ın edebiyatımıza getirdiği yeni bir söylem olarak alınabilir. Daha sonraki romanlarında da görüleceği gibi, diyalektik bir yaklaşımla işlenen olaylarda kahramanlar güçlü ve zayıf yanlarıyla okura ulaşır; birbirlerini suçlamaz ve okuyucuda önyargı oluşturmazlar. Attilâ İlhan, Zenciler Birbirine Benzemez için bakın neler diyor:" Kitap 'soğuk savaş'ın en belalı döneminde yazıldı, yayınlandı. Çok ikircikli bir sorunu tartışıyordum. Romanın kahramanı, İstanbul'daki ve Paris'teki 'solcu' çevrelerle düşüp kalkıyor, bunlarla ilişkilerini ve tartışmalarını anlatıyordu, herşeyi olduğu gibi yazmak, romanın yayımlanmasından vazgeçmekle eşitti. Bu bakımdan, içeriğine hafif flou bir hava verdim."

Romanın dilinin farklılığını ise yazıldığı dönem içerisinde yoğun Fransızca çalışmasına bağlayan yazar, bazı cümleleri Fransızca düşünüp Türkçe

Olgunluk Dönemi

Yazarın "olgunluk dönemi" diye tanımlanabilecek edebiyat süreci Kurtlar Sofrası ile başlar. Sokaktaki Adam'da ne istediğini değil, ne istemediğini bilen biri anlatılırken; Zenciler Birbirine Benzemez'de Mehmed-Ali istedikleri ile istemedikleri arasında mütereddit bir karakteri yansıtmaktadır. Oysa Kurtlar Sofrası'nda Mahmud ne istediğini çok iyi bilen bir karakteri çizer. Bu üç romanıyla Attilâ İlhan Türk aydınına farklı açılardan bakar, fikirlerini diyalektik-materyalist bir sentez içinde derleyerek Türkiye için bir sentez önerir- ki sonradan yazdığı beş kitaplık Aynanın İçindekiler serisi de bu zemine oturmuştur-. Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet'te Sabah Ezanları ve O Karanlıkta Biz bu seriyi oluşturan romanlar. Her romanda yer alan karakterler, Türkiye'nin tarihinde köşebaşlarını oluşturmuş dönemlere ayna tutan aydınlardır. Tarihi olaylar, politik ve sosyal dengelerle ele alınır. Birbirleriyle bağlantısı olan karakterlerden herbiri bir romanda ön plana çıkar ve olaylar onun gözlemleriyle aktarılır. Bu serinin bütünü irdelendiğinde yine, yazarın Türk aydınına yakın tarihimize bir bakma şansı tanıdığını ve kendi toplumcu-gerçekçi bakış açısıyla önergeler sunduğu görülür.


Yakın Dönem

Attila İlhan, 11 Ekim 2005'te İstanbul'daki evinde hayata veda etti. Attila İlhan 80 yaşındaydı.

Tüm Eserleri

Şiir kitapları

  • Duvar (1948)
  • Sisler Bulvarı (1954)
  • Yağmur Kaçağı (1955)
  • Ben Sana Mecburum (1960)
  • Bela Çiçeği (1961)
  • Yasak Sevişmek (1968)
  • Tutuklunun Günlüğü (1973)
  • Böyle Bir Sevmek (1977)
  • Elde Var Hüzün (1982)
  • Korkunun Krallığı (1987)
  • Ayrılık Sevdaya Dahil (1993)
  • Kimi Sevsem Sensin (2002)

Romanları

  • Sokaktaki Adam (1953)
  • Zenciler Birbirine Benzemez (1957)
  • Kurtlar Sofrası (1963)
  • Bıçağın Ucu (1973)
  • Sırtlan Payı (1974) Yunus Nadi Roman Armağanı
  • Yaraya Tuz Basmak (1978)
  • Dersaadet'te Sabah Ezanları (1981)
  • O Karanlıkta Biz (1988)
  • Fena Halde Leman (1980)
  • Haco Hanim Vay (1984)
  • Allah`ın Süngüleri-Reis Paşa (2002)
  • Allah`ın Süngüleri-Gazi Paşa (2006)

Öykü

* Yengecin Kıskacı (1999)

Deneme-Anı

  • Abbas Yolcu (1957)
  • Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler (1985)

Anılar ve Acılar

  • Hangi Sol (1970)
  • Hangi Batı (1972)
  • Hangi Seks (1976)
  • Hangi Sağ (1980)
  • Hangi Atatürk (1981)
  • Hangi Edebiyat (1991)
  • Hangi Laiklik (1995)
  • Hangi Küreselleşme (1997)

Cumhuriyet Söyleşileri

  • Bir Sap Kırmızı Karanfil (1998)
  • Ufkun Arkasını Görebilmek (1999)
  • Sultan Galiyef - Avrasya`da Dolaşan Hayalet (2000)
  • Dönek Bereketi (2002)
  • Yıldız, Hilâl ve Kalpak (2004)

Eserlerinden Bazı Alıntılar

* " İnsan olmanın bütün komplekslerini yenmiş,

günü dipdiri yakalayan, hayatın anlamını çözmüş bir bilge insan; bir yol gösterici. " Nedret Çatay

* " Çoğu zaman üç beş kişi için yazdığımızı sanırız, onlar bizi okumazlar.

Asıl seslendiklerimiz, hiçbir zaman tanımayacağımız, başka üç beş kişidir." Attilâ İlhan

Şiirinden Örnek: an gelir

Nisan 1982`de yayımlanan Elde Var Hüzün adlı şiir kitabının serbest gazeller bölümü altında yer alır. Daha sonra Ahmet Kaya tarafından bestelenmiştir.


an gelir

an gelir

paldır küldür yıkılır bulutlar

gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet

o eski heyecan ölür

an gelir biter muhabbet

çalgılar susar heves kalmaz

şatârâbân ölür


şarabın gazabından kork

çünkü fena kırmızıdır

kan tutar / tutan ölür

sokaklar kuşatılmış

karakollar taranır

yağmurda bir militan ölür


an gelir

ömrünün hırsızıdır

her ölen pişman ölür

hep yanlış anlaşılmıştır

hayalleri yasaklanmış

an gelir şimşek yalar

masmavi dehşetiyle siyaset meydanını

direkler çatırdar yalnızlıktan

sehpada pir sultan ölür


son umut kırılmıştır

kaf dağı'nın ardındaki

ne selam artık ne sabah

kimseler bilmez nerdeler

namlı masal sevdalıları

evvel zaman içinde

kalbur saman ölür

kubbelerde uğuldar bâkî

çeşmelerden akar sinan

an gelir

-lâ ilâhe illallah-

kanunî süleyman ölür


görünmez bir mezarlıktır zaman

şairler dolaşır saf saf

tenhalarında şiir söyleyerek

kim duysa / korkudan ölür

-tahrip gücü yüksek-

saatlı bir bombadır patlar

an gelir

attila ilhan ölür
 
Geri
Üst