Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Bilge Gökçen

Yeni Üye
Üye
Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club
türkçemize sahip çıkmak türkçemize sahip çıkma çıkma doğru kullanma türkçenin doğru kullanımı ile ilgili afiş ve kullanma



türkçemize sahip çıkalım.jpg
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Karamanoğlu Mehmet Bey'i Arıyorum

KARAMANOĞLU MEHMET BEY'İ ARIYORUM


Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı;

'Bu günden sonra, divanda, dergahta, bargahta, mecliste,
meydanda Türkçe'den başka dil konuşulmaya' diye,

Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını,
Çarşıyı, pazarı, köyü, şehiri,
Fermana uyanınız var mı?

Nutkum tutuldu, şaşırdım, merak ettim,
Dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere,
Gördüklerine, duyduklarına üzüleniniz var mı?

Tanıtımın demo, sunucunun spiker,
Gösteri adamının showmen, radyo sunucusunun diskjokey,
Hanım ağanın first lady olduğuna şaşıranınız var mı?

Dükkanın store, bakkalın market, torbasının poşet,
Mağazanın süper, hiper, gros market,
Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?

İlan tahtasının bilboard, sayı tabelasının skorboard,
Bilgi alışının brifing, bildirgenin deklarasyon,
Merakın, uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?

Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı,
Beldelerin girişinde welcome,
Çıkışında goodbye okuyanınız var mı?

Korumanın, muhafızın body guard,
Sanat ve meslek pirlerinin duayen,
İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?

Sekinin, alanın platform, merkezin center,
Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,
Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı?

İş hanımızı plaza, bedestenimizi galeria,
Sergi yerlerimizi center room, show room,
Büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı?

Yol üstü lokantamızın fast food,
Yemek çeşitlerimizin menü,
Hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?

İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks,
Köşklerimizi villa, eşiğimizi antre,
Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?

Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik,
Vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya,
Desteğe, bilemediniz koltuk çıkmaya sponsorluk diyeniniz var mı?

Mesireyi, kır gezisini picnic,
Bilgisayarı computer, hava yastığını air bag,
Eh pek olasıcalar, oluru, pekalayı okey diye konuşanınız var mı?

Çarpıcı, önemli haberler flash haber,
Yaşa, varol sevinçleri oley oley,
Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?

Vırvırık dağının tepesindeki köyde,
Cafe shop levhasının altında,
Acının da acısı kahve içeniniz var mı?

Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken,
Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,
Özün el diline özendiğine içiniz yananınız var mı?

Masallarımızı, tekerlemelerimizi, atasözlerimizi unuttuk,
Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik,
Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?

Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum,
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı...
Hayal meyal hatırlayıp da, sahip çıkanınız var mı?
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Şöyle konuşuyor Batılı benliğimiz:

Müslüman kalabilirsin ya da başka bir dinde; ama beni yakalamak için değişmelisin dostum. Dilini değiştirmelisin önce. Yüksek ortamlarda benim dilimi kullanmalısın. Benim dilimi ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenmen yetmez. Kendi dilin yabancı kalmalı, hatta neredeyse etnik bir dil; benim dilim ise yüksek ortamlarda anadil olmalı. Nedir bu yüksek ortamlar? En başta yüksekokullar.

Sonra liseler, ortaokullar, ilkokullar, hatta anaokulları. Kendi dilinle konuşmak sende aşağılık duygusu yaratmalı.

Örneğin marketing (pazarlamanın yüksek olanı) alanında benim sözcüklerimle cümleler kurmalısın. Kendi dilinle ifade etmeye çalış bak, ne kadar da bayağı kalıyor. Global dünyanın bir parçası olarak kendini hissetmek istiyorsan, benim yaptığımı iyi yapmalısın.
Gazetelerinin, televizyonlarının! isimleri bile benim dilimde olacak (Eskiden beri olanlar kalsın). Edirne'den Sibirya'ya kadar bütün Türkler, gökteki yıldıza "yıldız" der, ya da "cıldız". Biliyorum binlerce yıldır bu böyleydi. Ama artık "star" demelisin. Unut artık "yıldız"ı. Senin yıldızın geçmişte değil, Doğu'da hiç değil, bizim tarafta.


Zaten bu konuları da sana ben öğretmiyor muyum? Hangi ülkede Orta Asya ile ilgili daha çok araştırma yapılıyor sanıyorsun; sende mi bende mi? Bırak sözcükleri, harfleri bile istediğim gibi okuyacaksın. Kendi harfini benim okuduğum gibi söyle. "Entivi" de mesela. Diğer türlü söylemeyi dene, bak, sende gördün; ne kadar da bayağı, köylü, doğulu bir "sound" değil mi?

Hem sen değil misin modern olmak isteyen? Kendini ve kültürünü, dilini, geleneklerini, geçmişini aşağıda hissetmezsen (açıkça değil tabii, içinde, sadece içinde) bu morfozu gerçekleştiremezsin dostum.

"Paşa"ya "Pasha"," Leyla"ya da "Laila" diyeceksin ve yazacaksın. Biraz oryantalist ;ama "daha Batılı gözüyle bir Doğulu şıklık!" Sen bakma "köşk" sözcüğüne, biz artık ona "kiosk" diyoruz, sen de öyle söyle. Hah şöyle! Ne diyoruz, concept yaratmalıyız.

Yaratıcı ol, kendine "creative" de; Fabrikayı Ümraniye'de kur, markanı İtalyanca'dan al. Yoksa malını satamazsın. Türk olduğu anlaşılırsa ya da Türk gibi gözükürse kimse evine sokmaz. Sen ona, Türk olmayan bir isim bul en iyisi. Kimse de sana kızamaz. "Trend"
böyle. Tavuk bile satamazsın. Neden Mudurnu "Chicken" oldu sanıyorsun? İnsanlar tavuk değil "chicken" yemek istiyor. Ne zamandır radyolar; "Good morning Türkiye" diye sesleniyor. Bizi uyandırmak için olsa gerek.


Özcan Yüksek
Atlas dergisi - Şubat 2002


"Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki; bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır."

M.K. Atatürk
 
Türkçe = Zeka

"Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır." M. Kemâl Atatürk

Türkçe = Zeka

Türkçe, son yıllarda dünyada üzerinde en çok araştırma yapılan dillerden bir tanesidir. Türkçenin gramer yapısının mantığa uygunluğu, dilin ezber metodu ile değil, mantık yürütülerek öğrenilmesi bilim adamlarını Türkçenin mükemmelliği konusunda hayrete düşürmektedir.

Amerika’da, Viskansın Üniversitesinde görev yapan Prof. Dr. Kemal Karpat Amerika’da dil bilim ile ilgili bölümü bulunan bütün üniversitelerde Türkçeye büyük önem verildiğini, gramatikal yapısının büyük bir hayret ve beğeni ile incelendiğini ve bir dilin nasıl bu kadar sağlam bir mantığa, mükemmeliyete sahip olabileceği düşüncesinin Türklere ve Türkçeye karşı bir hayranlık (yanı sıra kıskançlık) uyandırdığını belirtiyor.

Bu ilgi ve hayranlık yalnızca Amerika’ya mahsus değil. Avrupa’da da Türkçe husûsunda ciddi çalışmalar var. Geçmiş yıllarda üç yaşına kadar olan çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada Ana dili Türkçe olan çocuklarda, bu yaş grubunda diğer milletlerin çocuklarına göre zekâ seviyesi, kavrayış kabiliyeti olarak daha önde oldukları tesbit edilmişti. Çocuğun gelişiminde ilk üç yaşın önemi, çocuğun hayatı boyunca kat edeceği mesafenin önemli bir kısmını bu dönemde aldığı göz önünde bulundurulduğu zaman bu durumun hakikaten bir avantaj olduğunu düşünebiliriz.

Bu çocuklarının annelerinin genellikle kültür seviyesinin düşük olması, okuma alışkanlığının olmaması ise çocukların üç yaşına kadar elde ettikleri ilerleme hızını ileriki yıllarda gösterememesine sebep olan etkenler. Daha sonra yapılan çalışmalarda Türk çocuklarının zekâ açısından ilk yıllarda kat ettikleri mesafede en önemli faktörün dil olduğu kanaatine varılıyor.

İnternational Association for he Study of Child Language (Uluslar arası Çocuk Dili Araştırmaları Derneği) adlı kuruluşun Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan onuncu kongresinde, Türk çocuklarının 2, en geç 3 yaşına kadar kendi dillerini dil bilgisi kurallarını da yerli yerinde kullanarak mükemmel biçimde kullandıklarını ispatlıyor. Bu kabiliyet Alman çocuklarında 5, Araplarda 12 yaşına kadar uzayabiliyor.

Dil bilimi profesörü Klan Delius, Türk dilinin kolay öğrenildiğini belirterek, “Türkçenin şahıs ve zaman belirleyen ekleri düzenli. Lego taşlarının yan yana dizilmesi gibi tespitini yapıyor. Yine ilim adamlarının ulaştığı bir diğer sonuç; Türkçenin ezberlenerek değil mantık ve muhakeme yoluyla öğrenilen bir dil olmasından dolayı Türk çocuklarında günlük hayatta gerekli pratik zekâ ve muhakeme kazanımı da diğerlerine oranla daha önde.

Ve bu araştırma sonuçları Avrupa ülkelerinde Türklerle evli Avrupalı annelerde çocuğuna Türkçe öğretme ve evde Türkçe kullanma isteğini teşvik ediyor. Bu istek ve gayreti ile anne bir avantaj daha elde ediyor. Çünkü, kurallı bir dil olan Türkçe şuurlu ve iyi öğrenildiği takdirde diğer dilleri de daha kolay ve kısa zamanda öğrenme yeteneğini kazandırıyor.

Bizler hiçbir mantıklı izahı olmayan tuhaf bir kompleksle başka dil ve kültürlerin kucağına balıklama atlayıp kendimizi kaybederken bizde mevcut değerleri bir gün başka ellerde görürsek hiç şaşırmamalı. Yarının Türkiye’sini İngilizce, Almanca vs. Batı dillerini konuşan Türkler buna mukabil Avrupa’yı Türkçe konuşan Avrupalılar doldurabilir. Türklerle ilgili en detaylı araştırmalar Batı’da yapılıyor, bizim değerlerimizi onlar keşfedip dünya kamuoyunun gündemine sunuyorlar.

Ne kadar farkındayız bilmem ama Türkçeyi kullanan kişiler olarak çocuklarımız doğuştan şanslı, dilimizin kurallarını daha iyi öğrenerek, uydurukça vb. bir takım şahısların kendi keyfî yönlendirmelerine kapılmayarak; kazanılmış müşterek anlaşma vasıtamız olan kelimeleri feda etmeyerek; okuyarak bilgi ve kültürümüzü genişleterek doğuştan gelen bu avantajları kat be kat artırmak bizim elimizde.

Çocuklarımız gayret ve fedakârlığın her türlüsüne değmez mi?..

Dr. Nazlı Rana GÜREL
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Türkçe'ye Nasıl Fransız Kaldık?

Benin, Burkina Faso, Kamerun, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Cibuti, Gabon, Guinea, Fildişi Sahili, Madagaskar, Mali, Moritanya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Tago, Tunus ve Fas.

Sıraladığımız ülkelerin en belirgin ortak özelliği sorulmuş olsaydı, belki çoğumuzun aklına gelen ilk cevap “Bu ülkeler Afrika’da yer alıyor” olurdu. Evet doğru. Ama bir ortak özellikleri daha var ki, Afrika’da yer almak kadar belirgin ve ayırt edici: Frankofon ülkeler ailesine mensup olmaları.

Frankofon kelimesin aslı “La Francophonie.” Anlamı kısaca “Fransızca konuşan” demek. Uluslararası camiada “Frankofon Ülkeler” denilince, tıpkı yukarıdaki zikrettiğimiz ülkelerde olduğu gibi, 18 ülkede Fransızca resmî dil olarak kullanılıyor. Ayrıca 57 ülkede Fransızca ya ikinci dil, ya da yaygın olarak kullanılmakta.

Afrika’daki Fransızca konuşulan toplam yerleşim alanı ABD’den daha büyük. Bu ülkelerdeki toplam nüfus ise 254 milyon. Bu rakam ise çeyrek milyar insanın doğrudan veya dolaylı olarak Fransızcayı ortak iletişim aracı olarak kullandıkları anlamına geliyor. Kısaca bu kadar geniş bir alanın ve sayılmayacak kadar çok farklılıkların bulunduğu bir bölgenin ortak paydasını oluşturuyor Fransızca.

Kısaca “Frankofon” olma özelliği saydığımız bu ülkelerde yaşayan insanlar kendi öz dillerine “Fransız” kalmış durumdalar.

Peki ya biz?

Little Big, Big Star, Marko Delli, Conan Jeans, Lee, Weber Jeans ve Galila Restaurant, LC Waikiki, Rodi, Big Free, Tifanny, Cotton Shop, Benson Jeans, McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Domino’s Pizza, Carousel, Galleria, Capitol, Atrium, Carrefour, Groseri Market, Coiffeur Angle gibi telaffuzda bile zorlandığımız belki binlerce isim…

Rainbow Kasabı, Kadir Has Center, Dürüm Land, Cafe Beyzade, Galaxy Alışveriş Merkezi, Ev Shop, Yeşil Plaza, Vatan Computer gibi yarı Türkçe isimler…

CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Kiosk (Köşk), Zift (Zift), Ramsey (Remzi) gibi Türkçeden bozma yabancı isimler…

Sakashi (Salih Kaya isminin ilk heceleri ile Japon malı havasını veren ‘shi’ eki), Yu-Ma-Tu (Yunus, Mahmut ve Tuncer isimli üç kardeşin isimlerinin ilk heceleri), BEMS (Baba, Emine, Mustafa ve Sabri isimlerinin ilk harfleri) gibi yabancı havası verilen isimler…
Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere artık hiç de yabancı değiliz.

Yabancılaşma, artık hiç yadırganmaz durumda. Belki de kaçınılmaz veya sıradan görülüyor. Yabancılaşmanın veya gönüllü işgal altına girmenin temelinde yatan gerekçe veya gerekçeler hakkında epey madde sıralayabiliriz. Bizdeki yabancı hayranlığından, hayatın hemen her aşamasında yağmur misali karşımıza çıkmasına kadar yüzlerce sebep bulabiliriz.

Bu sebeplerin en önde gelenlerinden birisi, toplum olarak, bir şekildeki kullanımlarda çok istekli oluşumuz olsa gerek. Duyduğumuz yabancı bir kelimeyi kullanırken ilk birkaç denemede hafiften bir yabancılık çeksek de, çok geçmeden o kelimelerin Türkçe karşılıklarını unutuyoruz. Derken dildeki bu dönüşüm tabelalara da yansıyor. Tabelalar yabancılaştıkça, insanlarda daha fazla yabancı hayranlığı oluşuyor. Yabancı hayranlığı daha fazla yabancı kelime kullanmayı doğuruyor. Ve bir kısır döngü devam edip gidiyor. Şimdi bu kısır döngünün başladığı tarihlere doğru kısa bir seyahat yapalım.

İlânât

1838 yılında İngilizlerle yapılan Ticaret Sözleşmesi gereği, Osmanlı pazarlarına İngiliz malları hızla girmeye başladı. Kısa zamanda diğer Avrupa ülkeleriyle yapılan ticaret sözleşmeleri ile kumaşından işlenmiş derisine, mobilyasından züccaciyesine, hatta askerler ve devlet memurları için özel olarak üretilen kıyafetlere varıncaya kadar ürünler Osmanlı insanının önüne sunuldu.

Adı geçen sözleşmeyle, Osmanlı toplumunu büyük bir pazar olarak gören Avrupalı tüccarlar, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Anadolu’da da bir tüketim toplumu oluşturmak için harekete geçmişlerdi. Bunun için Avrupa patentli ne varsa, gerekli-gereksiz demeden Osmanlı pazarlarına bu ürünleri taşımaya başladılar.

Avrupalı tüccarların kullandıkları en etkili yöntem o dönemlerde yayınlanan gazetelere reklâm vermek idi. O dönemin karşılığıyla “ilânât,” yani reklâmlar yoluyla kendi ürünlerini, üstelik kendi verdikleri isimlerle Osmanlı insanına çok geçmeden kabul ettirdiler. Piyano, çikolata, sigorta, mıknatıs, lokanta, vida, fanila, kablo, vapur, tiyatro, balkon gibi bize artık hiç yabancı gelmeyen kelimeler günlük hayatta sık sık kullanılmaya başladı. Hatta o günün insanlarınca bilinen “Medicamants Nouveoux” (Yeni İlâçlar) gibi ifadeler hiç çekinilmeden reklâmlarda kullanılıyordu.

Batılı tüccarların kendi ürünlerini tanıtmak ve markalarını zihinlerde yerleştirmek için o dönemde kullandıkları bir başka ilginç yöntem de mektupların kullanılmasıydı. Osmanlı topraklarındaki ticaretle uğraşan meslektaşlarına veya yakın dostlarına gönderdikleri mektupların üst kısımlarına, sattıkları ürünün ismi veya markasını da yapıştırıyorlardı.
Gazetelerden mektuplara kadar hemen her alanda Osmanlı sınırları içinde hızla yayılan yabancı ürünler ve markalar, yeni bir tabela kültürünü de ortaya çıkarmıştı.

Vitrin camlarında, dükkânların tabelalarında gerek Arap harfleriyle, gerekse Latin harfleriyle yazılan isimler bambaşka bir dili günlük hayata yerleştirmeye başlamıştı. 19 Temmuz 1918 tarihini taşıyan ve İstanbul’da yayınlanan Yeni Mecmua isimli derginin, “Zavallı Türkçe” başlıklı başyazısında bu yeni dil şiddetle eleştiriliyordu. Yazı, belki o dönemin sadece Beyoğlu semtinde yaşananları aktarıyordu. Ama bugün ülkemizin kasabalarına, hatta köylerine varıncaya kadar gözlemlenen tabloyu aynen aktarıyor gibi. Bazı ifadeleri aktaralım:

“Bizim memlekette en az bilinen, sarfu nahvi her gün hırpalanan bir lisan varsa Türkçe’dir. Bunu mübalâğa mı zannediyorsunuz? O halde biraz etrafınıza göz gezdiriniz. Mağazaların yekpare iri camları üstündeki yazılı satırlara, duvarlara yapıştırılmış sarı, mor, pembe kâğıtlı ilânların kocaman harflerine… Beyoğlu’ndaki kibar moda mağazalarının ucuzluk ilânlarına bakınız.”

Reklâmlar yoluyla yeni teknolojiler ve yeni ürünlerle birlikte, Osmanlı toplumuna yeni anlayışlar, yeni alışkanlıklar, kısacası yeni yaşama biçimleri de gelmişti. Gelen bir şey daha vardı: Yeni bir dil.

Batılı tüccarlar ürünlerine olan güveni sağlayabilmek için, insanımızda o dönemlerde filizlenmeye başlayan Batı hayranlığını çok iyi kullandılar. Duvar kâğıtları, çatal-kaşık, dikiş makinesi, züccaciye, giyim-kuşam, yeni teknolojik ürünler reklâmlar aracılığıyla ballandıra ballandıra anlatılırken, bu ürünleri kullanmanın çok önemli bir saygınlık kaynağı olduğu vurgulanıyordu. Bir ürün tanıtılırken hangi ülkede üretildiği de mutlaka söylenenler arasındaydı.

İngiliz veya Alman malı olduğu, Fransa’dan veya Amerika’dan getirildiği belirtilmeden geçilmiyordu. Artık insanlar aldıkları bir ürünü yakınlarına büyük bir gurur içinde, “Frengistan malı,” “nev icad,” “yeni icad,” “Avrupa işi” ve “dünyaca ünlü” gibi ifadelerle anlatmaya başlamışlardı. Ve artık görülen her bir yeni ürün “Vay be, adamlar ne güzel yapmışlar!” sözleriyle yâdedilir oldu.

Neler değişti?

Bir zamanlar yabancı isim ve markaları gazetelerde, duvar afişlerinde, dükkânların tabela ve vitrinlerinde gören insanımız, 1950 yılından itibaren radyonun yaygınlaşmasıyla daha fazla markayla tanışma fırsatı buldu. Tanıştığı her yabancı marka insanımızın Batı hayranlığını daha da arttırdı.

Bu hayranlığa paralel olarak, lüzumlu–lüzumsuz ayırdetmeksizin daha fazla Batılı ürün piyasalara sürüldü. 1970’li yıllarda yavaş yavaş yaygınlaşan televizyon yayını yine aynı yönde hizmet etti. 24 Ocak 1980 tarihi, hem reklâmcılık açısından, hem de yabancı markaların daha da yaygınlaşması açısından çok önemli dönüm noktalarından birisi oldu. Bu tarihte alınan ekonomik kararlar çerçevesinde, ülke içinde yabancı yatırımların gerçekleşmesine yönelik önemli imkânlar sunuluyordu. Kısa zamanda pek çok yabancı firma Türkiye’de yatırım yaptı.

İç piyasada daha fazla yer etmek isteyen bu firmalar basın yoluyla yoğun bir reklâm faaliyetine giriştiler. Bu yarış 1990’lı yıllarda hızla çoğalan özel televizyon kanallarıyla iyice kızıştı. Bu reklâm yarışına paralel olarak insanlardaki yabancı markalara olan hayranlığı, bu hayranlık da cadde ve sokaklardaki yabancı isimli dükkân, mağaza, market, kasap, saatçi, kırtasiyeci, ayakkabıcı ve daha pek çok satış yerini hızla arttırdı.

Türkçeye Fransız kaldık

Artık 2000’li yıllardayız. Yabancı marka hayranlığının ve kullanımının sonu ne zaman gelecek diye merak etme fırsatı dahi bulamadan, bu kez devreye internet girdi. Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere hiç de yabancı değiliz.

zaferdergisi.com
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Türkçesi Varken!


Türkçesi varken yabancı olan kelimenin kullanılmasına günümüzde oldukça sık rastlanıyor ve bu oldukça hızlı bir şekilde de yayılıyor. Peki, neden Türkçesi varken yabancı olan kelimeyi kullanıyoruz?

Yabancı dillere özenme; Osmanlı zamanında Farsçaya-Arapçaya, kısa bir süre önce Fransızcaya ve son 45–50 yıllık zaman diliminde ise İngilizceye kaymıştır. Bunun sebebi olarak bilim dilinin İngilizce olması gösteriliyor. Fakat olaya dikkatli baktığımız zaman bilim dilinin İngilizce olmadığı, aksine İngilizce gibi bir dilin bilim için hiç uygun olmadığını görüyoruz.

Farklı yöntemlerle kendi dilimizdeki kelimeleri unutmamız ve yerine yabancı kelimeleri kullanmamız sağlandı. Fakat artık yabancı kelime kullanmak toplum içinde bir fark olmaktan çıktı hatta artık bizler tarafından ayıplanır duruma geldi. Günümüzde “ organisation un Türkçesi ne?” dediğimiz zaman karşılık olarak organizasyon. Ya da “ ‘ambulance’ ne demek?” dediğimiz zaman ambulans cevabını alıyoruz. Dilimize yapışmış o kadar saçma sapan kelimeler var ki! Artık bunları dilimizden kazıyıp atmanın zamanı gelmiştir.

Anlaşılıyor ki şu anda Oktay SİNANOĞLU hocamızın dediği gibi büyük bir uyanış vardır. Aşağıda günlük yaşamda sık sık karşılaştığımız ve kullanılmasının artık ayıp olarak gördüğümüz sözcüklere karşılık küçük bir sözlük hazırladım. Umarım dilimize yapışan saçma kelimelerin, dilimizden kazınmasında faydası olur.

Ambulans: Cankurtaran
Trend: Gidiş, Gidişat
Erozyon: Toprak Aşınması
Kabine: Bakanlar Kurulu
Medya: Yayın-Basın
Dizayn: Tasarım
Fast Food: Tez Yemek
Servis: Hizmet
Filtre: Süzgeç
Mobil: Gezgin
Termik: Isıl
Radikal: Aşırı
Brifing: Bilgilendirme
Miting: Toplantı
Politika: Siyaset
Market: Bakkal, Çarşı, Pazar
Star: Yıldız
Süper: Ülken, Üstün, Koca
Şanslı: Bahtlı, Bahtı Açık
Sosyal: Toplumsal
Sprey: Püskürteç
Deterjan: Arıtmaç
Fuel Oil: Yakıt Yağ
Petrol: Neft
Shopping Center: Alışveriş Merkezi
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Stant: Tezgâh, Sergi
Bariyer: Engebe
Operatör Dr: Cerrah
Dekor: Süs
Üniversite: Evrenkent
Kampus: Yerleşke
Sponsor: Destekçi
Antik: Eski
Aktif: Etkin, Faal
Pasif: Edilgen
Galeri: Sergi
Spesiyal: Özel
Terör: Tedhiş
Terörist: Tedhişçi
Transfer: Aktarma
Defans: Savunma
Korner: Köşe
Enternasyonal: Uluslar Arası
Detay: Ayrıntı
Pozisyon: Durum, Konum
Reyting: Sıralama
Air Lines: Hava Yolu
Final: Son, Son Sınav
Vize: Ara Sınav
Lider: Önder
Alternatif: Seçenek
Legal: Yasal
Organize: Düzenlemek
Organizasyon: Örgüt, Topluluk
Deklarasyon: Beyanname
Ekonomi: İktisat
Prestij: İtibar
Doküman: Belge
Komisyon: Encümen
Komisyoncu: Aracı
Ambargo: Yaptırım
Sektör: Kesim
İzolasyon: Yalıtım
Agresif: Saldırgan
Operasyon: İşlem, Ameliye
Format: Biçim
Kompozisyon: Hitabet, Tahrir
Egzersiz: Alıştırma
Favori: As
Favori(yüzdeki): Duluk
Alarm: Uyarı
Otomatik: Öziş
Biyoloji: Dirilbilim
Sinema: Beyazperde

Metin Arıtürk
Selçuk Evrenkenti - İnşaat Mühendisliği
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Dilde Hüzün Var Şimdi
Mehmet Nur KARAGEÇİ
Zihnimizdekileri en iyi yansıtan vasıta dil olduğu için “Dil, zihnin aynasıdır.” denilmiştir. Her insan, mensubu olduğu milletin dilini, doğduğunda hazır bulur. Dil, benliği kimliğe; ferdî kimlik ve kişiliği, millî kimlik ve şahsiyete dönüştüren oldukça mühim bir vasıtadır. Ferdî benlik, değer hükümlerimizi, kanaatlerimizi ve kabiliyetlerimizi yansıtır. Ferdin sahip olduğu cüz’i benlik, toplumla uyum sağladığında millî benliğe dönüşür. Her fert, âzâsı olduğu cemiyetin genel özelliklerini de taşır. Ferdin kendini tanımasına yönelik değerlendirmelerini ihtiva eden kelime ve kavramlar, dille ifade edilir. Hüviyet ve şahsiyetiyle cemiyetin bir parçası olan fert, cemiyetteki çeşitli faaliyetleriyle, millî kimliğe ulaşır. Bir milletin ortak değerleriyle oluşan millî kimlik, fertte ortak his ve düşünceler hâsıl eder. Bu değerler, dil aracılığıyla düşüncemizde şekillenerek davranışlarımıza yansır. Dil, insana mensubu olduğu millete kuvvetli bir aidiyet hissi kazandırır. Anne karnında iken pasif, doğduktan sonra da aktif şekilde münasebete girdiğimiz ve konuşmaya başladığımız ana dil; kültür, edebiyat ve medeniyetin temel unsurlarından biridir.

Düşüncenin evi olarak dil
İnsanların eşya ve hâdiselere bakışını belirleyen dil, düşüncenin de en önemli unsurudur. Milletlerin gücü, dil ve düşüncelerinin güçlü olmasıyla doğru orantılıdır, bu yüzden gelişen şartlara uygun olarak dilin yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bir millet dil, düşünce, sanat ve edebiyatta kuvvetli olduğu nispette güçlü sayılır. Bir fert, kendi dilini iyi kullanıp başkalarıyla da samimi münasebetler kurduğu ölçüde, kendi millî benliğini teminat altına alır. Dil, geçmişteki zenginlikleri günümüze, bugünün birikimlerini de geleceğe aktarmada önemli bir köprü vazifesi görmektedir. “Bir millet atalarından aldığı ve günümüzde yeni şekillere sokarak değerlendirdiği zihnî, ilmî, fikrî zenginliklerini ancak bütün bunları kucaklayabilecek güçlü bir dille gerçekleştirebilir. Millet ne ölçüde zengin bir dille konuşuyorsa, o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o ölçüde de konuşabiliyor demektir. Bir dil, kendi iç dinamikleri ve her şeyi ifade edebilmesi açısından bütün zamanların gereklerini seslendirmeye yetmiyor ve dolayısıyla da o dili kullananlar bazı mazmunları ifadede söz sıkıntısı çekiyorlarsa, o dil; düşüncenin desteğinden mahrum, onu kullananlar da dökülüp yollarda kalmaya mahkûmdurlar. Eğer bugün kendimizi ifadede sadece çevremizden duyup öğrendiklerimizle veya mevcut sözlüklerdeki kelimelerle yetinecek olursak okullar, sanayi müesseseleri, ticaret fuarları, teknoloji hangarları.. gibi modern hayatın zarûrî gördüğü pek çok alanda sessiz sessiz oturup etrafımızı dinleme mecburiyetinde kalırız ki, bu da, içinde bulunduğumuz çağın temel esasları kabul edilen bir kısım dinamiklere karşı alâkasızlık ve dolayısıyla da muasır milletler karşısında elenip gitme demektir.”1
Günümüz insanı dili ve düşüncesiyle kendi çağını doğru okuyup değerlendirmelidir. Zamanın şartlarına uygun olarak yeni fikirler üretip kültürü yorumlama yoluna gitmelidir. Unutmayalım ki düşünmeyen, konuşmayan milletlerin yerine hep başkaları düşünür ve konuşur. Düşünmeden konuşanlarda, mantık dilin esiri sayılır. Düşünmeyen, düşündüklerini sağlıklı bir şekilde ifade edemeyenlerin millî bir acz ve atalet içinde olduğu kesindir.

Dil yâresi
Sokaktaki vatandaşlarımız, hattâ birçok aydınımız, kelimeleri bazen yerli yerinde kullanamamaktadır. Eli kalem tutan ve tv’lerde konuşan kimselerin büyük yanlışlarından biri, kelimenin Türkçesi varken yabancısını kullanmaktır. ‘Modası geçmiş’ yerine ‘demode’; ‘kanunsuz’ yerine ‘illegal’; ‘dolu’ yerine ‘full’ demek insanlara neden bu kadar kolay gelmektedir? Bütün bunların sebebi, yabancı yaşama tarzlarına özenti ve kendi kültürünü yeterince idrak edememedir. Çünkü dil ile yaşama tarzı arasında sıkı bir münasebet vardır. Meselâ beslenme ihtiyacını ‘fast-food’ kavramının getirdiği bir yeme-içme tarzına göre karşılayan, yemeğini devamlı bu tür gıdaların tüketildiği yerlerde yiyen kişilerde zamanla, ‘bu beslenme kültürünün’ ortaya çıkardığı davranış şekilleri görülmeye başlanır. Bu durum, yemek kültürünün değişmesiyle ortaya çıkan davranış değişmesine güzel bir misâldir. Bu beslenme kültüründe, Türk kültüründe ‘sofra kurmak’ tabiriyle ifade ettiğimiz yemek yeme usûlündeki birçok mânâ, güzellik ve haslet kaybolmaktadır. Bu zaviyeden değerlendirildiğinde, dil, atalardan miras alınan kültürün en önemli unsurudur. Bir başka ifadeyle sosyo-biyolojik açıdan dil, kültürü ifade edici, çeşitlendirici, çoğaltıcı, aktarıcı ‘kültürel gen’dir. ‘Kültürel gen’ veya ‘sosyokültürel gen’ tabirleri yerine, kolay anlaşılması için biyolojik gen kavramından ilham alınarak zihindeki kavram, sembol ve birikimlere ait birimleri ifade edecek tarzda “mem” tabiri de kullanılmaktadır.
Fıtratın bir parçasını teşkil eden genetik yapının birimleri olan genler gibi, fıtratımızın şekillenmesinde rol alan zihin, düşünce ve kültür dünyamızın taşıyıcılarından olan dil ve kavramlar arasında da bir yakınlık vardır. Meselâ; insanların fıtratları farklı olduğu gibi, beğenileri veya alâka duydukları meslekler de farklılaşmakta, buna bağlı olarak kullanılan kelime ve kavramlar da farklılaşmaktadır. Temelinde gen ile mem farklılaşmasının yattığı bu hususa ‘argo’ veya ‘avamca’ kelimelerin bazılarına çok normal gelmesine rağmen; asil ve ciddi insanların bu tabirleri çekinerek kullanmaları örnek verilebilir.
İnsan fıtraten ve potansiyel olarak hem iyiliğe hem de kötülüğe açık bir mahiyette yaratılmıştır. Bu mahiyetin açığa çıkarılmasında sebepler plânında genlere de bir rol verilmiştir. Epigenetik, genlerin hangi şartlarda aktif olup olmadıklarını araştırmaktadır. Yeni bir teoriye göre epigenetik bilimi, sahip olduğumuz genlerimizin nasıl, nerede, hangi ölçülerde okunacağını (ekspresyonunu) belirlemede kelime ve kavramların büyük tesiri olduğunu iddia etmektedir. Müstehcen kavram ve kelimelere sıkça mârûz kalındığında hâl ve davranışlara müspet tesir eden beyindeki bazı genlerin okunmadığı, aksine menfî tesiri olan bazı genlerin tesirini gösterdiği düşünülmektedir.
Günümüzde ‘ses bayrağımız Türkçe’, ne yazık ki yabancı kelimelerin istilâsı altında. Radyo dinlerken, televizyon izlerken veya sokaklarda dolaşırken bu istilânın boyutları net olarak görülmektedir. Büyük şehirlerin herhangi bir köşesinde görebileceğimiz ‘Blue Butik, Sandwich Waffle, Body Reform Shop, Haute Coiffeure, Kebab’s, Shoe center…’ gibi yabancı isimler, insanı yabancı bir diyara gelmiş gibi şaşkınlık içinde bırakıyor. Bu menfi durum sadece iş yeri veya müessese isimleriyle sınırlı değil, günlük konuşmalarımıza da sirayet etmiş durumda. Hiçbir kaideye dayanmayan bu dil ve düşünce kirlenmesi aslında zihin haritamızın da değişime uğradığını göstermektedir. “N’aber kelimesi ile çok uzun (sürebilecek) görüşmelerimizi süratle bitiriyor, ‘köşeyi döndük’ kelimesi ile ekonomik durumumuzu özetleyebiliyoruz artık. ‘Kaçalım mı’ veya ‘kaçtım- uçtum’ kelimeleri ile de çok sıkıntılı bir ortamdan ayrılmanın zamanının geldiğini yine o hızla anlatabiliyoruz. ‘Ne iş’ kelimesi ile çok önemli veya karmaşık bir hâdiseyi anlayıp anlatabiliyoruz. Neredeyse konuşmuyor, koşuyoruz. Dünyanın genel yapılanması ülkemize de kimi boyutlarıyla yansıyor kuşkusuz. Ama arada dilimizin bu kadar sıkça ve hızla değişmesi, kirlenmesi ve kimliğini kaybetmesi, bu garip ve şaşırtıcı dil devriminin nasıl oluştuğu sorusunu akla getiriyor. Günümüzde hemen artık herkes kestirme, koşturarak ve anında yaşamayı tercih etmiş durumda. Dolayısıyla gündelik hayat bir sürat koşusuna dönüşmüş gözüküyor. İşte böylesi bir ortamda insanlarımız, dilimizin özünden çok, pratiğini seçme kolaylığını tercih ediyor ve fast-food beslenme gibi bir konuşma, anlaşma, görüşme özgürlüğünü ön plâna alarak, pek âlâ da anlaşabiliyor. Böylece dilimiz ‘Vatandaş, Türkçe konuş!’lu yıllardan ‘Nasıl işine geliyorsa öyle konuş!’a, daha doğru ifadesiyle, ‘Konuş da, nasıl konuşursan konuş!’a dönüşmüş oluyor.”2
Bir milletin fertlerinde millî kimlik ve benlik duyguları yeterince gelişip, bir fıtrat hâline gelmemişse, dile sahip çıkma duygusu da gelişmez. Çünkü dili doğru ve güzel kullanma, ona sahip çıkma duygusu biraz da millî hislerle alâkalıdır. Sevinçlerimizi, acılarımızı, kederlerimizi, millî hissin en önemli taşıyıcısı olan dille, dolayısıyla Türkçeyle ifade etmeliyiz. Sevinirken ‘yuppi’, tasdik mânâsında ‘okey’, bir yerden ayrılırken ‘by’, teşekkür ederken ‘mersi’, özür dilerken ‘pardon’ demek acaba hangi millî benlik, kimlik ve şahsiyetle bağdaşır?! Bununla beraber son yıllarda çocuklara ‘Melisa’ vb. isimler vermek, millî kimliğin aşınmasına bir misâldir. Bir milleti teşkil eden fertlerin başka kültürlerin tesiri altında kalması ve zamanla da özlerini kaybedip tamamen başka topluluklara benzemesi kaçınılmaz olur. “Her şeyden önce, kabul edilmelidir ki, büyük medeniyetler kurmuş milletlerin dilleri de buna paralel olarak gelişmiştir. Geçmişte bir Lâtin, bir Grek, bir İslâm medeniyetinin zirvede olduğu devirlerde bu medeniyetleri inşa eden insanların dilleri de zirvedeydi. Günümüzde de ekonomik gelişmişliğiyle medeniyeti temsil eden Batı insanının dili, özellikle de ABD’nin resmi dili olan İngilizce, gayr-i resmî olarak bir dünya dili muamelesi görmektedir. Böylece dil, o milletin ekonomik, siyasî ve kültürel nüfûzunun da taşıyıcısı durumuna gelmektedir. İçtimâi değişmenin yaşandığı ortamlarda, bu değişmenin büyük oranda dille başladığını veya bu süreçte dilin önde gittiğini söylemek mümkündür. Çünkü değişme için eskinin devamını engellemek ve yeniye geçmek gerekiyorsa bu da, dil ile olmaktadır. Nitekim 19. yüzyılda gerçekleşmiş bulunan birçok millî uyanış hareketi, dilde devrimi de beraberinde getirmiştir. Macarların, Almanların, Norveçlilerin dillerinde yenileşmeye ve sadeleştirmeye gitmeleri, hep siyasî bakımdan dönüm noktaları olan devirlere rastlamaktadır.(…)Yani bir bakıma sosyal, kültürel vb. yönlerden toplum yapısının değiştirilmesi işi, dilin tesir gücüne bırakılmıştır veya yapılan uygulamalardan böyle bir sonuç çıkmıştır. Tabii ki bu tür bir değişme, önceki değerlerden uzaklaşma hattâ bazen kopma neticesini doğururken diğer taraftan da gelecek için veya getirilmesi düşünülen değerler için bir umut kaynağı olmuştur. İsrail Yahudilerinin, işgal ettikleri Filistin toprakları üzerinde, 1948’de devlet teşkilâtını kurduktan hemen sonra, dili işleyip geliştirme işine girişmeleri, hattâ 1891’de Rusya’dan gelip Kudüs’e yerleşen Elieze En Yahude adlı bir Yahudi’nin dillerinin kaybolmamasını temin için bir İbrani lûgati telif etmesi, millî benliğin oluşmasında dilin ne derece etkili olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli olsa gerektir.”3 Dili, kuru bilgi ve kaideler bütünü olmaktan kurtarıp, onun kültür, medeniyet birikiminin önemli bir taşıyıcısı ve millî his ve kimliğin şekillenmesinde önemli bir role sahip olduğu hakikatini genç nesillere anlatmalıyız.

Dile sahip çıkmamak, vebaldir!
Türk Dil Kurumu’nun en son çıkardığı Türkçe Sözlük’e göre 104 bin kelimeye sahip olan Türkçe, mühim bir hazinedir. Günümüz insanında lûgat kullanma alışkanlığı olmadığından maalesef bu hazineden yeterince faydalanılmıyor. Öz değerlerden kaçışla eşdeğer olan dil şuurundan mahrum olma durumu, sadece sokaktaki vatandaşa değil, aydınlarımıza, sanatçılarımıza, siyasetçilerimize kadar sirayet etmiştir. “Dikkatle incelendiğinde yazılan makalelerde, yapılan ilmî toplantılarda veya değişik şekilde tertip edilen toplantılarda yapılan konuşmalarda yabancı kelime kullanmak bir üstünlük aracıymış gibi telakki eldir hâle gelmiştir. Aslında bir nevi kendinden ve kültüründen kaçış da diyebileceğimiz bu durum, ötekine ilgi duyma, onun üstünlüğünü kabul etme ve kendi birikimini yetersiz görme anlamını da taşımaktadır. Meselâ, ‘konsensüs’, ‘kompleks’, ‘prezantasyon’, ‘konsantrasyon’ vb. kelimeleri, bunların Türkçesi varken kullanmak farklılık arayışından başka bir şey değildir.”4
Bu mânâda cemiyetin önünde olması gereken sanatçı ve yazarlarımıza bu meselede oldukça önemli vazifeler düşmektedir. Her şeyden önce toplum önünde yapılan konuşmalarda, radyo ve televizyon programlarında bu konuyu sık sık gündeme getirerek, toplumda ortak bir şuur oluşmasına katkıda bulunulmalıdır. Bugün, insanlarımız ana diliyle yazılan metinleri dahi anlayamaz duruma düşmüştür. Bunu bir eksiklik olarak değerlendirip bir an önce kendi dil ve kültürümüzle barışmalıyız. Dili bir ‘namus’ bilerek iffetimizi koruma hassasiyeti içinde olmalıyız. Televizyon, gazete, radyo ve dergi gibi haberleşme vasıtaları da kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirmelidir. “Bu iletişim araçlarının merkezlerinde Türkçeyi iyi bilen, Türkçenin inceliklerine hâkim uzmanlar bulunmalıdır. Bu uzmanlar, gazetedeki köşe yazısından reklâmlara, haberlerden ilânlara kadar bütün yazıları dikkatle incelemeli ve gerekli düzeltmeleri yaparak dilimizin inceliklerini yansıtmalıdırlar.”4
Okullarımızda, Türkçe öğretimini yeniden yapılandırmak gereklidir. Çünkü dil öğretiminde asıl gâye, dinleme, konuşma, okuma, yazma gibi temel kabilîyetleri geliştirmektir. Bu sebeple dil dersleri, bir bilgi kazandırma/yüklemeden ziyâde, kişilerin iletişim ve düşünme kâbiliyetlerinin geliştirilmesine hizmet etmelidir. Bugün ortalama bir lise, hattâ üniversite mezunu bile, merâmını açık ve rahat bir şekilde anlatamamakta, söyleyeceklerini üç-beş kelimede bitirmektedir. Bu üç-beş kelimeyi/cümleyi söylerken bile sık sık ‘şey, işte, yani, böyle, ee, ıı..’ gibi kelime ve nidâlarla bu konudaki eksikliğini göstermektedir. Bu problemin çözümü için talebelere derslerde sık sık hazırlıksız konuşmalar yaptırılmalıdır. Bu tür çalışmalar daha sonra topluluk karşısında yaptırılarak, öğrencilerin his ve düşüncelerini daha şuurlu ve tesirli anlatmalarına imkân sağlanmalıdır. Dil şuuru mevzuu sadece okul, öğretmen ve devletle ilgili bir mesele de değildir. Bu hususta “Hiç şüphesiz anne ve babalara da düşen vazifeler vardır. Çocuklara anadillerine daha yabancılaşmadan anadil şuuru verilmeli, dillerinin tatlılaşması için onlara şiir öğretilmeli, sık sık masallar okunmalıdır. Nitekim şiir, kalbi şefkatle doldurup duygulandırır. Bunun yanında kendi dillerini sağlam öğrenme ve düşüncelerini rahat ifade edebilme gibi hassasiyetler kazandırır. Özellikle yabancı ülkelerde yaşayan ailelerin bu konuda daha da dikkatli olması gerekmektedir. Çocuklarına anadilleriyle yazılmış eserleri sık sık okutmalı, onların bu bilinci devam ettirmeleri için konuşmalarında kulağa hoş gelen, insanın ruhunu okşayan güzel sözlere ve lâtifelere yer vermeli, özellikle tatil zamanlarında çocuklarını Türkiye’ye göndererek onların temiz bir çevrede ve güzel konuşan insanlar arasında kalıp dili bilinçli kullanma hassasiyeti kazanmalarına uygun ortam hazırlamalıdırlar.” 4
Telâffuz yanlışlarının da dilimizi yabancılaştırdığından söz etmeliyiz. Dilimizdeki bazı kelime ve kısaltmaları Türkçeye göre değil de, İngilizceye göre telâffuz, şu an için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Meselâ ‘NTV’yi Türkçe söyleyişe uygun ‘neteve’ şeklinde telâffuz etmemiz gerekirken, İngilizce ‘entivi’ şeklinde telâffuz etmek, kendi dilinden utanma, sıkılma veya ötekisiyle tatmin olma ruh hâli değilse nedir? Bunun dışında çok sınırlı bir kelime kadrosuyla konuşan aydınlarımız ve gençlerimiz, bazı Osmanlıca kelimelerin telâffuzunu yanlış yapmaktadır: ‘Şefkât’ yerine ‘şevkat’, ‘keşf’ yerine ‘keşv’, uzman mânâsına gelen ‘mütehassıs’ yerine ‘mütehassis’, ‘tashih’ yerine ‘tahsis’ konuyla ilgili akla gelen yanlışlardandır. Hattâ bu telâffuz hataları Türkçe harfleri İngilizce telâffuz etmek garabetine dahi varmıştır. Meselâ yanlış bir şekilde ‘h’ harfi ‘haş’ veya ‘eyç’; ‘t’ harfi ‘ti’ şeklinde telâffuz edilmektedir. Karanlığa bağırıp çağırma ruh hâlini bırakıp, bu yanlışlıkları düzeltmek için hep birlikte mücadele etmeliyiz. Bu yolda “Tiyatro, roman ve hikâyeler de dili doğru öğretme ve onu geliştirme gâyesine mâtûf olarak değerlendirilebilir. Tiyatro, roman ve hikâye yazarları bu konuda çok hassas davranarak neslimizin iyi yetişmesine çok büyük katkıda bulunabilirler. Meselâ her yazar, kendi memleketine has kelime ve sözleri kullanarak onları topluma mal edebilir.(…) Diğer taraftan dilimizin güzel öğrenilip öğretilmesi ve korunması meselesinde hükümeti, devlet müesseselerini ve mahallî idarecileri de çok büyük vazifeler beklemektedir. Tarihî ve edebî eserler değerlendirilerek dilimize ait kelimelerin derlenip toparlanması, iştikak usûllerinin belirlenmesi, milletimize mâl olan kelime ve deyimlerin yaygınlaştırılması mevzûlarında en önemli görev, devlet müesseselerine ve Türk Dil Kurumu’na düşmektedir. Meselâ, dükkân ve işyeri levhaları ile reklâm panolarının bir denetime tâbi tutulması; yabancılara ait patenti bulunmayan levhalara sınırlamalar getirilmesi, isimlerin dilimize ait olanlar arasından belirlenmesi ve elden geldiğince ecnebi adlara yer verilmemesi başlı başına bir hizmettir.”4
Hiç şüphesiz ki, her şeyden önce dile sahip çıkacak şuurda bir neslin yetiştirilmesi gerekmektedir. Dili korumak meselesini ekmek ve su kadar gerekli gören bir nesle, her dönemden daha çok muhtacız. Değerlerin alt üst olduğu, millî ruh ve kültürün eline kelepçe, ayaklarına bir nevi pranga vurulmaya çalışılan bu dönemde, kendi dinamiklerini yeniden ihyâ edecek bir nesil, bunu kendi diliyle yapmak gerekliliğine inanmalıdır. “Anadilimiz hakkında esaslı bir altyapıya sahip olmayan insanların günün birinde tutarlı ve esaslı bir hayat görüşünü temsil etmesi de mümkün görünmüyor. Çevremizde hemen her gün rastladığımız insan enkazı, Martin Heidegger’in , ‘Lisan, varlığın evidir.’ sözünün hikmetini tersinden de olsa hatırlatıp durmuyor mu? Yabancı dil medihkârlığı yapanların çokça iltifat ettiği ‘Bir lisan, bir insan…’ sözünde isabet var; anadilini çer çöp üzerine bina edenlerin aslında ikinci lisana ihtiyacı yok, çünkü insan var oluşunu ancak anadili üzerine metin bir edâ ile oturmuş sahîh bir dünya görüşü ile idrâk edebilir; aksi hicrândır.”5
 
Geri
Üst