Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club
Dilde Hüzün Var Şimdi
Mehmet Nur KARAGEÇİ
Zihnimizdekileri en iyi yansıtan vasıta dil olduğu için “Dil, zihnin aynasıdır.” denilmiştir. Her insan, mensubu olduğu milletin dilini, doğduğunda hazır bulur. Dil, benliği kimliğe; ferdî kimlik ve kişiliği, millî kimlik ve şahsiyete dönüştüren oldukça mühim bir vasıtadır. Ferdî benlik, değer hükümlerimizi, kanaatlerimizi ve kabiliyetlerimizi yansıtır. Ferdin sahip olduğu cüz’i benlik, toplumla uyum sağladığında millî benliğe dönüşür. Her fert, âzâsı olduğu cemiyetin genel özelliklerini de taşır. Ferdin kendini tanımasına yönelik değerlendirmelerini ihtiva eden kelime ve kavramlar, dille ifade edilir. Hüviyet ve şahsiyetiyle cemiyetin bir parçası olan fert, cemiyetteki çeşitli faaliyetleriyle, millî kimliğe ulaşır. Bir milletin ortak değerleriyle oluşan millî kimlik, fertte ortak his ve düşünceler hâsıl eder. Bu değerler, dil aracılığıyla düşüncemizde şekillenerek davranışlarımıza yansır. Dil, insana mensubu olduğu millete kuvvetli bir aidiyet hissi kazandırır. Anne karnında iken pasif, doğduktan sonra da aktif şekilde münasebete girdiğimiz ve konuşmaya başladığımız ana dil; kültür, edebiyat ve medeniyetin temel unsurlarından biridir.
Düşüncenin evi olarak dil
İnsanların eşya ve hâdiselere bakışını belirleyen dil, düşüncenin de en önemli unsurudur. Milletlerin gücü, dil ve düşüncelerinin güçlü olmasıyla doğru orantılıdır, bu yüzden gelişen şartlara uygun olarak dilin yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bir millet dil, düşünce, sanat ve edebiyatta kuvvetli olduğu nispette güçlü sayılır. Bir fert, kendi dilini iyi kullanıp başkalarıyla da samimi münasebetler kurduğu ölçüde, kendi millî benliğini teminat altına alır. Dil, geçmişteki zenginlikleri günümüze, bugünün birikimlerini de geleceğe aktarmada önemli bir köprü vazifesi görmektedir. “Bir millet atalarından aldığı ve günümüzde yeni şekillere sokarak değerlendirdiği zihnî, ilmî, fikrî zenginliklerini ancak bütün bunları kucaklayabilecek güçlü bir dille gerçekleştirebilir. Millet ne ölçüde zengin bir dille konuşuyorsa, o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o ölçüde de konuşabiliyor demektir. Bir dil, kendi iç dinamikleri ve her şeyi ifade edebilmesi açısından bütün zamanların gereklerini seslendirmeye yetmiyor ve dolayısıyla da o dili kullananlar bazı mazmunları ifadede söz sıkıntısı çekiyorlarsa, o dil; düşüncenin desteğinden mahrum, onu kullananlar da dökülüp yollarda kalmaya mahkûmdurlar. Eğer bugün kendimizi ifadede sadece çevremizden duyup öğrendiklerimizle veya mevcut sözlüklerdeki kelimelerle yetinecek olursak okullar, sanayi müesseseleri, ticaret fuarları, teknoloji hangarları.. gibi modern hayatın zarûrî gördüğü pek çok alanda sessiz sessiz oturup etrafımızı dinleme mecburiyetinde kalırız ki, bu da, içinde bulunduğumuz çağın temel esasları kabul edilen bir kısım dinamiklere karşı alâkasızlık ve dolayısıyla da muasır milletler karşısında elenip gitme demektir.”1
Günümüz insanı dili ve düşüncesiyle kendi çağını doğru okuyup değerlendirmelidir. Zamanın şartlarına uygun olarak yeni fikirler üretip kültürü yorumlama yoluna gitmelidir. Unutmayalım ki düşünmeyen, konuşmayan milletlerin yerine hep başkaları düşünür ve konuşur. Düşünmeden konuşanlarda, mantık dilin esiri sayılır. Düşünmeyen, düşündüklerini sağlıklı bir şekilde ifade edemeyenlerin millî bir acz ve atalet içinde olduğu kesindir.
Dil yâresi
Sokaktaki vatandaşlarımız, hattâ birçok aydınımız, kelimeleri bazen yerli yerinde kullanamamaktadır. Eli kalem tutan ve tv’lerde konuşan kimselerin büyük yanlışlarından biri, kelimenin Türkçesi varken yabancısını kullanmaktır. ‘Modası geçmiş’ yerine ‘demode’; ‘kanunsuz’ yerine ‘illegal’; ‘dolu’ yerine ‘full’ demek insanlara neden bu kadar kolay gelmektedir? Bütün bunların sebebi, yabancı yaşama tarzlarına özenti ve kendi kültürünü yeterince idrak edememedir. Çünkü dil ile yaşama tarzı arasında sıkı bir münasebet vardır. Meselâ beslenme ihtiyacını ‘fast-food’ kavramının getirdiği bir yeme-içme tarzına göre karşılayan, yemeğini devamlı bu tür gıdaların tüketildiği yerlerde yiyen kişilerde zamanla, ‘bu beslenme kültürünün’ ortaya çıkardığı davranış şekilleri görülmeye başlanır. Bu durum, yemek kültürünün değişmesiyle ortaya çıkan davranış değişmesine güzel bir misâldir. Bu beslenme kültüründe, Türk kültüründe ‘sofra kurmak’ tabiriyle ifade ettiğimiz yemek yeme usûlündeki birçok mânâ, güzellik ve haslet kaybolmaktadır. Bu zaviyeden değerlendirildiğinde, dil, atalardan miras alınan kültürün en önemli unsurudur. Bir başka ifadeyle sosyo-biyolojik açıdan dil, kültürü ifade edici, çeşitlendirici, çoğaltıcı, aktarıcı ‘kültürel gen’dir. ‘Kültürel gen’ veya ‘sosyokültürel gen’ tabirleri yerine, kolay anlaşılması için biyolojik gen kavramından ilham alınarak zihindeki kavram, sembol ve birikimlere ait birimleri ifade edecek tarzda “mem” tabiri de kullanılmaktadır.
Fıtratın bir parçasını teşkil eden genetik yapının birimleri olan genler gibi, fıtratımızın şekillenmesinde rol alan zihin, düşünce ve kültür dünyamızın taşıyıcılarından olan dil ve kavramlar arasında da bir yakınlık vardır. Meselâ; insanların fıtratları farklı olduğu gibi, beğenileri veya alâka duydukları meslekler de farklılaşmakta, buna bağlı olarak kullanılan kelime ve kavramlar da farklılaşmaktadır. Temelinde gen ile mem farklılaşmasının yattığı bu hususa ‘argo’ veya ‘avamca’ kelimelerin bazılarına çok normal gelmesine rağmen; asil ve ciddi insanların bu tabirleri çekinerek kullanmaları örnek verilebilir.
İnsan fıtraten ve potansiyel olarak hem iyiliğe hem de kötülüğe açık bir mahiyette yaratılmıştır. Bu mahiyetin açığa çıkarılmasında sebepler plânında genlere de bir rol verilmiştir. Epigenetik, genlerin hangi şartlarda aktif olup olmadıklarını araştırmaktadır. Yeni bir teoriye göre epigenetik bilimi, sahip olduğumuz genlerimizin nasıl, nerede, hangi ölçülerde okunacağını (ekspresyonunu) belirlemede kelime ve kavramların büyük tesiri olduğunu iddia etmektedir. Müstehcen kavram ve kelimelere sıkça mârûz kalındığında hâl ve davranışlara müspet tesir eden beyindeki bazı genlerin okunmadığı, aksine menfî tesiri olan bazı genlerin tesirini gösterdiği düşünülmektedir.
Günümüzde ‘ses bayrağımız Türkçe’, ne yazık ki yabancı kelimelerin istilâsı altında. Radyo dinlerken, televizyon izlerken veya sokaklarda dolaşırken bu istilânın boyutları net olarak görülmektedir. Büyük şehirlerin herhangi bir köşesinde görebileceğimiz ‘Blue Butik, Sandwich Waffle, Body Reform Shop, Haute Coiffeure, Kebab’s, Shoe center…’ gibi yabancı isimler, insanı yabancı bir diyara gelmiş gibi şaşkınlık içinde bırakıyor. Bu menfi durum sadece iş yeri veya müessese isimleriyle sınırlı değil, günlük konuşmalarımıza da sirayet etmiş durumda. Hiçbir kaideye dayanmayan bu dil ve düşünce kirlenmesi aslında zihin haritamızın da değişime uğradığını göstermektedir. “N’aber kelimesi ile çok uzun (sürebilecek) görüşmelerimizi süratle bitiriyor, ‘köşeyi döndük’ kelimesi ile ekonomik durumumuzu özetleyebiliyoruz artık. ‘Kaçalım mı’ veya ‘kaçtım- uçtum’ kelimeleri ile de çok sıkıntılı bir ortamdan ayrılmanın zamanının geldiğini yine o hızla anlatabiliyoruz. ‘Ne iş’ kelimesi ile çok önemli veya karmaşık bir hâdiseyi anlayıp anlatabiliyoruz. Neredeyse konuşmuyor, koşuyoruz. Dünyanın genel yapılanması ülkemize de kimi boyutlarıyla yansıyor kuşkusuz. Ama arada dilimizin bu kadar sıkça ve hızla değişmesi, kirlenmesi ve kimliğini kaybetmesi, bu garip ve şaşırtıcı dil devriminin nasıl oluştuğu sorusunu akla getiriyor. Günümüzde hemen artık herkes kestirme, koşturarak ve anında yaşamayı tercih etmiş durumda. Dolayısıyla gündelik hayat bir sürat koşusuna dönüşmüş gözüküyor. İşte böylesi bir ortamda insanlarımız, dilimizin özünden çok, pratiğini seçme kolaylığını tercih ediyor ve fast-food beslenme gibi bir konuşma, anlaşma, görüşme özgürlüğünü ön plâna alarak, pek âlâ da anlaşabiliyor. Böylece dilimiz ‘Vatandaş, Türkçe konuş!’lu yıllardan ‘Nasıl işine geliyorsa öyle konuş!’a, daha doğru ifadesiyle, ‘Konuş da, nasıl konuşursan konuş!’a dönüşmüş oluyor.”2
Bir milletin fertlerinde millî kimlik ve benlik duyguları yeterince gelişip, bir fıtrat hâline gelmemişse, dile sahip çıkma duygusu da gelişmez. Çünkü dili doğru ve güzel kullanma, ona sahip çıkma duygusu biraz da millî hislerle alâkalıdır. Sevinçlerimizi, acılarımızı, kederlerimizi, millî hissin en önemli taşıyıcısı olan dille, dolayısıyla Türkçeyle ifade etmeliyiz. Sevinirken ‘yuppi’, tasdik mânâsında ‘okey’, bir yerden ayrılırken ‘by’, teşekkür ederken ‘mersi’, özür dilerken ‘pardon’ demek acaba hangi millî benlik, kimlik ve şahsiyetle bağdaşır?! Bununla beraber son yıllarda çocuklara ‘Melisa’ vb. isimler vermek, millî kimliğin aşınmasına bir misâldir. Bir milleti teşkil eden fertlerin başka kültürlerin tesiri altında kalması ve zamanla da özlerini kaybedip tamamen başka topluluklara benzemesi kaçınılmaz olur. “Her şeyden önce, kabul edilmelidir ki, büyük medeniyetler kurmuş milletlerin dilleri de buna paralel olarak gelişmiştir. Geçmişte bir Lâtin, bir Grek, bir İslâm medeniyetinin zirvede olduğu devirlerde bu medeniyetleri inşa eden insanların dilleri de zirvedeydi. Günümüzde de ekonomik gelişmişliğiyle medeniyeti temsil eden Batı insanının dili, özellikle de ABD’nin resmi dili olan İngilizce, gayr-i resmî olarak bir dünya dili muamelesi görmektedir. Böylece dil, o milletin ekonomik, siyasî ve kültürel nüfûzunun da taşıyıcısı durumuna gelmektedir. İçtimâi değişmenin yaşandığı ortamlarda, bu değişmenin büyük oranda dille başladığını veya bu süreçte dilin önde gittiğini söylemek mümkündür. Çünkü değişme için eskinin devamını engellemek ve yeniye geçmek gerekiyorsa bu da, dil ile olmaktadır. Nitekim 19. yüzyılda gerçekleşmiş bulunan birçok millî uyanış hareketi, dilde devrimi de beraberinde getirmiştir. Macarların, Almanların, Norveçlilerin dillerinde yenileşmeye ve sadeleştirmeye gitmeleri, hep siyasî bakımdan dönüm noktaları olan devirlere rastlamaktadır.(…)Yani bir bakıma sosyal, kültürel vb. yönlerden toplum yapısının değiştirilmesi işi, dilin tesir gücüne bırakılmıştır veya yapılan uygulamalardan böyle bir sonuç çıkmıştır. Tabii ki bu tür bir değişme, önceki değerlerden uzaklaşma hattâ bazen kopma neticesini doğururken diğer taraftan da gelecek için veya getirilmesi düşünülen değerler için bir umut kaynağı olmuştur. İsrail Yahudilerinin, işgal ettikleri Filistin toprakları üzerinde, 1948’de devlet teşkilâtını kurduktan hemen sonra, dili işleyip geliştirme işine girişmeleri, hattâ 1891’de Rusya’dan gelip Kudüs’e yerleşen Elieze En Yahude adlı bir Yahudi’nin dillerinin kaybolmamasını temin için bir İbrani lûgati telif etmesi, millî benliğin oluşmasında dilin ne derece etkili olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli olsa gerektir.”3 Dili, kuru bilgi ve kaideler bütünü olmaktan kurtarıp, onun kültür, medeniyet birikiminin önemli bir taşıyıcısı ve millî his ve kimliğin şekillenmesinde önemli bir role sahip olduğu hakikatini genç nesillere anlatmalıyız.
Dile sahip çıkmamak, vebaldir!
Türk Dil Kurumu’nun en son çıkardığı Türkçe Sözlük’e göre 104 bin kelimeye sahip olan Türkçe, mühim bir hazinedir. Günümüz insanında lûgat kullanma alışkanlığı olmadığından maalesef bu hazineden yeterince faydalanılmıyor. Öz değerlerden kaçışla eşdeğer olan dil şuurundan mahrum olma durumu, sadece sokaktaki vatandaşa değil, aydınlarımıza, sanatçılarımıza, siyasetçilerimize kadar sirayet etmiştir. “Dikkatle incelendiğinde yazılan makalelerde, yapılan ilmî toplantılarda veya değişik şekilde tertip edilen toplantılarda yapılan konuşmalarda yabancı kelime kullanmak bir üstünlük aracıymış gibi telakki eldir hâle gelmiştir. Aslında bir nevi kendinden ve kültüründen kaçış da diyebileceğimiz bu durum, ötekine ilgi duyma, onun üstünlüğünü kabul etme ve kendi birikimini yetersiz görme anlamını da taşımaktadır. Meselâ, ‘konsensüs’, ‘kompleks’, ‘prezantasyon’, ‘konsantrasyon’ vb. kelimeleri, bunların Türkçesi varken kullanmak farklılık arayışından başka bir şey değildir.”4
Bu mânâda cemiyetin önünde olması gereken sanatçı ve yazarlarımıza bu meselede oldukça önemli vazifeler düşmektedir. Her şeyden önce toplum önünde yapılan konuşmalarda, radyo ve televizyon programlarında bu konuyu sık sık gündeme getirerek, toplumda ortak bir şuur oluşmasına katkıda bulunulmalıdır. Bugün, insanlarımız ana diliyle yazılan metinleri dahi anlayamaz duruma düşmüştür. Bunu bir eksiklik olarak değerlendirip bir an önce kendi dil ve kültürümüzle barışmalıyız. Dili bir ‘namus’ bilerek iffetimizi koruma hassasiyeti içinde olmalıyız. Televizyon, gazete, radyo ve dergi gibi haberleşme vasıtaları da kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirmelidir. “Bu iletişim araçlarının merkezlerinde Türkçeyi iyi bilen, Türkçenin inceliklerine hâkim uzmanlar bulunmalıdır. Bu uzmanlar, gazetedeki köşe yazısından reklâmlara, haberlerden ilânlara kadar bütün yazıları dikkatle incelemeli ve gerekli düzeltmeleri yaparak dilimizin inceliklerini yansıtmalıdırlar.”4
Okullarımızda, Türkçe öğretimini yeniden yapılandırmak gereklidir. Çünkü dil öğretiminde asıl gâye, dinleme, konuşma, okuma, yazma gibi temel kabilîyetleri geliştirmektir. Bu sebeple dil dersleri, bir bilgi kazandırma/yüklemeden ziyâde, kişilerin iletişim ve düşünme kâbiliyetlerinin geliştirilmesine hizmet etmelidir. Bugün ortalama bir lise, hattâ üniversite mezunu bile, merâmını açık ve rahat bir şekilde anlatamamakta, söyleyeceklerini üç-beş kelimede bitirmektedir. Bu üç-beş kelimeyi/cümleyi söylerken bile sık sık ‘şey, işte, yani, böyle, ee, ıı..’ gibi kelime ve nidâlarla bu konudaki eksikliğini göstermektedir. Bu problemin çözümü için talebelere derslerde sık sık hazırlıksız konuşmalar yaptırılmalıdır. Bu tür çalışmalar daha sonra topluluk karşısında yaptırılarak, öğrencilerin his ve düşüncelerini daha şuurlu ve tesirli anlatmalarına imkân sağlanmalıdır. Dil şuuru mevzuu sadece okul, öğretmen ve devletle ilgili bir mesele de değildir. Bu hususta “Hiç şüphesiz anne ve babalara da düşen vazifeler vardır. Çocuklara anadillerine daha yabancılaşmadan anadil şuuru verilmeli, dillerinin tatlılaşması için onlara şiir öğretilmeli, sık sık masallar okunmalıdır. Nitekim şiir, kalbi şefkatle doldurup duygulandırır. Bunun yanında kendi dillerini sağlam öğrenme ve düşüncelerini rahat ifade edebilme gibi hassasiyetler kazandırır. Özellikle yabancı ülkelerde yaşayan ailelerin bu konuda daha da dikkatli olması gerekmektedir. Çocuklarına anadilleriyle yazılmış eserleri sık sık okutmalı, onların bu bilinci devam ettirmeleri için konuşmalarında kulağa hoş gelen, insanın ruhunu okşayan güzel sözlere ve lâtifelere yer vermeli, özellikle tatil zamanlarında çocuklarını Türkiye’ye göndererek onların temiz bir çevrede ve güzel konuşan insanlar arasında kalıp dili bilinçli kullanma hassasiyeti kazanmalarına uygun ortam hazırlamalıdırlar.” 4
Telâffuz yanlışlarının da dilimizi yabancılaştırdığından söz etmeliyiz. Dilimizdeki bazı kelime ve kısaltmaları Türkçeye göre değil de, İngilizceye göre telâffuz, şu an için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Meselâ ‘NTV’yi Türkçe söyleyişe uygun ‘neteve’ şeklinde telâffuz etmemiz gerekirken, İngilizce ‘entivi’ şeklinde telâffuz etmek, kendi dilinden utanma, sıkılma veya ötekisiyle tatmin olma ruh hâli değilse nedir? Bunun dışında çok sınırlı bir kelime kadrosuyla konuşan aydınlarımız ve gençlerimiz, bazı Osmanlıca kelimelerin telâffuzunu yanlış yapmaktadır: ‘Şefkât’ yerine ‘şevkat’, ‘keşf’ yerine ‘keşv’, uzman mânâsına gelen ‘mütehassıs’ yerine ‘mütehassis’, ‘tashih’ yerine ‘tahsis’ konuyla ilgili akla gelen yanlışlardandır. Hattâ bu telâffuz hataları Türkçe harfleri İngilizce telâffuz etmek garabetine dahi varmıştır. Meselâ yanlış bir şekilde ‘h’ harfi ‘haş’ veya ‘eyç’; ‘t’ harfi ‘ti’ şeklinde telâffuz edilmektedir. Karanlığa bağırıp çağırma ruh hâlini bırakıp, bu yanlışlıkları düzeltmek için hep birlikte mücadele etmeliyiz. Bu yolda “Tiyatro, roman ve hikâyeler de dili doğru öğretme ve onu geliştirme gâyesine mâtûf olarak değerlendirilebilir. Tiyatro, roman ve hikâye yazarları bu konuda çok hassas davranarak neslimizin iyi yetişmesine çok büyük katkıda bulunabilirler. Meselâ her yazar, kendi memleketine has kelime ve sözleri kullanarak onları topluma mal edebilir.(…) Diğer taraftan dilimizin güzel öğrenilip öğretilmesi ve korunması meselesinde hükümeti, devlet müesseselerini ve mahallî idarecileri de çok büyük vazifeler beklemektedir. Tarihî ve edebî eserler değerlendirilerek dilimize ait kelimelerin derlenip toparlanması, iştikak usûllerinin belirlenmesi, milletimize mâl olan kelime ve deyimlerin yaygınlaştırılması mevzûlarında en önemli görev, devlet müesseselerine ve Türk Dil Kurumu’na düşmektedir. Meselâ, dükkân ve işyeri levhaları ile reklâm panolarının bir denetime tâbi tutulması; yabancılara ait patenti bulunmayan levhalara sınırlamalar getirilmesi, isimlerin dilimize ait olanlar arasından belirlenmesi ve elden geldiğince ecnebi adlara yer verilmemesi başlı başına bir hizmettir.”4
Hiç şüphesiz ki, her şeyden önce dile sahip çıkacak şuurda bir neslin yetiştirilmesi gerekmektedir. Dili korumak meselesini ekmek ve su kadar gerekli gören bir nesle, her dönemden daha çok muhtacız. Değerlerin alt üst olduğu, millî ruh ve kültürün eline kelepçe, ayaklarına bir nevi pranga vurulmaya çalışılan bu dönemde, kendi dinamiklerini yeniden ihyâ edecek bir nesil, bunu kendi diliyle yapmak gerekliliğine inanmalıdır. “Anadilimiz hakkında esaslı bir altyapıya sahip olmayan insanların günün birinde tutarlı ve esaslı bir hayat görüşünü temsil etmesi de mümkün görünmüyor. Çevremizde hemen her gün rastladığımız insan enkazı, Martin Heidegger’in , ‘Lisan, varlığın evidir.’ sözünün hikmetini tersinden de olsa hatırlatıp durmuyor mu? Yabancı dil medihkârlığı yapanların çokça iltifat ettiği ‘Bir lisan, bir insan…’ sözünde isabet var; anadilini çer çöp üzerine bina edenlerin aslında ikinci lisana ihtiyacı yok, çünkü insan var oluşunu ancak anadili üzerine metin bir edâ ile oturmuş sahîh bir dünya görüşü ile idrâk edebilir; aksi hicrândır.”5